Fazla kalsiyum spermler için zararlı.

Toplumda her yüz çiftin 15 inde kısırlık problemi görülmektedir. Bunlardan %40´ı  erkeklerden kaynaklanan rahatsızlıklardan gelmektedir.

Şu ana kadar verimsiz sperm üretimi veya sperm hareketliliği hakkında birçok mekanizma araştırıldı, ama epididim* hakkında ve sperm verimliliğini nasıl etkilediği konusunda fazla bir araştırma yapılmadı.

Epididym*: Her iki testisin yan tarafında bulunan ve içerisinden sperm kanalları geçen kıvrımlı kesecik şeklindeki yapılardır.

Her bir Epididim´in uzunluğu 4 ile 6 metre arasında değişir. Görevi, testislerde üretilen spermi depolar ve „Ductuli efferentes“ denilen bağlantı ile penise ulaştırılır. Spermler ancak, üretildikten sonra çeşitli işlemlerden geçerek dölleme yeteneğine sahip olurlar. Testislerde üretilen sperm önce epididim başı, ordan epididim kuyruğuna gelir ve boşalacağı zamana kadarda orada kalır.

Son yapılan çalışmalar, kısırlık konusunda şimdiye kadar bilinmeyen bir mekanizmayı daha ortaya çıkardı. Buna göre; epididimillu_testis_surface2 içerisindeki kalsiyum konsantrasyonun miktarı, sperm hücresinin hareketliliğini ve dölleme kabiliyetini etkileyerek kısırlığa sebeb olmaktadır.

Epididim içerisindeki kalsiyum konsantrasyonu nun yüksekliği, sperm hücre zarındaki kalsiyum kanallarını (=TRPV6 kanalı*) deaktif hale getirir. TRPV6 kanalının, fazla kalsiyumdan dolayı bozulan Açılıp-Kapanma düzeni, hücre içerisine gereğinden fazla kalsiyum girmesine ve böylece spermin fonksiyonunun bozulmasına sebeb olur. Farelerle yapılan testlerde, kalsiyum miktarının normal seviyeye düşürülmesi durumunda, TRPV6 kanallarının tekrar düzenli çalışmaya ve buna bağlı olarakta hücre içerisine kontrollü kalsiyum iyonu alındığı görülmüştür. 

TRPV6 kanalı*: Spermin hücre zarı üzerinde bulunan TRPV6 kanalları, TRPV6 proteini tarafından meydana getirilir. TRPV6 proteini ise, insanda 7. kromozomda bulunan TRPV6 geni tarafından sentezlenir. Bu genin uzunluğu 2928 bp dir ve 9 değişik versiyonu bulunur.

Not: 2010 yılında yapılan başka bir araştırma, kadınlık hormonu progesteron un spermin kuyruk kısmında bulunan CatSper –kanallarını açarak içeriye kalsiyum iyonlarının girmesini sağladığı ve içeriye giren kalsiyum iyonlarının ise sperm üzerinde navigasyon etkisi yaptığını ortaya çıkardı.

 

Sonuç : Her iki araştırmadan ortaya çıkan sonuç, sağlıklı bir sperm için kalsiyum konsantrasyonun çok önemli olduğudur.

Fazla kalsiyum, spermin hareketini kısıtlarken, düşük kalsiyum spermin yumurtayı bulmasını zorlaştırıyor.Yakın bir gelecekte kalsiyumu dengeleyici ilaçlar geliştirilerek gerek epididim, gerekse spermin içerisinde, kalsiyum miktarı kontrol altında alınabilecek.

Mehmet Saltürk

+++++++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
Institute for Genetics
University of Cologne
+++++++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. Ca2+ Signaling Tools Acquired from Prostasomes Are Required for Progesterone-Induced Sperm Motility
  2. Progesterone activates the principal Ca2+ channel of human sperm

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Genetikte devrim “Optogenetik”

Genetikte yeni bir branş olan optogenetik, optik ve genetiğin birlikte kullanıldığı bir bilim dalıdır.Optogenetik, şimdiye kadar beyin araştırmalarında kullanılan klasik metotlara göre daha hızlı, daha hassas, daha güvenilir bir teknoloji olması nedeniyle, gelecek için büyük umutlar vaat etmektedir. Yakın bir  gelecekte parkinson, epilepsi, kalpte ritim bozuklukları gibi birçok nöronal hastalığın tedavisinde, başarılı bir şekilde uygulanabileceği tahmin ediliyor.

Bir uygulama

  • Yeşil alglerde bulunan ChR2 geni moleküler biyolojide kullanılan klasik metodlar yardımı ile fare beyninden sorunlu bölgeye transfer ediliyor.

ChR2 beyne transfer edilince ne oluyor ?

  • ChR2 geni, ışığa duyarlı olan Channelrhodopsin proteinini sentezlemeye başlıyor.
  • Channelrhodopsin, beyinde sadece belirli iyon kanalları bulunan hücreleri aktif hale getirerek, bu iyon kanallarının ışığa duyarlı hale gelmesini sağlıyor.
  • Transfer edilen bölgeye hastalığın özelliğine göre değişik renkte ışıklar gönderilerek tedaviye geçiliyor.

Bu metot 2010 yılının en iyi metodu olup, „Nature Methods „ dergisinde yayınlanmıştır.

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
Institute for Genetics
University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

Method of the Year 2010

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Aşkın genetiği

Aşkın Biyokimyası: Genlerimizin Yazdığı Bir Hikaye
 

Yaşama dair hemen her şey, genlerimizin kontrolü altında şekillenir. Sevincimiz, hüznümüz, öfkemiz, hastalıklarımız, fiziksel özelliklerimiz, yeteneklerimiz, inançlarımız, hatta kimlere yakınlık duyup kimlerden uzaklaştığımız bile DNA’mızda yazılı olan karmaşık biyokimyasal talimatlarla yönetilir. Aşk da bu sürecin bir parçasıdır; genlerimizin kodladığı hormonların yarattığı bir dans, beynimizde kopan fırtınaların eseridir.

Peki, aşk neden bu kadar güçlü bir duygu? Neden aşık olduğumuzda mantığımız devre dışı kalır, gerçekler bulanıklaşır ve adeta bir bağımlı gibi sevdiğimiz insanın varlığına muhtaç hale geliriz? Bilim, bu soruların cevaplarını beynimizin derinliklerinde, nörokimyasal süreçlerde arıyor.

Beyinde Aşk: fMRI Çalışmalarında Gözlemlenen Nöral Devrim

fMRI (fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme) çalışmaları, aşkın beyinde yarattığı elektrokimyasal fırtınayı somut verilerle ortaya koyuyor. Aşık bireylere sevdiklerinin fotoğrafları gösterildiğinde, beynin ödül, bağlanma ve takıntı mekanizmalarını yöneten bölgelerinde anlamlı kan akışı artışı ve nöronal ateşlenme gözlemlenmiştir.

İşte bu bölgelerdeki spesifik değişimler

1. Ventral Tegmental Area (VTA) – Dopamin Fırtınasının Kaynağı

  • Aktivasyon Artışı: Aşkın ilk aşamalarında, beynin bu derin bölgesi aşırı aktif hale gelir. VTA, dopamin üretiminin ana merkezidir ve sevilen kişi düşünüldüğünde %65-70 oranında daha fazla aktivite gösterir.
  • Sonuç: Kişide yoğun bir motivasyon, odaklanma ve “takıntılı düşünme” hali oluşur. Bu, romantik aşkın neden obsesif bir hal alabildiğini açıklar.

