Hangi spor ömrü uzatıyor

Sağlıklı kalmak için yapılması ve uyulması gereken birçok koşul var bunlardan biri de hiç kuşkusuz düzenli spor yapmak.

Spor yaparak olası birçok hastalıktan korunmak mümkün. Örneğin Kalp-Damar sistemini geliştirmesi, kandaki triglycerid seviyesinin azaltıp, iyi kolesterolü (HDL) artırması, sindirim sisteminin iyi çalışmasına yardımcı untitled-7olması, kasları ve bağışıklık sistemini güçlendirmesi, şeker toleransını iyileştirerek diyabet riskini düşürmesi gibi birçok faydası bulunmaktadır.

Sporun faydaları konusunda yapılmış ve yapılmakta olan o kadar birçok araştırma var. Önemli birkaç araştırmaya başlıklar halinde kısaca vermeden geçmeyelim.

  • Saatte iki dakika yürüyüş yapmak bile ömrü uzatıyor (1).
  • Fiziksel aktivite, şişmanlığa sebep olan FTO adındaki gen’in aktivitesini düşürerek kilonun kontrol altında tutulmasına ve metabolik bozulmanın önüne geçiyor (2).
  • Dans etmek gibi kısmen hafif sayılabilecek sportif aktiviteler yaşlılıkta zihinsel performansı yükseltiyor (3).
  • Fiziksel aktivite, depresyon mücadeleye yardımcı olan PGC-1α1 protein nin kandaki seviyesini artırıyor (4).

Kısaca spor için yaşam kalitesini yükselten ve ortalama ömrü uzatan ve popüler kültürün vazgeçilmez bir aktivitesidir diyebiliriz.

Her spor dalının etkisi farklı

Toplumda, “Hangi sporu yaparsan yap faydalıdır, yeterki hareket olsun“ gibi genel bir kanı hakim olmakla birlikte, yapılan araştırmalar çeşitli spor dallarının insan sağlığına ve ömrüne etkisinin farklı olduğunu gösteriyor.

Aşağıda bu konuda Sydney Üniversitesi’nden Emmanuel Stamatakis’in başkanlığında yapılmış bir araştırma bulunmaktadır. Araştırma, özellikle bazı spor, dallarının kardiyovasküler hastalıkları önlemede ve insan ömrünü uzatmada daha etkili olduğunu göstermesi açısından önemli. Hemen belirtmek fayda var, bu çalışma bir korelasyon çalışmadır. Başka bir ifade ile katılımcılara soru-cevap şeklinde sorularak yapılmış karşılaştırmalı istatistiksel bir çalışmadır. Yani katılımcıların laboratuvar ve patolojik sonuçlarının ele alındığı tıbbi bir araştırma değildir. Ayrıca bu araştırmanın başka bir zayıf noktası daha var, o da 80.306 kişi gibi çok büyük bir kitle ve 14 yıl gibi uzun bir süre yapılmış olmasına rağmen katılımcıların çoğuna fiziksel aktivitelerinin şekli ve sıklığı konusunda sadece bir kez soru sorulmuş olması ve katılımcıların daha sonraki fiziksel aktiviteleri bilinmiyor olması.

Her ne kadar konunun tıbbi boyutu şimdilik bilinmese de her istatistiksel araştırmada olduğu gibi bu araştırma da bize “sporun çeşidi ile sağlıklı yaşam ve uzun ömür arasında bir bağlantının olduğunu” söylüyor. Hiç kuşkusuz bu araştırmadan elde edilen sonuçlar ışığında yapılacak tıbbi ve biyolojik çalışmalar konunun metabolik boyutuna açıklık getirecek.long-life-tab1

Hangi spor ömrü uzatıyor

Madem ki her spor aynı oranda fayda sağlamıyor o halde uzun ve sağlıklı yaşamak için hangi spor yapmalıyız.  Bu sorulara Finlandiya’da bulunan Tampere UKK Enstitüsü, spor hekimliği bölümünden ve makalenin başyazarı olan Pekka Oja tarafından cevap arandı.

Bu araştırma, 1994 – 2008 yılları arasında İngiltere ve İskoçya’dan 80.306 kişi ve 11 değişik araştırma dosyasının incelenmesi ile yapıldı. Yaş ortalaması 52 olan katılımcılara 9 yıl boyunca belirli aralıklarla son dört haftada yaptıkları fiziksel aktiviteleri ve bu fiziksel aktiviteler esnasında nefes alıp vermede sorun yaşayıp yaşamadıkları, terleyip terlemedikleri ve genel sağlık durumları hakkında bazı sorular soruldu. Araştırmanın yapıldığı yıllar içerisinde 1.909’ü kalp ve damar hastalıklarından olmak üzere toplam 8790 katılımcı hayatını kaybetti.

Araştırmadan ortaya çıkan önemli sonuçlardan bazıları şöyle

En uzun ömür, tenis, squash (duvar tenisi) ve badminton (tüytop) sporu yapanlarda 

  • Katılımcıların yarısından biraz azının haftalık önerilen sürenin altında ve düzensiz spor yaptığı ve ölüm oranlarının bu grupta daha çok olduğu tespit edildi. Buradan şöyle bir sonuca varmak mümkün: Spor yapmak, ölüm riskini düşürüyor. Yani spor yaparak daha sağlıklı hatta daha uzun ve yaşamak mümkün ama disiplini bırakmamak kaydıyla.
  • Araştırmadan ortaya çıkan başka bir önemli sonuç ise Tenis, Squash (duvar tenisi) ve badminton (tüytop) gibi sporlarları yapanların diğer gruptaki sporculara göre % 47 oranında daha az ölüm riski taşıyorlar.
  • Aerobik, yüzme ve bisiklet de önemli ölçüde ölüm riskini düşüren ve daha uzun yaşamayı sağlayan sporlar arasında.
  • Koşu, yürüyüş ve futbolun ölüm riskini düşürdüğü yönünde bir bağlantı bulunamadı.
  • Raket sporları, yüzme ve aerobik yapanlarda kalp yetmezliği ve kardiyovasküler hastalıklardan ölümlere daha az rastlandı.

Sonuçlar hakkında açıklama yapan grup lideri Emmanuel Stamatakis, “Sporun hem şekli hem de yoğunluğu hastalıklara karşı korunmada ve ölüm riskini düşürmede etkili. Hatta bazı spor dalları düşük, bazıları yüksek yoğunlukta pozitif etki gösteriyor ve biz şu an için bunların altında yatan metabolik mekanizmanın ne olduğunu henüz bilmiyoruz” dedi. Emmanuel Stamatakis ayrıca bu araştırmanın sadece soru-cevap şeklinde bir korelasyon çalışma olduğunu, başka bir ifade ile karşılaştırmalı anket çalışması olduğunu, kesinlikle patolojik laboratuvar çalışması olmadığını bu yüzden araştırma sonuçlarının çok fazla abartılmaması gerektiğini belirtti.