2. Nucleus Accumbens – Bağımlılık Devresi

  • Dopamin Dalgası: Aşıkken bu bölgedeki aktivite kokain kullanımı sırasında görülen aktiviteye benzer düzeylere ulaşır.
  • Fonksiyonel Değişim:
  • Ödül Beklentisi: Sevgiliden gelen bir mesaj veya temas, bu bölgede ani dopamin patlaması yaratır.
  • Yoksunluk Etkisi: Terk edilme durumunda, aktivitenin aniden düşmesi, fiziksel acıyla eşdeğer bir beyin tepkisine yol açar (ön singulat korteks ile bağlantılı).

3. Hippocampus – Aşk Anılarının Kaydı

  • Yapısal Değişiklikler: Uzun süreli aşk ilişkilerinde, bu bölgedeki gri madde yoğunluğunun arttığı görülmüştür.
  • İşlevsel Rol: Sevdiğiniz kişiyle ilgili anılar (kokusu, gülüşü) burada işlenir ve duygusal tepkiler tetiklenir.

4. Amigdala – Korku ve Güven Dengesi

  • Aktivite Azalması: İlginç bir şekilde, aşıkken amigdaladaki aktivite %30-40 oranında düşer. Bu, sevgiliye karşı duyulan kayıtsız güven hissini açıklar.
  • Risk Algısının Silikleşmesi: Aşık insanların mantıksız riskler almasının (örneğin, tanımadığı biri için şehir değiştirmesi) nörobiyolojik temelidir.

5. Anterior Cingulate Cortex (ACC) – Takıntı ve Acı İlişkisi

  • Aktivite Artışı: Karşılıksız aşkta, bu bölgenin aktivitesi fiziksel acı çeken bir insanınkiyle benzerlik gösterir.
  • Bilişsel Çatışma: “Biliyorum ama duramıyorum” hissi, ACC’nin prefrontal korteksle olan bağlantısının bozulmasından kaynaklanır.

Kokain Bağımlısı vs. Aşık Beyni: fMRI Karşılaştırması

Beyin Bölgesi Aşk Durumunda Kokain Kullanımında
Nucleus Accumbens Aşırı dopamin salınımı Aşırı dopamin salınımı
Prefrontal Korteks Aktivite azalması (mantık devre dışı) Aktivite azalması (kontrol kaybı)
VTA Yoğun aktivite Yoğun aktivite

Özet: Aşk, Beynin Kimyasını Nasıl Alt Üst Eder?

fMRI verileri, aşkın bir tür “geçici psikoz” yarattığını gösteriyor:

  • Ödül merkezleri aşırı çalışırken, mantıksal değerlendirme bölgeleri (prefrontal korteks) devre dışı kalır.
  • Bağlanma hormonları (oksitosin), beynin korku merkezlerini baskılayarak “kör güven” oluşturur.
  • Yoksunluk durumunda, aynı eroin bağımlılarında olduğu gibi, fiziksel ağrı devreleri aktive olur.

Bu bulgular, aşkın neden akıl almaz fedakarlıklara veya takıntılı davranışlara yol açabildiğini bilimsel olarak açıklıyor.

Aşkın Nörokimyası: Dopaminin İki Yüzü ve Bağlanmanın Biyolojik Temelleri

Dopamin – Aşkın Tutku Motifi: Beynin ödül sisteminin ana aktörü olan dopamin, romantik aşkın ilk aşamalarında adeta bir “kimyasal fırtına” yaratır. Yapılan fMRI çalışmaları, yeni aşık olan bireylerde dopamin salınımının %65 oranında arttığını ortaya koymaktadır. Bu durum:

  • Yoğun haz duygusu ve enerji artışı
  • Uyku düzeninde bozulmalar
  • Takıntılı düşünce kalıpları

gibi etkilere yol açar. Ancak bu kimyasal coşku, aynı zamanda bir bağımlılık döngüsü yaratır. 2023’te Nature Human Behaviour’da yayınlanan bir meta-analiz, terk edilen bireylerin beyinlerinde dopamin reseptör aktivitesinin %40 azaldığını göstermiştir.

Aşk Acısının Nörobiyolojisi

Terk edilme durumunda ortaya çıkan semptomlar, madde yoksunluğu sendromuyla çarpıcı benzerlikler gösterir:

  1. Anterior singulat kortekste aktivite artışı (fiziksel ağrıyla aynı bölge)
  2. Prefrontal korteks işlevlerinde bozulma (karar verme yetisinin zayıflaması)
  3. Nucleus accumbens’te dopamin alımında keskin düşüş

Limerans: Patolojik Aşkın Anatomisi

Karşılıksız aşk durumunda gözlemlenen romantik takıntı (limerans), beynin ödül sisteminin fonksiyonel bozukluğundan kaynaklanır. 2022’de yapılan bir çalışma, limerans yaşayan bireylerde:

  • Orbitofrontal kortekste aşırı aktivite
  • Serotonin seviyelerinde %30’a varan düşüş
  • Amigdala-hippokampus bağlantısında bozulma tespit etmiştir.

Bağlanmanın Moleküler Temelleri

Vasopressin, Genetik Kodlanmış Sadakat: 12. kromozomda bulunan AVP geninin RS3 alleli, insanlarda bağlanma davranışlarını belirlemede kritik rol oynar:

  • Uzun allel taşıyıcıları daha yüksek sadakat eğilimi gösterir
  • Kısa allel taşıyıcı erkeklerde evlilik sorunları 2 kat daha fazla görülür
  • V1aR reseptör ekspresyonu eş bağlılığını doğrudan etkiler

Oksitosin, Moleküler Sevgi Bağı: “Bağlanma hormonu” olarak bilinen oksitosin, ilişkilerin uzun vadeli sürdürülebilirliğinde kilit rol oynar:

  • CD38 gen polimorfizmi oksitosin salınımını modüle eder
  • Doğum, emzirme ve cinsel ilişki sırasında pik seviyelere ulaşır
  • Güven duygusunu artırarak stresi %45 oranında azaltır
  • OXTR gen metilasyonu ilişki doyumunu etkiler

Güncel Araştırmalar Işığında

Son çalışmalar, romantik bağlanmanın epigenetik mekanizmalarla nesiller arası aktarılabileceğini göstermektedir. 2024’te yayınlanan bir araştırma, çocuklukta güvenli bağlanma deneyimi olan bireylerin:

  • Oksitosin reseptör geninde daha az metilasyon
  • Amigdala aktivitesinde düzenlenme
  • Yetişkinlikte daha sağlıklı romantik ilişkiler

geliştirdiğini ortaya koymuştur.

Modern Bilimde Aşk: Epigenetik ve Çevresel Faktörler

Genlerimiz aşkın temelini oluştursa da, çevresel faktörler de bu süreci şekillendirir. Epigenetik çalışmalar, yaşam deneyimlerimizin gen ifadesini değiştirebildiğini ortaya koymuştur. Örneğin:

  • Çocuklukta yaşanan güvenli bağlanma, yetişkinlikte daha sağlıklı romantik ilişkilere yol açabilir.
  • Stres, travma veya hormonal dengesizlikler, aşkın biyokimyasını bozabilir.

Sonuç: Aşk Bir “Kader” mi?