Sporla ilgili hazırlanmış diğer yazılar


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

Associations of specific types of sports and exercise with all-cause and cardiovascular-disease mortality: a cohort study of 80 306 British adults

  1. http://cjasn.asnjournals.org/content/10/7/1145
  2. http://journals.plos.org/plosmedicine/article?id=10.1371/journal.pmed.1001116
  3. http://journal.frontiersin.org/article/10.3389/fnagi.2013.00005/full#h1
  4. http://www.cell.com/cell/abstract/S0092-8674(14)01049-6

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Tip 2 Diyabete karşı alınacak basit önlemler ve teşhis-tedavide gelişmeler

Şeker hastalığı „Diabetes mellitus“

Diabetes mellitus (Şeker hastalığı) genellikle genetik ve çevresel etkenlerin birlikte oluşturduğu ve kanda glikoz seviyesinin aşırı yükselmesi ile sonuçlanan kronik metabolik bir hastalıktır. Halk arasında şeker hastalığı olarak da geçen Diabetes mellitus tarihte bilinen en eski hastalıklardan biridir. Diabetes mellitus tarihte ilk olarak karşımıza eski Mısır yazıtlarında çıkmaktadır. Hastalık, yazıtlarda diyabet hastalarının idrarının tatlı olması anlamına gelen Tatlı sıvı yani Diabetes mellitus olarak geçmektedir.

untitled-12

***

Şeker, vücut için iyi bir enerji kaynağı olup karışık bir metabolik süreç sonunda hücrelere alınır. Sağlıklı insanlarda gıdalar yolu ile alınan şeker hücrelere taşınarak enerji kaynağı olarak kullanırken şeker hastalarında bu mekanizma düzgün çalışmadığı için kan şekerinin yükselmesine neden olur.

Şeker hastalığının Tip 1 Diyabet ve Tip 2 Diyabet olmak üzere iki ana grubu bulunmaktadır. Bu iki ana grubun dışında hastalığın alt grupları da bulunmaktadır. Bu grupların her birinin ortaya çıkma sebebi farklı olsa da hepsinin oluşturduğu temel sorun aynıdır.

Aşağıda, birçok insanı yakından ilgilendirecek Tip 2 Diyabet hakkında oldukça yeni sayılabilecek teşhis, tedavi ve hastalığa karşı önceden alınabilecek önlemler konusunda bazı bilimsel çalışmalar ve bu çalışmalardan ortaya çıkan sonuçlar yer almaktadır. Bu çalışmalara geçmeden önce hafızaları tazelemek adına Tip 2 Diyabet hakkında genel birkaç bilgiyi değinmekte fayda var.

Tip-2 diyabet nedir 

Tip-2 diyabet, pankreas tarafından üretilen insülinin yeterli üretilmemesi sonucu vücutta kan şekeri düzeyinin yükselişe geçmesiyle sonuçlanan metabolik bir hastalıktır. Hastalık uzun vadede başta kan damarları ve sinirler olmak üzere birçok organda geriye dönüşü olmayan kalıcı hasarlar meydana getirir. Kalp krizi, felç, böbrek yetmezliği, retina hasarı ve erektil disfonksiyon bu zararlardan bazılarına örnek teşkil etmektedir.

Tip 2 diyabet sadece yaşlılarda görülmüyor?

Geçmişte Tip 2 diyabet için yaşlılık hastalığı denirdi. Gerçekten de Tip 2 diyabet geçmişte gençler arasından pek görülmeyen, genellikle yaşlılarda görülen bir hastalıktı. Günümüzde hazır gıdalarda kullanılan katkı maddeleri, hareketsiz bir yaşam, aşırı kilo alımı ve çevresel faktörler gençlerin ve çocukların metabolizmalarının çok erken bozulmasına sebep oluyor. Bu da gençler ve çocuklar arasında başta Tip 2 diyabet olmak üzere diğer metabolik hastalıkların hızla yaygınlaşmasına sebep oluyor.

idf

Yapılan istatistiksel çalışmalar sadece ABD de genç nüfusun yaklaşık dörtte birinde öncü diyabet belirtilerinin olduğunu gösteriyor.

Uluslararası Diyabet Federasyonu (IDF), 6. Diyabet Atlasının verilerine göre dünyada her onbir yetişkinden biri diyabet hastası. Yine aynı kuruluşun verilerilerine göre dünyada yaklaşık 415 milyon diyabet hastası bulunuyor. (Kaynağa buradan ulaşabilirsiniz)

Sağlık Bakanlığının yaptığı istatistikler Türkiye’de yedi milyonun üzerinde diyabet hastası olduğunu gösterse de gerçek sayının çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor.

2015 ve 2016 yıllarında yapılan çalışmalarından bazıları

Tip 2 diyabet için yapılan araştırmalardan çıkan ortak sonuç, hastalığın genetik yatkınlık ile yanlış yaşam tarzından kaynaklandığını işaret ediyor. Başka bir ifadeyle Epigenetik faktörler hastalığın ortaya çıkmasında önemli rol oynuyor. Aşağıda hastalığı ortaya çıkaran sebepler anlatılırken ayrıca Epigenetik konusuna da değinilmektedir.

Spor, Tip 2 diyabeti düşürüyor1

Fiziksel egzersiz insülin duyarlılığını artırarak Tip 2 diyabet riskini düşürüyor: Alman Diyabet Araştırma Merkezi (DZD) tarafından yapılan bir araştırma, spor yaparken TGFß adındaki bir molekülün özellikle kas hücrelerinde aktif hale geçerek kan şekerini düşürdüğünü gösteriyor.

TGFß ne yapıyor: TGFß, glikoz ve yağ yakma konusunda negatif rol oynayan ve insülin duyarlılığını azaltan genleri baskılayarak insülin duyarlılığının yükselmesine, buna bağlı olarak kandaki şekerin dengelenmesine sebep oluyor. Not: Araştırmaya katılanların beşte birinde sporun bu pozitif etkisi görülmedi. (1)

Kas egzersizlerinin erkeklerde Diyabet 2 riskini düşürdüğünü gösteren benzer bir araştırma da 2012 yılında Jama Intern Med dergisinde yayınlandı. (11)

Tip 2 Diyabet kalıtsal mı

Tip 2 diyabet kalıtsal bir hastalık mı yoksa bir yaşam tarzından kaynaklanan bir hastalık mı. Bu soruya kesin olarak evet veya hayır demek şimdilik pek mümkün olmamakla beraber, yapılan birçok çalışma hastalığın ortaya çıkmasında genetik mutasyonlar kadar çevresel faktörler ile yaşam tarzının da önemli rol oynadığını gösteriyor. Gerek genetik çalışmalar gerekse epigenetik çalışmalar hızla devam ederken Nature dergisinin 04 Ağustos 2016 tarihli sayısında yayımlanan makalede hastalıkta rol oynayan  bazı mutasyonlara dikkat çekiliyor.

Güney ve Doğu Asya, Amerika ve Afrika’dan toplam 120.000 sağlıklı ve Tip 2 diyabetli kişinin 2katıldığı karşılaştırılmalı genetik çalışmada 15.700 kişinin genlerinin bazı bölgelerinde 126 anlamlı varyant olduğu ve bu varyantların TCF7L2, ADCY5, CCND2 ve EML4 genlerinde olduğu ve bunların da diyabetle ilişkili olduğu tespit edildi.

Epigenetik önemli bir faktör: Yukarıda değinildiği gibi her ne kadar hastalığın ortaya çıkmasında genetik mutasyonlar rol oynasa da yapılan araştırmalar genetik mutasyonların tek başına sebep olmadığını, sorunun ortaya çıkmasında asıl belirleyici olanın epigenetik faktörler olduğunu gösteriyor. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse Tip 2 diyabet, yaşam stili ve çevresel faktörlerin mutasyonlu genin çalışmasını teşvik veya baskılaması sonucu ortaya çıkıyor veya ömür boyu ortaya çıkmıyor. Bu bağlamda sağlıklı beslenme, düzenli spor ve vücut ağırlığının sağlıklı sınırlar içerisinde olması önem kazanıyor.

Not: Daha önce 90.000 kişi ile yapılan Genomweiten Assoziationsstudien (GWAS) adlı başka bir genetik araştırmada da genlerdeki bu varyantlar varlığı tespit edilmişti. (2)

Şişmanlık, Tip 2 diyabet için risk oluşturuyor (Göbek, bel ve kalça yağlanması farklı risk oluşturuyor)

Hiç kuşkusuz diyabet ve kardiyovasküler hastalıkların ortaya çıkmasında şişmanlık önemli rol oynuyor ama Tip 2 diyabetin ortaya çıkmasında şişmanlıktan daha önemli olan fazla kiloların vücudun hangi bölgesinde yoğunlaşmış olması…

Yağlanmaya göre ve vücut şekli3

  • Elma vücut Tipi: Karın bölgesi yağlanma tipi. Bu yağlanma tipi iç organların yağlanmasına sebep olduğu için diyabet için risk oluşturuyor.
  • Armut vücut Tipi: Kalça bölgesi yağlanma tipi. Bu yağlanma tipinde yağlar deri altında yoğunlaştığından diyabet için risk oluşturmuyor.

Fazla kiloların bel, kalça veya göbek bölgesi gibi vücudun değişik yerlerinde yoğunlaşması kandaki metabolitlerin (organik bileşiklerin) miktarını da etkiliyor. Örneğin kadınlarda fazla kiloların bel bölgesinde birikmesi kanda 21 metabolitin miktarını değiştiriyor.

  • Yapılan analizler kanında düşük miktarda Lesitin bulunan kadınların bel bölgesinde yağlanmanın daha fazla, kanında yüksek miktarda Lesitin bulunan kadınların ise kalça bölgesinde yağlanmanın olduğunu gösteriyor. Başka bir ifadeyle kanda fazla miktarda lesitin bulunması diyabet riskinin varlığını işaret ediyor.
  • Erkeklerde fazla kiloların göbek bölgesinde birikmesi bel ve kalçada birikmesi daha fazla diyabet riskinin olduğunu işaret ediyor. Erkeklerde kalçada yağlanma diyabet riski için fazla bir şey ifade etmiyor. (3)

Yağlı yiyecekler Tip 2 diyabet riskini artırıyor

Yağlı gıdaların kalori bakımından zengin gıdalar olduğu ve yenildikten sonra uzun bir süre tok tuttuğu düşünülür. Gerçekten durum böyle mi acaba ?

Köln üniversitesi’nden Jens Brüning in yaptığı araştırma durumun böyle olmadığını aksine yüksek yağlı gıdalarla beslenen farelerin üçüncü günün sonunda beyninin şeker kaynaklarının tükendiğini ve derhal şeker alınması için alarm verdiğini gösteriyor.

Yağlı gıdaların alımıyla birlikte neden şeker alma ihtiyacı artıyor?: Bu konuya geçmeden önce sağlıklı bir insanda beynin şeker ihtiyacını nasıl karşıladığını kısaca anlatmakta gerekiyor. Şeker, yaşamsal önem sahip iyi bir enerji kaynağıdır ve bütün hücrelerin enerji için şekere ihtiyacı vardır ve beyin hücreleri için şekerin önemi daha da büyüktür. Gıdalar yolu ile alınan şeker, özel moleküller aracılığı ile beyin hücrelerine taşınır.

Şeker beyne nasıl alınıyor: Sağlıklı insanlarda beyin enerjisiz kaldığında hemen reaksiyon4 göstererek enerji sağlamanın yolunu arar. Bunun için bağışıklık sistemi tarafından büyüme faktörü VEGF devreye sokulur ve GLUT-1 adında şeker taşıyıcı özel moleküllerin oluşturulması için komut verilir. Yeni oluşan GLUT-1 (Glucosetransporter) molekülleri kandaki şekeri alarak beyne taşır. Bu işlemin yaşamsal iki önemi vardır. Birincisi, kandaki şekerin normal seviyeye düşürülmesi, ikincisi hücrelerin ihtiyacı olan enerjinin şeker ile karşılanması.

Yağlı gıdalar şeker alımını engelliyor: Yağlı yiyeceklerde bulunan doymuş serbest yağ asitleri, Kan-Beyin Bariyerine şeker taşıyan GLUT-1 proteinlerinin miktarını azaltıyor. Bu da şekerin kanda kalarak kan şekerinin yükselmesine ve aynı zamanda beynin şekersiz kalarak alarm vermesine sebep oluyor (4). Beyin bir taraftan şeker alınması için vücuda komut verirken, diğer taraftan doymuş serbest yağ asitleri şekerin hücrelere gitmesi engelleyerek Tip 2 Diyabet nin oluşmasına yol açıyor.

Sonuç olarak şunu diyebiliriz: Uzun süre yüksek yağlı yiyeceklerle beslenmek metabolizmada bir takım olumsuzluklara sebep oluyor ve bu da diyabet 2 riskini yükseltiyor.

Açlığın Tip 2 diyabet üzerinde olumlu etkisi

Moleküler düzeyde aç kalınırsa ne olur?

Son yıllarda Tip 2 diyabet ve diğer metabolik rahatsızlıkların tedaviye dönük araştırmalarında İntermittent fasting (Aralıklı açlık) olarak adlandırılan bir yöntem uygulanıyor.

Aralıklı açlık modu ve GADD45β proteinin Tip 2 diyabete olumlu etkisi

GADD45β proteini, 19 kromozomda bulunan GADD45β geni tarafından kodlanan ve 5karaciğere yağ asitlerinin alımını kontrol eden önemli bir proteindir. GADD45β ‘nin bilinen bu görevinin dışında başka bir fonksiyonunun daha olduğu keşfedildi.

Alman Diyabet Araştırma Merkezi (DZD) ile Alman Kanser Araştırma Merkezinin (DKFZ) ortaklaşa yaptığı bir araştırmada GADD45β protein nin Tip 2 diyabete etkisi olup olmadığı araştırıldı ve GADD45β nin bilinen fonksiyonunun dışında Tip 2 diyabete iyi gelen pozitif bir fonksiyonunun olduğu keşfedildi.