Aşk, genlerimizin ve hormonlarımızın yönlendirdiği karmaşık bir biyokimyasal süreçtir. Ancak bu, onun bir “kader” olduğu anlamına gelmez. İnsan bilinci, bu kimyasal süreçleri yönetebilir, ilişkilerini bilinçli tercihlerle şekillendirebilir.

Belki de aşkın güzelliği, onun hem biyolojik bir zorunluluk, hem de insan ruhunun en derin ifadesi olmasındadır.

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
Institute for Genetics
University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz

Kromozomal bozukluklar ve cinsiyet belirsizliği

İnsan vücudunun her hücresinde 23’ü anneden, 23’ü de babadan gelmek üzere 46 adet kromozom bulunmaktadır. Kromozomların ilk 22 çifti 1 den 22 ye kadar numaralandırılmış olup bunların dışında X ve Y adında 2 adet de cinsiyet kromozomu bulunmaktadır.Untitled-8 Sağlıklı bir vücutta 22 çift + 2 tek cinsiyet kromozomu bulunmaktadır. Cinsiyet kromozomları kişinin erkek veya kız olmasına göre ya XX, ya da XY olmaktadır.

  1. Sağlıklı bir erkekte, anneden gelen bir adet X kromozom ile babadan gelen bir adet Y kromozomu bulunur.
  • Buna göre erkek cinsiyet kromozom seti XY, Genotipi ise 46 XY dir.
  1. Sağlıklı bir kadında, anneden gelen bir adet X kromozomu ile babadan gelen bir adet X kromozomu bulunur.
  • Buna göre kadın cinsiyet kromozom seti XX, Genotipi ise 46 XX dir.

Bazen insanda 46XY ve 46XX genotipinin dışında başka genotiplerde bulunabilmektedir. Bu genotipler kalıtsal nedenlerden kaynaklanan rahatsızlıklardır.

Cinsiyet belirsizliğinin çeşitli sebepleri bulunmaktadır

İntersexsüalite (Intersex)

Döllenmenin gerçekleştiği ilk evrelerde cinsel organ oluşumu başlamaz. Ancak ilerleyen safhalarda embriyo tarafından ya testosteron üretilerek penis oluşur yada testosteron üretilmez vajina oluşur.

İnterseksüeller ne genetik olarak, ne anatomik olarak, ne de hormonal olarak kadın veya erkek sınıfına girer. Intersexsüllerin çoğunda mikro-penis ve büyük bir vajina bulunurken, bazı vakalarda sadece küçük bir penisi andıran büyük bir klitoris bulunur.

Androgen Sendromu

Böbrek üstü bezlerinde görülen kalıtsal metabolik bir hastalıktır. Androgen Sendromu rahatsızlığı bulunan kişilerde böbrek üstü bezleri rutin fonksiyonlarını yerine getiremediği için kortizol ve aldosteron hormonu normal seviyede salgılanmaz. Yeterli miktarda üretilemeyen kortizol ve aldosteron hormonu, hipofiz ve hipotalamusta sexül hormon dengesinin bozulmasına sebep olur. Bu hormonal denge bozukluğu kadınlarda erkeksi görünüme sebep olurken, erkek çocuklarda erken gelişmeye sebep olur.

Swyer Sendromu (XY-Kadını)

Swyer Sendromu(XY-Kadını) kişilerde testosteron hormonunun üretimi kısmen yada tamamen bloke olduğu için bu kişiler genetik olarak erkek, görüntü olarak kadındırlar.

Swyer Sendromu bulunan kişilerin Y Kromozomu üzerinde bulunan Sex determining region of Y denilen kısmı normalden kısadır ve bu kısalık SRY-Gen tarafından kodlanan Testis determining factor hormonunun hatalı üretilmesine sebep olur ki, buda erkeksi görünümü sağlayan testosteron hormonu üretiminin kısmen yada tamamen bloke olmasına sebep olur.

Belirgin özellikler

  • XY-Kadını görüntü olarak XX kadınından pek fazla ayırt edilmezler.
  • XY-Kadınının koltuk altı ve genital bölgelerindeki kıllanmalar seyrektir.
  • Büyükçe bir klitorise, rahim ve vajinaya sahip olmalarına rağmen yumurtalıkları yoktur.

XY-kadınının toplumda görülme sıklığı 1:3000 dir. Swyer Sendromlu embriyoların %98’i hamileliğin ilk ayında rahimde ölür.

Klinefelter-Sendromu (47 XXY veya 46 XY /47 XXY)

Klinefelter-Sendromu çoğunlukla erkeklerde görülen bir rahatsızlıktır. Fazladan bir X kromozomu daha bulunur. Çocukluk çağlarında cinsel organlar normal gelişme gösterirken, ergenlik çağında testislerde küçülme ve buna bağlı olarak testosteron seviyesinde düşme ve spermlerde fonksiyon bozukluğu görülür.

 Belirgin özellikler:

  • Yetişkinlerde genellikle ortalamanın üzerinde bir boy, alışılmışın dışında uzun kollar, bacaklarda kızarıklık ve dirseklerde kırışıklıklar görülür.
  • Çocuklarda kas zayıflığı, durgunluk, kendine güvensizlik ve sosyal iletişim kurmada bir takım zorluklar görülür.

Klinefelter-Sendromunun toplumda görülme sıklığı 1:590 ile 1:900 arasıdır. Sadece Almanyada bilinen 80000 Klinefelter-Sendromlu kişi bulunmaktadır.

Turner-Sendromu (45,X0 veya 45,X/46,XX)

Kadınlarda görülen genetik bir rahatsızlıktır. İki tane olması gereken X kromozomlarından bir tanesi ya hiç yoktur, yada bir parçası kayıptır.

Belirgin özellikleri:

  • Kısa boy (~1,45 m).
  • Gelişmemiş yumurtalıklar.
  • Kısırlık.
  • Kısa ve omuzlara doğru genişleyen bir boyun.

Toplumda görülme sıklığı 1:2500 civarındadır

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

 Kaynaklar

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz. 

Maneviyat, doğurganlık ve genler

Dünyada çeşitli ülkelerde anketler yapan „World Values Survey“ adlı bir kuruluş, 1981 ile 2004 yılları arasında, 82 ülkede inanç ile çocuk sayısı arasındaki ilişkiyi ele alan bir araştırma yaptı.

Bu araştırmaya göre;

  • Haftada birden fazla ibadet yapan kişilerde ortalama çocuk sayısı 2,5
  • Ayda ortalama bir kez ibadet edenlerde çocuk sayısı 2,01
  • Extrem dindar, örneğin „Amish* gibi tarikatlarda ortalama çocuk sayısı 6,2
  • Seküler ve hiçbir dine mensup olmayan ateistlerde ise ortalama çocuk sayısı 1,67 dır.

Bu araştırmadan çıkan sonuç: Ne kadar fazla maneviyat, o kadar fazla çocuk sayısı…

Cambridge üniversitesinden ekonomi profesörü Robert Rowthorn, yapmış olduğu model hesaplama yöntemi ile toplumda azınlık durumundaki bir tarikatın, belirli bir süre sonra çoğunluk durumuna gelmesinin kaçınılmaz olduğunu gösteriyor.