Nedir bu yeni fonksiyon: Metabolizma Aralıklı açlık moduna girmesiyle birlikte vücut derhal daha fazla GADD45β üretilmesi için komut veriypr ve üretilen GADD45β karaciğerin daha az yağlanmasını sağlayarak kan şekerini normal seviyeye getiriyor.

Sonuç 

  • Aralıklı açlık modu, ilgili genin çalışmasını teşvik ederek daha fazla GADD45β proteini üretilmesine sebep oluyor. Bu da kan şekerinin düzene girmesine yardımcı oluyor ve aynı zamanda karaciğer yağlanmasını da engelliyor (5)
  • Fazla yemek, ilgili genin çalışmasını bloke ederek daha az GADD45β proteini üretilmesine sebep oluyor. Doğal olarak bu istenmeyen bir durum. Çünkü kan şekeri yükseliyor, karaciğer yağlanıyor.

Kırmızı et, Tip 2 diyabet riskini artırıyor6

Kırmızı et tüketiminin Tip 2 diyabet riskini artırdığını gösteren birçok araştırma bulunmakta. Bu araştırmalardan biri de Alman Diyabet Araştırma Merkezi (DZD) tarafından uzun yıllar süren, 27.500 kişiyi kapsayan büyük çaplı bir araştırma. DZD nin yaptığı bu araştırmanın sonuçları günlük 150 gram kırmızı et tüketenlerde (sığır, kuzu ya da domuz eti olabilir) Tip 2 diyabet riskinin % 80 oranında arttığını gösteriyor.

Kırmızı etin metabolizmaya olumsuz etkisi

Kırmızı et tüketen ve aynı zamanda Tip 2 Diyabet hastası olan 2681 kişinin yapılan analizleri, bu kişilerin kanında yüksek miktarda ferritin, düşük miktarda glisin ve yüksek miktarlarda dört farklı yağın bulunduğunu gösteriyor.

Bu ne anlama geliyor?

Ferritin artması ve Glisin’in azalması vücutta Tip 2 diyabete giden yolda zincirleme reaksiyonların oluşmasına sebep oluyor.

  1. İhtiyaç fazlası ferritin hücrede oksidatif strese neden olur. Bu durum serbest radikallerin vücutta artması anlamına gelir ki, bu da vücut için olumsuz bir durumdur.
  2. Glisin ise vücudu zararlılardan arındıran bir proteindir. Oksidatif strese ile oluşan demir bileşikleri Glisin sayesinde vücuttan atılır. Et tüketimi glisin’in azalmasına buna paralel olarak demir bileşiklerinin vücutta artmasına sebep olur.
  3. Artan demir bileşikleri de iltihaplı tepkimelere, iltihaplı tepkimeler de Tip 2 diyabet in başlamasına sebep olur. (6)

Ailenin yaşam tarzındaki yanlışlık doğacak çocuğu diyabet hastası yapabiliyor

Genetik olarak diyabet riski taşımayan bir aile epigenetik nedenlerle (çevrenin genlere etkisiyle) doğacak olan çocuklarının diyabet hastası olmasına sebep olabiliyor. Konuya Helmholtz Zentrum München’de (DZD) yapılan bir araştırma ile açıklık getirildi.7

Araştırmanın daha iyi anlaşılması için uygulanan metodu basamak basamak anlatmakta fayda var.

  1. Önce sağlıklı erkek bir fareden sperm hücresi alındı ve bu sperm hücresi sağlıklı bir dişiden alınan yumurta hücresi ile tüp içerisinde döllendi. (vitro-Fertilisation)
  2. Aynı erkek fare bir süre çok yağlı yiyeceklerle beslenerek obez yapıldı ve fare obez yapıldıktan sonra tekrar sperm hücresi alınıp yine aynı dişi den alınan başka bir yumurta hücresi ile tüp içerisinde döllendi.
  3. Birinci ve ikinci döllenmiş yumurta genetik olarak birbirinin aynı olan iki dişi bir farenin rahmine transfer edildi.

Sonuç: Doğan iki yavru genetik olarak aynı olmasına rağmen birinci yavru sağlıklı, ikinci yavru obez doğdu. Yapılan kan analizlerinde birinci yavrunun kan şekeri normal çıkarken, ikinci yavrunun Tip 2 diyabet hastası olduğu tespit edildi.

  • Soru: İkinci farenin geninde ne değişti de obez oldu? Daha doğrusu epigenetik 8faktör babanın genini nasıl değiştirdi.
  • Cevap: Aslında babanın gen diziliminde bir değişiklik olmadı, sadece yüksek yağlı gıdalar nedeniyle babanın ilgili genine bir Metil Grubu bağlanarak genin fazla çalışması teşvik edildi ve babanın bu Metil Gruplu geni yavruya geçti ve yavru bu yüzden obez doğdu.

Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Ebeveynlerin yaşam stili genlerin kalitesini belirliyor. Sağlıklı yaşayan, sağlıklı beslenen, spor yapan anne babanın çocuklarının sağlıklı doğma şansı yüksek. Eğer anne baba, sigara içiyor ve alkol kullanıyor, hareketsiz ve stresli bir yaşam sürüyorsa, sağlıksız koşullarda yaşıyorsa genetik olarak sağlam olsalar bile çocuklarının sağlıksız doğma olasılığı yüksek oluyor. (7) (8)

Bağırsak florası ve Tip 2 Diyabet arasındaki ilişki

Yapılan birçok araştırma Tip 2 Diyabet hastaları ile normal kişilerin bağırsak florası ve bağırsak hormonlar arasında farklılıklar olduğunu gösteriyor. Aşağıda bu konuda yapılmış üç değerli araştırma bulunmaktadır.

1- Araştırma: Tip 2 diyabet hastaları için “İzomaltuloz Şekeri” daha iyi

Alman Diyabet Araştırma Merkezinin (DZD) yapmış olduğu araştırma, Tip 2 diyabet hastalarının normal şeker yerine Disakkarit izomaltuloz (Palatinose) kullanmalarının daha uygun olacağını gösteriyor.

İzomaltuloz’un bu olumlu etkisi, bağırsaklarda görev yapan ve vücudun insülin ekonomisini düzene sokan GLP-1 ve GIP adında iki hormonun salınımında değişikliklere sebep olmasından kaynaklanıyor.

İzomaltuloz şekeri insülin miktarını artırırken, kan sekerini düşürüyor

Tip 2 diyabet hastası 10 yetişkin ile yapılan bu araştırmada hastaların bir kısmına 50 gr izomaltuloz, diğer kısmına ise 50 gr beyaz şeker verildi. Bir süre sonra yapılan kan analizleri izomaltuloz verilen deneklerin kanında şekerin % 20 daha az, insülin % 55 daha fazla olduğunu gösterdi. Ayrıca bağırsaklarda yapılan ölçümlerde İzomaltuloz verilen deneklerin diğer gruptakilere göre GIP miktarının daha az, GLP-1 miktarının daha fazla olduğu bulundu.