Prof. Rowthorn ayrıca, „Dindarlık, Doğurganlık ve Genler“ arasındaki ilişkiye dikkat çekerek, dinlerin evrimsel süreçte genler aracılığı ile populasyonların sosyal yapısına değiştireceğini söylüyor. Prof. Rowthuorn´un geliştirmiş olduğu bu model dindarlığa sebeb olan geninin, gen havuzunda çok hızlı bir şekilde artarak dominant duruma geçeceğini dolayısı ile dindar nüfusun aşırı bir şekilde artacağını gösteriyor.

Dindarlık genin, birçok seküler ve ateistlerde de çekinik olarak bulunabileceğine dikkati çeken Prof. Rowthorn, yapmış olduğu bu çalışmayı „Proceedings of the The Royal Society B“ dergisinde yayınlamıştır(1).

Seküler ve ateistlerin populasyonda varlıklarını sürdürebilmesi için en az ortalama iki çocuk yapmaları gerekirken bu sayıya hiçbir zaman ulaşamamışlardır.

Genler inanışa nasıl etki eder

Bu soruyu cevaplamadan önce genlerin yapısı ve fonksiyonlarına kısaca göz atmak gerekiyor. Genler, yapısal ve fonksiyonel görevleri olan protein / hormon / enzimlerin üretilmesini sağlayan genetik şifreyi içerir.

Her insanda aynı genler olmasına rağmen her gen kişiden kişiye küçük değişiklikler içerir. Bu küçük değişiklikler deri rengi, boy, saç rengi, göz rengi, kan grubu gibi, kişiden kişiye değişebilen yapısal farkların oluşmasını sebep olur.

Bazı genler ise, korku, cesaret, neşe, heyecan, stres, inanç, sevgi, arkadaş seçimi, eş seçimi, yetenek gibi kişiden kişiye değişebilen fonksiyonel farkların oluşmasını sağlar. Bunlar genelde soyut fonksiyonları olan bu genlerdir ve çoğunlukla çevrenin etkisi ile çalışmaya başlar ve birçok genin açılıp kapanmasını tetikleyerek zincirleme reaksiyonlar şeklinden devam eder. Bazı genlerin fonksiyonları ise çevre etkisine gerek kalmadan direkt doğumla birlikte başlar. (Örneğin; yılan gören tüm canlılar böbrek üstü bezlerinde bulunan ADRA1D* geni tarafından adrenalin salgılanarak, beyin „kaç“ komutu verir. Tüm canlılar hayatlarında hiç yılan görmeseler bile yılandan korkar (istisnalar hariç). Sadece korkunun şiddeti farklıdır. Kimisi az, kimisi çok korkar. Korkudaki bu şiddetin farkı ADRA1D genindeki küçük değişikliklerden kaynaklanır. Gendeki bir harflik küçük bir değişiklik, farklı yapıda adrenalin salgılanmasına sebeb olur.)

Bilim inanç için ne diyor ?

Oxford üniversitesinden evrim biyoloğu Prof Dawkins, yeryüzünde bulunan yüzlerce dinin, generasyondan generasyona ebeveynler aracılığı ile aktarılan kültürel bir olgu(Mem) olduğunu söylüyor ama asıl önemlisi dine yönelimin genlerin kontrolünde olduğunu belirtiyor. Dawkins evrimsel süreçte, üremeyi belirleyen genler ile inancı belirleyen genler arasında karşılıklı etkileşime dikkat çekiyor.

Dawkins maneviyat için şöyle diyor: „Evren nasıl olmuştur, insan nasıl olmuştur, ölümden sonra ne olacak “gibi cevabı zor sorular karşısındaki bilinmezliğin yarattığı korkunun beyinde oluşturduğu imgesel yansımasıdır. “

Dawkins. „Bilinmezliğin oluşturduğu korkunun, genler tarafından üretilen hormonlar ile bastırılarak, beyin biyokimyasının değişmesine ve kişinin biat etmesine sebeb olur“ diyor,

Astrobiyolog Carl Sagen´da „Tanrının kapısını çalan bilim“ adlı kitabında da benzer bir ifade kullanmıştı. Hatta Carl Sagen biat etme hormonuna fantazi bir isim bile bulmuştu. Carl Sagen bu hormona „Theopin“ adını koymuştu.

Theo : Tanrı, Pin : Hormon isimlerinin arkasına gelen ek.

Minnesota üniversitesi’nde prof. Bouchard, çok küçük yaşta değişik ailelere evlatlık verilen tek ve çift yumurta ikizleri ile yapmış olduğu bir araştırmada, tek yumurta ikizlerindeki maneviyat benzerliğinin %62, çift yumurta ikizlerindeki benzerliğin ise %2 olduğunu bulmuştur. Prof. Bouchard araştırmasında, tek yumurta ikizlerinin bakıcı ailelerinden bağımsız dinsel bir kimlik geliştirdiklerini söylüyor ve bu dinsel kimliğin tek yumurta ikizlerinde %62 oranında benzerlik sağlamasının ancak genlerle açıklanabileceğini savunuyor(2)(3).

Not: Tek yumurta ikizleri genetik olarak birbirlerine çok benzerken çift yumurta ikizlerinde bu benzerlik çok daha azdır.

VMAT2 / God Gene (Tanrı Geni)

Kaliforniya Redline Üniversitesinden genetikçi Prof. Dean Hamer, inançlı ve inançsız birçok insanla yapmış olduğu gen analizlerinde, 10. kromozomda bulunan VMAT2 genin 52., 54., ve 71. pozisyonlarıda noktasal mutasyonlar (polymorphic) bulmuştur. Dean Hamer bu noktasal mutasyonlardan kaynaklanan hormonal farkın maneviyatta belirleyici rol aldığını söylüyor. Dean Hamer, ayrıca maneviyatı belirleyen onlarca daha gen olduğunu söylüyor(4).

Dünyayı bekleyen tehlike: Uzmanlar, yakın gelecekte dominant karakterdeki dindarlık genlerinin, popülasyon nüfusunu artırmadaki eğiliminin, sınırlı olan doğal kaynakların kullanımında problemler çıkartabileceğine dikkat çekiyor.

Sonuç

Dünya nüfusunun genlerin kontrolünde, kontrolsüz bir şekilde artması ile, dinler arası büyük savaşların çıkması kaçınılmaz olabilir. Nüfusuna güvenen her tarikat, her dinsel grup diğerini tahakküm altına almak isteyebilir.

Açıklama: Prof. Rowthorn „Dindarlık, Doğurganlık ve Genler“ üzerine yapmış olduğu bu çalışma genetikçiler için yabancı olmayan bir konuydu.


  • Amish*: Bu tarikattaki üye sayısı 1991 ile 2010 yılları arasında 123.000 den 249.000 çıkmıştır. Tarikatın üye sayısı bu şekilde artmaya devam ederse yüzyılın sonuna doğru 7 milyon olması bekleniyor. Ortodoks bir tarikat olan Haedi’de de durum aşağı yukarı aynı
  • ADRA1D geni*:  Adrenalin, insanda farklı kromozomlarda bulunan 8 gen tarafında değişik formlarda salgılanır. Bu değişiklikler bazen normların dışında büyük mutasyonlar şeklinde de olabilir.