İki şeker de tatlı ve kalorileri aşağı yukarı aynı ama kimyasal yapılarındaki farklılıklar 9bağırsaklarda farklı ezilmelerine sebep oluyor. Normal şeker bağırsaklarda çabuk emilirken izomaltuloz yapısı gereği daha uzun süre kalıyor.

Sonuç: Bu araştırma açık bir şekilde Tip 2 diyabet hastalarının normal şeker tüketmek yerine izomaltuloz şekeri tüketmenin daha iyi olacağını gösteriyor. (9)

2- Araştırma: Probiyotik Lactobacillus reuteri insülini düzenleyici etkisi

Tip 2 Diyabet hastalığının bağırsak florası ile ilgili olduğunu gösteren bir diğer araştırma da Düsseldorf’ta bulunan Alman Diyabet Merkezi tarafından yapılan araştırma. Bu araştırmada günlük olarak Probiyotik lactobacillus reuteri kullanımının, özellikle yemeklerden sonra kandaki şekerin yüksek veya düşük olmasına göre bağırsaklarda GLP-1 ve GLP-2 hormonlarını artırıyor. Ve bu artış insülin üretiminin % 49 oranından yükselmesine sebep oluyor.

Probiyotikler nedir?

Probiyotikler, insan vücudunda özellikle bağırsaklarda görev yapan ve bağırsak florasını düzenleyen doğal dost bakterin ve mayaların genel ismidir. Lactobacillus reuteri ise bu gruba dahil olan ve doğumdan itibaren insan vücudunda ve hatta anne sütünde bile bulunan doğal bir bakteridir. Lactobacillus reuteri aynı zamanda, vücutta bulunan zararlı patojenler karşı da mücadele eder.

Probiyotikler, yoğurt, peynir, kefir, bitter çikolata, ayran, keçi sütü gibi gıdalarda bulunduğu için bu gıdaları tüketerek bu bakterileri dışarıdan almak mümkün.

Sonuç olarak bu araştırma Lactobacillus reuteri ile hazırlanmış ilaçlarların Tip 2 diyabetin tedavi edilebilir veya en azından bu hastalarda kan şekerinin önemli oranda aşağı çekilebilir. (9)

3- Araştırma: Tip 2 diyabet riskini önceden tespit etmek mümkün olabilir !

Yukarıda da belirtildiği gibi yapılan birçok araştırma sağlıklı kişilerle Tip 2 diyabet hastalarının bağırsak florasının farklı olduğunu gösteriyor. Bu bilgi ışığında Tip 2 diyabet daha henüz 10başlamadan yani kişi henüz sağlıklıyken, bağırsak florasındaki bakterilerin çeşidi veya sayısı veya bağırsak florasındaki başka kriterler o kişinin risk altında olup olmadığını hakkında bir ipucu verebilir mi ?

Münih Alman Diyabet Merkezi tarafından yapılan araştırmada tam da bu soruya cevap arandı. Hemen belirtelim, cevap bulundu ama araştırma gebelik diyabeti sorunu yaşayan küçük bir grupla yapıldığı o yüzden şimdilik kesin bir şey söylemek için henüz erken. Zira sonuçların bir kez daha teyid edilmesi için büyük gruplar ile bir dizi araştırmanın daha yapılması gerekiyor.

Bu araştırmada dikkate değer ne bulundu?

Yapılan bu araştırmadan çıkan sonuçlar risk altındaki kişilerin bağırsağında Prevotellaceae adın bir bakteri ailesinin artışa geçtiğini gösteriyor. Bu bakterinin ürettiği enzim bakteri yüzeyindeki koruyucu mukus tabakasına zarar vererek bağırsağın bariyer fonksiyonunu azaltıyor. Bu durum ise iltihaplanmalara yol açarak insülin duyarlılığının azalmasına dolayısıyla kan şekerinin yükselmesine sebep oluyor. (10)


Diyabet hakkında hazırlanmış diğer makaleler


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. TGFβ contributes to impaired exercise response by suppression of mitochondrial key regulators in skeletal muscle
  2. The genetic architecture of type 2 diabetes
  3. Specific Metabolic Markers Are Associated with Future Waist-Gaining Phenotype in Women
  4. Myeloid-Cell-Derived VEGF Maintains Brain Glucose Uptake and Limits Cognitive Impairment in Obesity
  5. Fasting-induced liver GADD45β restrains hepatic fatty acid uptake and improves metabolic health
  6. Amino acids, lipid metabolites, and ferritin as potential mediators linking red meat consumption to type 2 diabetes
  7. Epigenetic germline inheritance of diet-induced obesity and insulin resistance
  8. Early hypermethylation of hepatic Igfbp2 results in its reduced expression preceding fatty liver in mice
  9. Effects of Palatinose and Sucrose Intake on Glucose Metabolism and Incretin Secretion in Subjects With Type 2 Diabetes
  10. The stool microbiota of insulin resistant women with recent gestational diabetes, a high risk group for type 2 diabetes
  11. A Prospective Study of Weight Training and Risk of Type 2 Diabetes Mellitus in Men

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Duygusal gözyaşı nedir? Göz yaşı ile milyonları hipnotize etmek mümkün mü?

Ağlama, sıklıkla ağrı, üzüntü, korku, öfke ya da sevinç içindeyken gerçekleşen insani bir reaksiyondur. Ağlama sadece belirli bir duygunun ifadesi değil, bazen bir amaca ulaşmak için manipülatif amaçla başvurulan etkili bir yöntemdir de.

İnsanlar neden ağlar? Bu sorunun cevabı bilimde tartışmalı bir konu. İlk olarak bu soruyu soranlardan bir de Charles Darwin di. Charles Darwin bu konu hakkında birbirinin karşıtı olan ama aynı zamanda birbirini dışlamayan iki teoriden bahsetmişti. Bunlardan ilki, ağlamanın bir sosyal etkileşim ve iletişim biçimi olduğu yani ağlamanın bir sosyal davranış biçimi olduğu, ikincisi ise vücudun fiziksel ve psikolojik strese karşı verdiği koruyucu fizyolojik bir reaksiyon olduğu… Hiç kuşkusuz her iki tezin de kabul edilir makul argümanları bulunmaktadır.

***

Gözyaşı toplumda öyle etkili araç ki, iki damla gözyaşı ile milyonları etkilemeniz mümkün. Zira Niklas Holzberg’in “Ars Amatoria Ovid” adlı kitabında dediği gibi “Gözyaşı sizi kazanan taraf yapar. Ellerinizle ıslanmış gözlerinizi ve yanaklarınızı silerken çeliği bile yumuşatabilirsiniz. [29]

Gözyaşı, gerek çocuklarda gerekse yetişkinlerde kimi zaman gizlenerek, kimi zaman da açık açık gösterilerek etkili bir yaptırım aracı olarak kullanılmaktadır. Birçoğumuz çocukların bu yönteme sıklıkla başvurduğuna şahit olmuşuzdur. Çocuklar kadar olmasa da yetişkinler de manipülatif amaçlı gözyaşı dökmeye pek hevesli görünüyorlar. Özellikle Ortadoğu ülkelerinde politikacı ve din adamları tarafından yaygın olarak manipülatif amaçlı dökülen gözyaşları, milyonları hipnotize eden, orduları ele geçiren hatta koca koca ülkelerin yönetimlerini değiştiren tehlikeli bir silah haline dönüşebiliyor. Hiç kuşkusuz liderlerinin iki damla gözyaşı ile hipnotize olan ve çoğu zaman histeri nöbetine girip kendini kaybeden bu kitlelerin de bilimsel olarak ele alınıp incelenmesi gerekiyor.

Gözyaşı gibi güçlü bir sosyal etkileşim aracı maalesef bilimde yeterince ele alınıp incelenmemiştir. Aşağıda Ludwig-Maximilians Üniversitesi tarafından yapılan ve 2 Temmuz 2009 yılında Ophthalmologe dergisinde yayınlanan az sayıdaki araştırmalardan biri bulunmaktadır. Ayrıca konuyu zenginleştirmek amacıyla ağlamakla ilgili günlük literatür ve bazı kitaplardan alıntılar yapılarak makaleye ilave edilmiştir.

Araştırmada gözyaşı nedir, kaç çeşit gözyaşı vardır, içeriğinde hangi bileşenler vardır, ağlama nedir, kaç çeşit ağlama vardır, ağlamanın toplumdaki yeri nedir gibi ilginç konular yer almaktadır.

Gözyaşının kimyasal bileşenleri

 Yapı ve kimyasal bileşen olarak 3 değişik tipte gözyaşı vardır.

  1. Temel gözyaşı
  2. Refleks gözyaşı
  3. Duygusal gözyaşı

İlk ikisi hem hayvanlarda hem insanlarda üretilirken, duygusal gözyaşı yüksek beyin yapısı nedeni ile de sadece insanlarda üretilir.

Temel gözyaşı

Temel gözyaşı üretimi dakikada 0.19-1.2 µl arasında [28, 42] olup, hacmi 2,74 – 10 µl dir. [42, 72] Temel gözyaşı üretimi yaş ilerledikçe azalır. [42] Normal bir gözde Temel gözyaşı pH değeri yaklaşık 7.4, kuru20 gözlerde ise bu değer 7.8 çıkmaktadır.

Elektroforezi tekniği ile yapılan analizlerde temel gözyaşında 80 farklı protein ve polipeptitin bulunduğu ve bunların % 50’sinin enzim olduğu tespit edildi. En fazla bulunan üç protein sırasıyla, Lizozim (% 24-47), Lactoferrin (% 23–29) ve Lipocalin dir (% 15–33). [20, 23]

Temel Gözyaşının görevleri

  1. Optik: Korneanın yüzeyinindeki düzensizliği dengelemek.
  2. Tropik: Korneaya oksijen ve besin sağmak,
  3. Antibakteriyel: S-IgA, Izo-Aglütinin, Lizozim, Laktoferrin, Proteaz inhibitörleri gibi Antibakteriyelleri içerdiği için gözü mikroplara karşı korumak.
  4. Temizleyici: Atık maddeleri ve iltihap oluşturabilecek zararlı maddeleri temizlemek.

Refleks gözyaşı

Göz, fiziksel veya kimyasal bir uyaran ile karşı karşıya kaldığında buna tepki olarak Refleks gözyaşı üreterek gözün tahriş olmaması için bu uyaranları gözden uzaklaştırır. Refleks gözyaşına en bilindik örnek soğan doğrarken gözden dökülen yaşlardır. Refleks gözyaşı üretimi herhangi bir tehlike anında dakikada 100 µl kadar üretilir [28]. Böyle bir uyarılma durumunda gözyaşında potasyum (K+) konsantrasyonu azalırken sodyum (Na+) konsantrasyonu artar. [28]

Ayrıca refleks gözyaşındaki protein konsantrasyonu 6.0 mg / ml iken, temel gözyaşında protein miktar 9.1 mg /ml. [21]

Refleks Gözyaşının görevleri

  1. Soğuktan korur
  2. Mekanik hasarların vermiş olduğu zararı onarır
  3. Keskin kokulardan korur
  4. Zararlı kimyasal maddelerden korur

 Duygusal gözyaşı

Duygusal gözyaşı, yüz kaslarının değişimi ile birlikte gözyaşı bezlerinden sıvı salgılanması ile ortaya çıkan karmaşık bir salgı-motor (secretomotor) tepkimedir.

Duygusal gözyaşları içgüdüsel sesler ve bazı durumlarda hıçkırıkla birlikte ortaya çıkar [55]. Duygusal 66gözyaşı üretimi dakikada 400 µl civarında olup Refleks Gözyaşında olduğu gibi yüzey anestezi etme görevi yoktur [53].

Duygusal gözyaşı ile ilgili şu ana kadar çok az araştırma yapıldı. Yapılan bu araştırmalardan biri de William Frey ait. William Frey yapmış olduğu araştırmada duygusal gözyaşında refleks gözyaşına göre cinsiyetten bağımsız % 24 daha fazla protein olduğunu [19], ayrıca buna ek olarak, kadınlarda yüksek seviyelerde Prolaktin, Manganez, Potasyum ve Serotonin olduğunu tespit etti. [7, 19, 41, 66] Bu verilerden yola çıkan William Frey, duygusal gözyaşının vücuttan toksik maddelerin atılmasına katkı sağladığı fikrine vardı. [18] Üzüntülü bir anda hıçkırıklar eşliğinde duygusal gözyaşları dökülebileceği gibi, mutlu bir anda kahkahalar eşliğinde de duygusal gözyaşları dökülebiliyor. [54]

İlginç bir ayrıntı: Üzüntülü bir anda göze bir kaç damla su damlatarak simüle gözyaşlarının dökülmesi tetiklenebiliyor [49]. (Mori H, we feel sorry because we cry.)