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
Institute for Genetics
University of Cologne
++++++++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar :

  1. Religion, fertility and genes: a dual inheritance model
  2. Intrinsic and extrinsic religiousness: genetic and environmental influences and personality correlates
  3. Experimenting with Spirituality: Analyzing The God Gene in a Nonmajors Laboratory Course

Bu blogtaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Eş ve arkadaş seçiminde genlerin rolü

Eş ve arkadaş seçiminde genetik benzerliklerin ve farklılıkların bilinçsizce büyük rol oynadığı bilimsel olarak kanıtlanmıştır. İnsanların, farkında olmadan genetik uyuma göre seçimler yaptığı ve bu seçimlerin  nörobiyolojik ve çevresel faktörlerle iç içe geçtiği görülmektedir.

Genetik Uyumu ve Nörobiyolojik Mekanizmalar

Nörobiyolojik araştırmalar, sosyal tercihlerin somut biyolojik temellere dayandığını ortaya koymaktadır. Oksitosin, dopamin ve serotonin gibi nörotransmitterler, eş ve arkadaş seçiminde kritik bir rol oynar. Oksitosin, güven ve bağlanma mekanizmalarını güçlendirerek, genetik olarak “uyumlu” bireylere karşı daha derin sosyal bağlar kurulmasını sağlar.

Beyin görüntüleme teknikleri, bireylerin genetik olarak benzer veya uyumlu oldukları kişilerle daha güçlü sosyal bağlar kurduğunu göstermektedir. Örneğin, belirli MHC gen dizilimleri, bireylerin birbirlerine karşı bilinçdışı bir çekim hissetmesine neden olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak genetik yatkınlıklar tek belirleyici değildir; çevresel faktörler de bu dinamikleri şekillendirmede kritik bir rol oynar.

Nitekim epigenetik araştırmalar, çevresel faktörlerin sosyal bağlar üzerindeki uzun vadeli etkisini inceleyerek genetik eğilimlerin nasıl değiştirilebileceğini anlamamıza yardımcı olmaktadır.

Eş Seçimi: Bilinçaltımızın Genetik Şifresi

Göz alıcı bir gülüş, çekici bir duruş ya da samimi bir kahkaha… Peki ya eş seçimimizin ardında, evrimsel sürecin bize fısıldadığı çok daha derin bir gerçek yatıyorsa? Bilim, aşk dediğimiz bu “büyülü” sürecin aslında genlerimizin sessiz bir stratejisi olduğunu ortaya koyuyor.

İsviçreli biyolog Claus Wedekind’in ünlü “terli tişört deneyi”, bu iddiayı şaşırtıcı bir şekilde kanıtlıyor: Kadınların kokusunu en çekici bulduğu erkeklerin MHC genleri, kendilerinkinden farklı ancak bağışıklık sistemini güçlendirecek şekilde uyum sağlıyordu. Yani bilinçaltımız, gelecek nesillerin hastalıklara dirençli olması için adeta bir “genetik denge” arıyor!

Hayvanlar aleminde de durum farksız: MHC’leri neredeyse aynı olan fareler birbirlerine adeta “soğuk” davranırken, genetik çeşitlilik gösteren çiftlerin yavruları çok daha sağlıklı oluyor. Peki ya insanlar? Araştırmalar, bizim de farkında olmadan bağışıklık sistemimizi tamamlayacak eşleri seçme eğiliminde olduğumuzu gösteriyor. Demek ki aşk, sandığımızdan çok daha “hesaplı” bir oyun!

Arkadaş Seçimi: Genlerimiz Bize “DOĞRU Kişileri” Nasıl Seçtiriyor?

Yanınızda en çok vakit geçirdiğiniz arkadaşlarınızı düşünün… Peki bu seçimlerinizin ardında, genetik kodlarınızın gizli bir “uyum algoritması” yattığını biliyor muydunuz?

Bilim, sosyal çevremizi şekillendirirken farkında olmadan genetik benzerlik radarımızı kullandığımızı ortaya koyuyor. Özellikle:

  • DRD2 geni (alkol bağımlılığıyla ilişkili): Aynı varyasyona sahip bireyler arasında spontan bir yakınlık oluşuyor. Sanki beyin kimyaları “seni anlıyorum” diye fısıldıyor!
  • CYP2A6 geni (kişilik oluşumunda etkili): Farklı varyantlara sahip insanlar birbirini dengeleyici bir uyumla çekiyor. Adeta genetik bir “tamamlayıcılık” söz konusu!

İlginç olan şu: Bu mekanizma, atalarımızdan bize miras kalan bir hayatta kalma stratejisi. Benzer genlere sahip insanlarla kurduğumuz bağlar, tarih öncesinde güvenli sosyal ağlar oluşturmamızı sağlıyordu.

Genetik yazgımız mı, özgür seçimimiz mi? çevrenin şaşırtıcı gücü

Ancak genler kader değil! Epigenetik bilimi, DNA’mızın çevresel faktörlerle nasıl “yeniden yorumlandığını” göstererek bu tabloya dinamik bir boyut ekliyor:

Kültürün Zaferi:

Akraba evliliklerinin yaygın olduğu toplumlarda genetik benzerlik öne çıkarken, Çok kültürlü şehirlerde farklı genetik profiller birbirini cezbediyor.

Medyanın Gizli Eli:

Dizilerde romantize edilen “ideal partner” imgeleri, genetik eğilimlerimizi sosyal beklentilerle çatıştırabiliyor.

Kişisel Tarihiniz:

Çocukken sevdiğiniz bir öğretmenin kişiliği, ileride arkadaş seçimlerinizde genetik önyargılarınızı bile değiştirebiliyor!

Çarpıcı Sonuç:

Genlerimiz bize bir pusula veriyor ama rotamızı çizen; yaşadıklarımız, öğrendiklerimiz ve içinde debelendiğimiz kültürdür.

Geleceğin İlişkileri: Genetiğin sınırlarını aşan keşifler bizi nereye götürecek?

Şu anda bir devrimin eşiğindeyiz! DNA dizileme teknolojilerindeki baş döndürücü gelişmeler, yakın gelecekte belki de:

  • Flört uygulamalarında “genetik uyum skoru” göreceğiz (Elbette etik tartışmalarıyla birlikte!),
  • Doğum haritanızı çıkaran algoritmalar, sosyal çevrenizi optimize etmek için kullanılacak,
  • Epigenetik terapi yöntemleri, travmaların nesiller arası aktarımını kırarak ilişki kalıplarımızı kökten değiştirecek!

En heyecan verici olanı? Yapay zeka, milyonlarca insanın genetik ve sosyal verilerini analiz ederek, şimdiye dek hayal bile edemediğimiz bağlantıları ortaya çıkaracak. Örneğin:

▸ Neden bazı kültürlerde “tezat çiftler” daha mutlu?
▸ Göçmenlerin yeni arkadaş edinme biçimleri gen havuzunu nasıl dönüştürüyor?

Ancak dikkat! Bu teknolojiler “insan kimyasını” laboratuvar deneyine çevirme riski taşıyor. Belki de aşkın güzelliği, tam da bu öngörülemezlikte yatıyordur?

Sonuç: Genler Bize Yolu Gösterir Ama Yürüyen Biziz

Bir düşünün: Tarih öncesinde bir mağarada, MHC genleri uyumlu iki insanın birbirine yaklaşmasıyla başlayan bu hikaye, bugün Tinder algoritmalarına evrildi!

Özetle:

  • Genetik pusula bize ilham verir, ancak aşkın şiirini yazmak yine de bizim seçimlerimize kalır.
  • Çevresel etkenler, genetik kaderimizi adeta bir “ikinci şans” gibi yeniden yazma gücüne sahip.
  • Teknoloji, bu dansı daha da karmaşık hale getirirken, insanlığımızı korumak en büyük meydan okuma olacak.

Belki de gerçek mucize: Binlerce yıldır, genlerimizin sessiz fısıltılarına rağmen, hâlâ beklenmedik insanlara kapımızı açabilmemizdir. İşte bu “kusurlu” öngörülemezlik, bizi insan yapan şey olabilir!

Mehmet saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
Institute for Genetics
University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. MHC-Dependent Mate Preferences in Humans
  2. Correlated genotypes in friendship networks

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Sigara alışkanlığı ve genetik yatkınlık

Sigarayı bırakmak mümkün mü? 

Bu sorunun cevabı kimine göre mümkün kimine göre imkansız… Nature Genetics dergisinin 19 ekim 2009 tarihli sayısında yayımlanan bir araştırma toplumda yaygın olan görüşün aksine sigarayı bırakmada iradeden çok genetik mutasyonların önemli olduğunu gösteriyor.

Bu araştırmadan çıkan sonuca göre sigarayı bırakabilmek ya da bırakamamak genlerimizde bulunan noktasal mutasyonların(SNP)* nerede ve nasıl olduğuna bağlı olarak değişiklik gösteriyor.

Sigara alışkanlığının nedeni genlerimizde saklı Daha önce yapılan birçok araştırma da sigara bağımlılığının derecesinin kişiden kişiye değişen gen varyasyonlarından (mutasyonlar) kaynaklandığını gösteriyordu. Bu mutasyonlar gerek Nature Genetics dergisinde yayınlanan makaleler ile gerekse Decode Genetics ve Pharmariese Glaxo-Smith-Kline adlı firmaların yapmış olduğu çalışmalar ile defalarca teyid edilmiştir..

Son yapılan bu çalışma ise sigara bağımlılığı ile direkt ilgisi bulunan mutasyonların hangi gende ve genin neresinde bulunduğunu gösteriyor. 140.000 kişi ile yapılan bu büyük çaplı genetik çalışma çeşitli kromozomlar üzerinde bulunan ve kişiden kişiye değişen noktasal mutasyonların nerede oldugunu tam olarak göstermesi ve kişinin günlük sigara tüketimini belirlemesi açısından büyük önem taşıyor.

Başka bir ifadeyle mutasyonun yeri ve şekli sadece ne kadar kuvvetli sigara tiryakisi olacağımıza karar vermekle kalmıyor aynı zamanda sigarayı kolay mı yoksa zor mu bırakacağımıza ve hatta hangi hastalıklara daha yatkın olduğumuza da kara veriyor.

Örneğin;

  • 8. ve 19. kromozomda mutasyon bulunanlar çok sigara içiyorlar. Bu grup aynı zamanda akciğer kanseri riskininin en yüksek olduğu grup.
  • 15. kromozomda mutasyon bulunanlar da çok sigara içmekle beraber bunların tiryakiliği ve hastalığa yakalanma riski biraz daha düşük.
  • 11. kromozomda mutasyonu bulunanlar bir ihtimal çok sigara içiyorlar. (tam olarak belli değil)
  • 9. kromozomdaki mutasyon özel bir mutasyon olduğu için bu gruptakiler hafif tiryaki oluyorlar.

Sonuç

Sigara içildikçe beyinde sürekli dopamin ve serotonin salgılanarak keyif alınıyor.  Genlerinde bu varyasyonlar bulunanlar eğer bir şekilde sigaraya başlarsa vücutları en kısa zamanda nikotine bağımlı hale gelebilir. Nikotin, Dopamin ve Serotonin salgılanmasını tetikleyerek kişinin sürekli keyif almasına, keyif aldıkça sigara içmesine, sigara içtikçe keyif almasına sebep olmaktadır.

Sigaraya hiç başlamamış kişilerin genlerinde bulunması muhtemel bu mutasyonları düşünerek sigaraya hiç el uzatmaması gerekir. Çünkü vücut bilinmeyen keyfe yabancıdır ve hiçbir zaman bu keyfe ihtiyaç duymayacaktır.

Mutasyonlar neden önemli

Genlerdeki nükleotid dizilimininin sırası o genin sentezleyeceği enzimin genetik şifresini içerir. Mutasyonlu genlerde ise bu şifre farklıdır ve bu farklılık olması gerekenden farklı bir enzimin sentezlenmesine sebep olur. Mutasyon nedeni ile yapısı değişen enzim beyindeki Nikotin Yakalayıcı Reseptörler tarafından yakalanır. Yakalanan bu enzim beyinde mutluluk hormonu olarak adlandırılan dopamin ve serotonin üretilmesini tetikler.

SNP*DNA ların yapı taşı olan nükleotidlerden sadece bir tanesinin “A” yerine “G”, veya “C” yerine “T” gelmesi şeklinde olan mutasyonlardır Sigara bağımlılığının derecesini belirlemede önemli rol oynayan bu noktasal mutasyonlara Single Nucleotide Polymorphism(SNP)* adı verilmektedir.

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
Institute for Genetics
University of Cologne
++++++++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. Sequence variants at CHRNB3CHRNA6 and CYP2A6 affect smoking behavior
  2. Genome-wide meta-analyses identify multiple loci associated with smoking behavior

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Sigara, içildikten 15 dakika sonra genlere zarar vermeye başlıyor.

Dünyada hergün 3000 kişi sigaranın sebep olduğu akciğer kanserinden ölüyor. Sigaranın akciğer kanseri dışında 18 kanser çeşidine daha sebep olduğu bilinmektedir.

Minnesota üniversitesi toksikoloji bölümünün 12 gönüllüden oluşan sigara içicisi ile yapmış olduğu bir araştırma, sigaranın vücuda vermiş olduğu zararın tahmin edilenden çok daha hızlı olduğunu ortaya çıkardı.

Sigarada bulunan ve akciğer kanserine sebep olan Polycyclic aromatic hydrocarbons’ların (PAHs)* vücuda hangi hızda zarar verdiği şimdiye kadar pek bilinmiyordu. Şu ana kadar akla gelmeyen basit ama etkili bir yöntem ile bu zarar artık ölçülebiliyor.

Metot

Bu uygulama, başka bir bir PAHs olan phenanthrene nin yapısındaki hidrojen atomu çıkarılarak yerine Etiketlenmiş deuterium konulması ile yapılıyor. (Bu değişiklik etiketlenmiş Deuterium un vücutta nereye gittiğinin kolayca takip edebilmek için.) tx-2010-00345x_0006

Sonuç

Yapısı değiştirilmiş sigarayı içen gönüllülerden 10’ar dakika ara ile alınan kan örneklerinin yapılan gen analizleri, içilen her sigaranın içildikten 15 dakika sonra vücutta atık madde üretildiğini gösterdi. (Bu tespit, etiketlenmiş deuterium takip edilmesi ile yapılıyor.)
http://saltuerk.files.wordpress.com/2011/05/ohnetitel.jpg?w=300

Oluşan bu atık maddeler DNA’ya kısa bir zaman içerisinde zarar vererek DNA’da mutasyonlar  oluşmasına sebep olmaktadır.