***

Duygusal ağlamayı etkileyen faktörler

Tom Lutz „Tränen vergießen. Über die Kunst zu weinen“ adlı kitabında şöyle diyor: „Gözyaşının bir dili ve bu dilin bir dil bilgisi kuralı vardır. Bu kurallar, kültür, kişinin toplumdaki yeri (mesleki ve ekonomik durumu), cinsiyet, hormonlar, beyin biyokimyası, yetiştirilme, bireysel eşik gibi birçok yan öğeye göre şekillenir. Gözyaşının ne zaman ve ne şekilde döküleceğini bu şekillenmiş kurallar belirler.“ [40]

Hormonlar ve ağlama (Prolaktin, Progesteron ve Östrojen)

Duygusal ağlama da sinirlilik, duygusallık gibi premenstrüel sendromun bir parçasıdır. [30] Prolaktin bir kadınlık hormonu olup gerek menstruation sırasında, gerek hamilelikte, gerekse emzirme sırasında kanda ve gözyaşı sıvısında artışa geçer. Prolaktin hormonunun gözyaşı sıvısında bulunduğu hayvanlarla yapılan benzer deneylerde de birçok kez teyid edildi ama yapılan araştırmalar kadınlarda ağlama ile gözyaşında Prolaktin hormonu artışı arasında bir ilişki bulunmadığını, buna karşın sürekli ağlayan erkeklerin gözyaşında, kadınlık hormonu Prolaktinin ağlamayan erkeklere göre çok daha fazla bulunduğunu gösteriyor. [69]

Bu sonuçlar erkeklerde sürekli ağlama halinin hormonal bir dengesizlikten kaynaklandığını düşündürüyor. [68]

Not: Kadınlarda hamilelik ve menstruasyon sırasında duygusal ağlama atağının progesteron ve östrojen seviyesi ile ilgili olduğu düşünülüyor. [69]

Etnik farklılıklar ve ağlama

Her toplumun, her etnik grubun kendine has kültürel değerleri, dini inançları, gelenekleri ve interaktif kuralları vardır. Etnik grupların kendine has bu özellikleri fiziksel veya ruhsal acı karşısında veya herhangi bir sosyal olay karşısında farklı tepki vermesine sebep olabiliyor. Aynı olay karşısında bir grup abartılı tepki verirken, başka bir grup tepkisiz kalabiliyor.

Örneğin Akdeniz ülkelerinde yaşayan insanların acıya karşı verdiği abartılı ağlama tepkisi diğer etnik gruptaki insanlara göre çok daha fazla. İngilizler, İsveçliler ve Almanlar daha az ağlıyorlar. [34]

Uluslararası yapılan bir araştırmada yetişkin-ağlayanların en çok bulunduğu ülkeler arasında Türkiye ilk sırada yer alıyor. Türkiye’yi sırasıyla Şili ve Kuzey Amerikalı kız öğrenciler, İtalyanlar ve Kuzey Amerika ve Avusturyalı erkek öğrenciler takip ediyor. En az ağlayan ülkeler ise erkeklerde Peru, Bulgaristan, İspanya, kadınlarda Nijerya. [69]

Duygusal ağlamanın sebepleri de etnik gruplara göre farklılık gösteriyor. Örneğin Japonlar ilişkilerden kaynaklanan üzüntülere ağlarken, batılılar ölüm ve ayrılığa daha fazla ağlıyor. Türklerde en çok ağlayan gruplarları dinsel orijinli gruplar oluşturuyor. Bu gruplar daha çok sanal hikayeler ile bu sanal hikayelerdeki kahramanların yaşantılarına gözyaşı döküyor. Türkiye’de en az ağlayan grubu ise Liberaller oluşturuyor. [34]

Bali’de Hindu geleneğinden dolayı cenaze törenlerinde çok seyrek ağlanırken, Yeni Zelanda’daki Maoriler bol bol gözyaşı dökerler. [34]

Sosyal farklılıklar, mesleki ve ekonomik durum ve ağlama

Duygusal ağlama sıklığındaki farklılık sadece etnisiteye özel bir durum değil. Yapılan araştırmalar duygusal ağlama sıklığının aynı zamanda sosyal sınıf, ekonomik koşullar, meslek ve eğitim durumuyla da yakından ilgili olduğunu gösteriyor.

Eğitim durumu, mesleki kariyer, ekonomik durum yükseldikçe duygusal ağlama da o nispette azalıyor. Örneğin, meslek grupları içerisinde din adamları, terapistler, hemşireler, düz işçiler daha sık ağlarken, doktorlar, mühendisler, borsacılar, kamyon şoförleri, askerler daha az ağlıyor. [34]

Ağlamada bireysel eşik

Duygusal ağlamanın eşiği de kişiden kişiye değişebiliyor. Ruh hali, yorgunluk, menstrüasyon, hayal kırıklığı, hamilelik, hormonal dalgalanma, üzüntü, öfke, fiziksel koşullar duygusal ağlamanın başlamasını yakından etkiliyor. Güçlü ego ve dışa karşı mesafeli duran bireyler empatik kişilere göre daha az ağlıyorlar. [69]

Cinsiyet farklılığı ve ağlama

Yapılan araştırmalar, yıl içerisinde kadınlar ve erkeklerin 13 yaşına kadar aşağı yukarı eşit sayıda ağladığını, 13 yaşından sonra bu sayının kadınlarda % 30 ile 64, erkeklerde % 6 ile 17 arasında değiştiğini gösteriyor. [69]

Erkeklerin ağlama süresi 2 ile 4 dakika arası değişirken bu süre kadınlarda 6 dakika. Araştırmalardan ortaya çıkan enteresan bir sonuç da erkeklerin % 15’i, kadınların % 65’i hıçkırarak ağlıyor. [18, 27] Başka enteresan bir sonuç ise kadınların % 6’sı, erkeklerin % 45’i hiç ağlamayan grupta yer alıyor. Kadınların en fazla ağladıkları durumlar genellikle çatışma, kişisel olarak yetersiz kaldıkları ve kaybettikleri durumlar ile zaman zaman duygusal ve sosyal olaylar karşısında yetersiz kaldıkları durumlar. [69] Araştırmalardan çıkan sonuçlardan bir başkası da ağlamanın kadınlarda saldırganlığı bastırdığı yönünde. [34] Erkekler daha çok empati ve ayrılıklarda ağlıyor. [69]

Batı Avrupa ve ABD’de sosyal statülü ve yüksek ücretli işlerde çalışan kadınlar daha az ağlıyor. Yapılan araştırmalar son zamanlarda “Duyarlı Erkek” modası oluştuğunu, bu yüzden birçok erkeğin sırf kompliman veya dalkavukluk olsun diye ağladığını gösteriyor. Hatta istatistikler dalkavukluk olsun diye ağlayan erkek sayısının ağlamayan erkek sayısından bile fazla olduğunu gösteriyor. [34, 37, 69]

Günümüzde birçok ortadoğu kökenli politikacı, sanatçı ve kanaat önderi diye adlandırılan manupulatif gruplardaki erkeklerin kameralar önünde salya sümük ağlayarak show yaptıkları bir moda akımı başladı. [34]

 Manipülatif ağlama

Timsahlar avlarını yerken ağızlarını çok fazla açtıkları için gözyaşı bezleri üzerinde bir baskı oluşur, bu baskı neticesinde timsahın gözlerinden yaş gelir. [36] Bu olay “Timsah gözyaşları” deyiminin doğmasına sebep olmuştur. Yani bu kişinin ağlarken aslında vicdan azabında samimi olmadığını belirtmek için söylenmiş bir sözdür.