Ek bilgi : İçilen her 15 sigarada bir genetik mutasyon oluşmaktadır. Bu mutasyonların bazıları tümör oluşturarak kansere sebep olmaktadır. Sevindirici olan ise bu mutasyonların çoğu zararsız mutasyonlar olmasıdır. (Kaynak)

PAHs* lar, benzol halkalarından meydana gelen, yapısında Karbon ve Hidrojen moleküllerini bulunan vücut için zararlı bir kimyasallardır. Birçok değişik şekli bulunur, bunlardan bazıları Acenaphthylen, Acenaphthen, Fluoren, Phenanthren dir

Mehmet Saltürk

+++++++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
Institute for Genetics
University of Cologne
+++++++++++++++++++++++++++++

Kaynak

Immediate Consequences of Cigarette Smoking: Rapid Formation of Polycyclic Aromatic Hydrocarbon Diol Epoxides

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Aşk aptallaştırıyor

Aşk ve Beyin Kimyası: Gerçekten “Aptallaştırıyor” mu?

“Aşk insanı aptallaştırır,” ya da “aşkın gözü kördür” gibi günlük dilde sıkça kullandığımız ifadeler, aslında derin bilimsel temellere dayanıyor olabilir. Yüzyıllardır şairlere, yazarlara ilham veren, insanlık tarihinin en güçlü ve gizemli duygularından biri olan aşk, bilim dünyasının da merceği altında.

Uzun zamandır, aşkın insan beyninde yarattığı büyük kimyasal çalkantılar ve bu çalkantıların bilişsel süreçler üzerindeki etkileri, bilim çevrelerinin dikkatini çekiyor. Bu konuda yapılan pek çok çalışma, aşık bireylerin beyin kimyasında önemli değişiklikler olduğunu defalarca göstermiştir. Peki, bu büyüleyici ve aynı zamanda kafa karıştırıcı değişiklikler, gerçekten de bizi sosyal ve bilişsel anlamda “aptal” mı yapıyor, yoksa bu durumun arkasında daha karmaşık bir evrimsel mekanizma mı yatıyor? Gelin, bu sorunun yanıtını bilimsel veriler ışığında inceleyelim.

Hamster Çalışması: Aşkın Bilişsel Etkileri Laboratuvarda

Aşkın beyin üzerindeki etkilerini anlamak için hayvan modelleri üzerinde yapılan araştırmalar, insanlardaki karmaşık süreçlere dair önemli ipuçları sunar. Viyana Üniversitesi Davranış Biyolojisi bölümü tarafından Physiology & Behavior dergisinde yayımlanan dikkat çekici bir araştırma, aşkın bilişsel süreçler üzerindeki etkilerini oldukça net bir şekilde ortaya koydu. Bu çalışma, aşkın “kör edici” etkisi olduğu yönündeki yaygın inanışı bilimsel olarak test etmek amacıyla hamsterları denek olarak kullandı. Hamsterlar, kısa üreme döngüleri ve sosyal davranışları nedeniyle bu tür araştırmalar için uygun bir model olarak kabul edilir.

Araştırmacılar, çalışmayı yürütmek için hamsterları iki ana gruba ayırdı:

  • Çiftleşen Grup: Bu gruptaki her kafese bir erkek ve bir dişi hamster konularak, doğal çiftleşme davranışlarını sergilemeleri ve yeterince etkileşimde bulunmaları sağlandı. Bu, “aşık” veya “eşleşmiş” bir durumun laboratuvar ortamındaki bir modeliydi.
  • Yalnız Kalan Grup: Kontrol grubu olarak tasarlanan bu gruptaki hamsterlar ise kafeste tek başına bırakıldı. Bu sayede, çiftleşme ve ilişki kurma sürecinin bilişsel etkileri, sosyal izolasyonun etkilerinden ayrı tutulabildi.

Bu dikkatli ayrım, araştırmacıların çiftleşme deneyiminin bilişsel performans üzerindeki doğrudan etkilerini gözlemlemesine olanak tanıdı. Çalışmanın sonuçları, aşkın sadece duygusal değil, aynı zamanda bilişsel bir boyutu olduğunu güçlü bir şekilde ortaya koyacaktı.

Sonuçlar şaşırtıcıydı

Yalnız kalan hamsterlar labirent testini kolaylıkla tamamlarken, çiftleşen hamsterların tamamı bu testte başarısız oldu. Dahası, çiftleşen gruptaki hamsterların öğrenmeye karşı da belirgin bir ilgisizlik sergilediği gözlemlendi.

Laboratuvar ortamında yapılan hormon analizleri de bu durumu destekler nitelikteydi. Çiftleşen hamsterların beyinlerinde, yalnız kalan hamsterlara kıyasla çok daha fazla oksitosin (aşk hormonu) üretildiği saptandı. Daha önceki araştırmalar, yüksek oksitosin seviyelerinin hamsterlarda mantıklı düşünmeyi engellediğini ve bilişsel performansı düşürdüğünü zaten ortaya koymuştu.

Çiftleşen hamsterların labirent testindeki başarısızlığının bir diğer nedeni ise stres kaynaklı kortizol salgılanmasıydı. Aşırı kortizol üretimi, beynin hipokampüs bölgesini olumsuz etkileyerek bilgi akışını bozduğu biliniyor. Bu durum, aşkın sadece bilişsel yetenekleri değil, aynı zamanda stres seviyesini de artırabileceğine işaret ediyor.

İnsanlarda Durum ve Güncel Araştırmalar

Hamsterlar üzerinde yapılan bu çalışmalar, insanlardaki aşkın beyin üzerindeki etkilerine dair önemli ipuçları sunmaktadır. İnsanlarda oksitosin ve vazopressin hormonları, 20. kromozomda yer alan iki küçük gen tarafından kodlanır. Bu genlere aynı zamanda Eşe Bağlılık Geni de denir. Oksitosin OXT-001 geni, vazopressin ise AVP geni tarafından kodlanır.

Güncel Bilimsel Gelişmeler:

Son dönemdeki araştırmalar, bu genlerin farklı varyasyonlarının kişiden kişiye değişen bağlanma stillerini ve ilişki dinamiklerini etkileyebileceğini göstermektedir. Örneğin, AVPR1A geni üzerindeki belirli varyasyonlar (özellikle “RS3” ve “RS1” mikrosatellit bölgelerindeki tekrar sayıları), insanlarda eşe bağlılık, tek eşlilik ve hatta sosyal anksiyete ile ilişkilendirilmiştir. (1)

Ayrıca, fMRI (fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme) çalışmaları, aşık bireylerin beyninde ödül sistemiyle (ventral tegmental alan, nükleus akkumbens) ve duygu düzenlemesiyle (prefrontal korteks) ilişkili bölgelerde yoğun aktivasyonlar olduğunu ortaya koymuştur. Ancak aynı zamanda, eleştirel düşünme ve sosyal yargılamayla ilişkili beyin bölgelerinde aktivitenin azaldığı da gözlemlenmiştir. Bu durum, aşkın gerçekten de “kör” edici bir etkisi olabileceği fikrini desteklemektedir. (2)(3)

Güncel Bilimsel Gelişmeler: Genler ve Beyin Aktivitesi

Aşkın beyin üzerindeki etkilerine dair güncel bilimsel gelişmeler, bu karmaşık duygunun nörobiyolojik temellerini daha derinlemesine anlamamızı sağlıyor. Özellikle genetik yatkınlıklar ve beyin aktivitesindeki değişimler bu alandaki önemli bulguları oluşturuyor.

Son dönemdeki araştırmalar, belirli gen varyasyonlarının kişiden kişiye değişen bağlanma stillerini ve ilişki dinamiklerini etkileyebileceğini göstermektedir. Örneğin, vazopressin reseptör 1a geni (AVPR1A) üzerindeki belirli varyasyonlar (özellikle “RS3” ve “RS1” mikrosatellit bölgelerindeki tekrar sayıları), insanlarda eşe bağlılık, tek eşlilik ve hatta sosyal anksiyete ile ilişkilendirilmiştir (1). Bu bulgular, genetik mirasımızın romantik ilişkilerdeki davranışsal eğilimlerimizi nasıl şekillendirebileceğine dair önemli ipuçları sunmaktadır. Bu genetik farklılıklar, bireylerin romantik partnerleriyle kurdukları bağın gücünü ve doğasını etkileyebilir.

Ayrıca, fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) çalışmaları, aşık bireylerin beyninde belirgin aktivasyon ve deaktivasyon örüntülerini ortaya koymuştur. Aşık bireylerin beyinlerinde özellikle ödül sistemiyle ilişkili bölgeler olan ventral tegmental alan (VTA) ve nükleus akkumbens gibi bölgelerde yoğun aktivasyonlar gözlemlenmiştir. Bu bölgeler, dopamin salgılayarak keyif ve motivasyon duygularını tetikler ve aşkın neden bu kadar güçlü ve bağımlılık yapıcı bir deneyim olduğunu açıklar. Duygu düzenlemesiyle ilişkili olan prefrontal korteks gibi bölgelerde de aşka özgü aktivasyon artışları bildirilmiştir. Bu durum, aşkın yoğun duygusal deneyimlerini yönetmede beynin bu bölgelerinin rolünü vurgular.

labirent b

Ancak aynı zamanda, eleştirel düşünme ve sosyal yargılama ile ilişkili beyin bölgelerinde aktivitenin azaldığı da gözlemlenmiştir. Bu durum, aşkın gerçekten de “kör edici” bir etkisi olabileceği fikrini desteklemektedir. Aşık olduğumuzda, partnerimizin kusurlarını görmezden gelme veya olumsuz özelliklerini minimize etme eğiliminde olabiliriz. Bu bilişsel değişiklikler, romantik bağın kurulmasını ve sürdürülmesini kolaylaştıran bir evrimsel mekanizma olabilir. (2)(3)(4)

Sonuç: Aşkın Büyüsü ve Bilimsel Gerçeği

Aşk, insan deneyiminin en güçlü ve gizemli yönlerinden biri olmaya devam ediyor. Bu duygu, sadece kalbimizde hissettiğimiz bir coşku değil, aynı zamanda beyin kimyamızı derinden etkileyen ve davranışlarımız üzerinde güçlü bir rol oynayan karmaşık bir nörobiyolojik olgudur. Bilimsel bulgular, aşkın basit bir duygu olmanın ötesinde, belirli nörobiyolojik süreçlerle yakından ilişkili olduğunu ve hatta bilişsel yeteneklerimiz üzerinde beklenmedik ve çoğu zaman şaşırtıcı etkilere sahip olabileceğini gözler önüne sermektedir.

Hamsterlardan insanlara uzanan bu araştırmalar, oksitosin ve vazopressin gibi “aşk hormonlarının” beynimizde yarattığı biyokimyasal fırtınanın, mantıklı düşünme ve eleştirel yargılama gibi süreçleri nasıl etkilediğini ortaya koymaktadır. Ödül sistemi bölgelerindeki aktivasyon artışı, aşkın neden bu kadar bağımlılık yapıcı ve motive edici olduğunu açıklarken; sosyal yargılama ve eleştirel düşünme bölgelerindeki aktivite azalması, popüler kültürdeki “aşkın gözü kördür” ifadesinin aslında bilimsel bir gerçeğe dayandığını göstermektedir.

Aşık olduğumuzda, partnerimizin kusurlarını daha az fark edebilir, hatta onları idealize etme eğiliminde olabiliriz. Bu durum, ilişkinin başlangıç aşamalarında bağlanmayı ve uyumu kolaylaştıran evrimsel bir mekanizma olarak da yorumlanabilir.a Dolayısıyla, aşkın sadece soyut bir duygu olmadığını, aynı zamanda genetik yatkınlıklarımız ve beyin kimyamızla iç içe geçmiş, somut biyolojik temellere sahip bir olgu olduğunu anlamak önemlidir. Belki de bu bilimsel gerçekler, aşkın gizemini azaltmak yerine, ona daha derin ve hayranlık uyandıran bir boyut kazandırıyor.

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
Institute for Genetics
University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

 Orijinal makale

Spatial learning and memory differs between single and cohabitated guinea pigs

  1. Genetic variation in the vasopressin receptor 1a gene (AVPR1A) associates with pair-bonding behavior in humans
  2. Love-related changes in the brain: a resting-state functional magnetic resonance imaging study
  3. What happens in your brain when you’re in love?
  4. The neural basis of romantic love.

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Alzheimer tedavisinde yeni bir umut, Statin

Alzheimer, şimdilik tedavisi mümkün olmayan hafıza kaybı hastalığıdır. Hastalığa sinir hücrelerinrn1652-f3 üzerinde birikerek beyne enformasyon akışını engelleyen Amyloid-beta-Peptid plakları sebep olmaktadır. Hastalığın erken safhasında, yakın geçmişle ilgi hafıza kaybı, ilerleyen safhada sıkça görülen unutkanlık ve son safhada ise tanıma fonksiyonlarında bozukluklar başlar.

Yapılan son araştırmalardan elde edilen sonuçlar, kolesterol düşürücü ilaçlarda kullanılan Statin‘in Amyloid-beta-Peptid plaklarını yok ettiğini gösteriyor ve bu da alzheimer hastalarının Statin içerikli ilaçlar ile tedavisinin mümkün olabileceği konusunda umut vaad ediyor.

Statin vücutta nasıl çalışıyor?

  • Statin, Amyloid-Beta-Peptid plaklarını parçalama özelliği olan IDE-enziminiF1.large* kodlayan genin çalışmasını teşvik ederek Amyloid-Beta-Peptid yok edilmesini sağlıyor(Statin´in bu etkisi, kolesterolü düşürme fonksiyonundan tamamen bağımsızdır.)
  • Statin, aynı zamanda İsoprenoid’ín sentezlenmesini engelliyor. İsoprenoid’ín engellenmesi beyinde Mikrogliazellen* oluşmasına, dolayısı ile IDE enziminin çoğalmasına sebeb oluyor, bu da yukarıda belirtildiği gibi Amyloid-Beta-Peptid plaklarının yok olmasını hızlandırıyor.

Sonuç : Statin`in metabolizmada nasıl çalıştığının anlaşılması, çıkacak olan yeni jenerasyon alzheimer ilaçların tedavide umut vereceğini gösteriyor.

  • IDE enzimi*: insulin degrading enzym.
  • Mikrogliazellen*Mikrogliazellen sinir hücrelerinin üzerinde koruyucu bir kılıf oluşturarak elektriksel izolasyonu sağlar.

Mehmet Saltürk

+++++++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
Institute for Genetics
University of Cologne
+++++++++++++++++++++++++++++

Kaynak

Statins Promote the Degradation of Extracellular Amyloid β-Peptide by Microglia via Stimulation of Exosome-associated Insulin-degrading Enzyme (IDE) Secretion

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.