Sempati kazanmak, karşı tarafa suçluluk duygusu yüklemek, birisini uzaklaştırmak veya yanına çekmek için gözyaşından daha etkili bir araç yoktur. Bazı politikacılar ve deneyimli sinema ve tiyatro sanatçıları planlı gözyaşı dökebilmek için gözyaşı bezlerini disipline ederek kitleleri manipüle edebilmektedirler. Duygu içermeyen ve amacı karşıdaki kişiyi sadece aldatmak olan bu ağlama Manipülatif ağlamadır (Manipulative tears). Bunun halk arasındaki karşılığı ise Timsah Gözyaşlarıdır. [34]

Yapılan araştırmalar bu yönteme kadınların erkeklerden daha sık başvurduklarını gösteriyor. Ancak, aldatma ya da manipülatif ağlama bazen bilinçaltından da kaynaklanabiliyor, yani kişi bunu bilinçsizce de yapabiliyor. [34]

Patolojik / Sahte ağlama “Timsah gözyaşları”

Patolojik gözyaşı, “Timsah gözyaşları” gibi sahte olsa da ne manipülatif, ne de duygusal ağlamadan kaynaklanan bir gözyaşıdır.

Tıpta Crocodile tears phenomenon, Gustolakrimales phenomenon ya da Bogorad Syndrome gibi çeşitli isimler ile anılan bu ağlama biçimi gözyaşı bezlerinde meydana gelen genetik bir mutasyondan kaynaklanmaktadır. [5]

Bu ağlama tarzı genellikle tuzlu ve ekşi gıdalar yerken rahatsız edici bir şekilde gözden yaş gelmesi ile kendini gösterir.

Sebep: Tükürük bezlerine giden hatalı sinir hücrelerinin yemek esnasında gözyaşı bezlerine baskı yapması ile ortaya çıkar. [2, 3, 43]

Bazı patolojik ağlama hastaları başka bir nörolojik sebepten dolayı kimi zaman 24 saat süren ağlama nöbetine girebilirler. Bu durum Merkezi Sinir Sistemindeki (MSS) hasarlı sinir kümelerinin Serebral Korteks ile Beyinciğe dokunmasından kaynaklanır. [54]

Patolojik ağlamanın nadiren görülen ağır formlarından biri de Gelastik Epilepsi ile birlikte meydana gelen yani hem ağlama hem gülme krizinin aynı anda olmasıdır. [8, 17, 54]

Patolojik ağlamalar ağır beyin hasarı belirtisi olabilir bu nedenle hastaların kapsamlı beyin incelemesi yapılması gerekir.

Depresyon ve ağlama

Kottler JA, „Die Sprache der Tränen“ adlı kitabında depresyon ve ağlama için şöyle diyor “Ağlamak, depresif insanlar için nefes almak gibidir.” [34]

Ağlama, belirli sınırlar içinde vücutta yapıcı ve onarıcı özelliği olan sağlıklı bir metabolik fonksiyondur. Ancak sürekli ve kontrol dışı ağlama nöbetine girmek bir depresyon belirtisidir ki, bu ağlama sağlıksız bir ağlamadır, tedavi edilmesi gerekir.

Alacrima (hiç ağlayamama veya Triple-A-Sendromu)

Alacrima, AAAS Genindeki bir mutasyondan dolayı gözyaşı bezlerinin gözyaşı üretememesidir.

AAAS Geninin görevi: AAAS geni Adracalin adında bir protein kodlar. Bu proteinin görevi hücrenin çekirdek zarında kanalların oluşmasını yani gözyaşı kanallarının oluşmasını sağlamaktır. AAAS Geninde meydana gelen mutasyon gözyaşı oluşumunu engeller.

Alacrima, toplumda 1:1.000.000 görülen genetik bir rahatsızlıktır. Bu kişiler duygusal olarak ağlasalar da gözlerinden yaş gelmez. Alacrima’ya sebep olan nöronal arıza gebeliğin 4-6 haftalarında meydana gelir. [44] Alacrima genellikle Duane sendromu (şaşılık), Möbius Sendromu (yüz felci) ile birlikte görülen bir rahatsızlıktır. [32, 44, 46, 70]


Benzer konuda hazırlanmış diğer yazılar


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  • 2– Axelsson A, Laage-Hellman JE (1962) The gusto-lachrymal reflex. The syndrome of crocodile tears. Acta Otolaryngol 54:239–254PubMedCrossRef
  • 3– Alf Axelsson & Jan-Erik Laage-Hellman(1962) The Gusto-Lachrymal Reflex: The Syndrome of Crocodile Tears CrossRef
  • 5– Bogorad FA (1979) The symptom of crocodile tears. F. A. Bogorad. Introduction and translation by Austin Seckersen. J Hist Med Allied Sci 34:74–79PubMedCrossRef
  • 6– Brodsky MC, Fray KJ (1998) Brainstem hypoplasia in the Wildervanck (cervico-oculo-acoustic) syndrome. Arch Ophthalmol 116:383–385PubMed
  • 7– Brunish R (1957) The protein components of human tears. AMA Arch Ophthalmol 57:554–556PubMed
  • 8– Cantu RC, Drew JH (1966) Pathological laughing and crying associated with a tumor ventral to the pons. Case report. J Neurosurg 24:1024–1026PubMedCrossRef
  • 17– Feinstein A, Feinstein K, Gray T, O’Connor P (1997) Prevalence and neurobehavioral correlates of pathological laughing and crying in multiple sclerosis. Arch Neurol 54:1116–1121PubMed
  • 18– Frey WH (1985) Crying. The mystery of tears. Winston Press, Minneapolis
  • 19– Frey WH, Sota-Johnson D, Hoffman C, McCall JT (1981) Effect of stimulus on the chemical composition of human tears. Am J Ophthalmol 92:559–567PubMed
  • 20– Fullard RJ (1988) Identification of proteins in small tear volumes with and without size exclusion HPLC fractionation. Curr Eye Res 7:163–179PubMedCrossRef
  • 21– Fullard RJ, Snyder C (1990) Protein levels in nonstimulated and stimulated tears of normal human subjects. Invest Ophthalmol Vis Sci 31:1119–1126PubMed
  • 23– Gachon AM, Richard J, Dastugue B (1982) Human tears: normal protein pattern and individual protein determinations in adults. Curr Eye Res 2:301–308PubMedCrossRef
  • 27– Hastrup JL, Baker JG, Kraemer DL, Bornstein RF (1986) Crying and depression among older adults. Gerontologist 26:91–96PubMed
  • 28– Heiligenhaus A (2007) Anatomie und Physiologie der Tränendrüse. In: Messmer EM (Hrsg) Diagnose und Therapie des Trockenen Auges. UNI-MED, Bremen, S 13–18
  • 29– Holzberg N (2000) Ovid „Liebeskunst. Ars Amatoria“. Artemis & Winkler, Düsseldorf
  • 30– Horsten M, Becht M, Vingerhoets A (1997) Crying and menstrual cycle. Psychosom Med 59:102–103
  • 32– Kasar PA, Khadilkar VV, Tibrewala VN (2007) Allgrove syndrome. Indian J Pediatr 74:959–961PubMedCrossRef
  • 34– Kottler JA (1997) Die Sprache der Tränen. Diana, München
  • 36– ropiunigg U (2003) Indianer weinen nicht. Kösel, München
  • 37– Labott SM, Ahleman S, Wolever ME, Martin RB (1990) The physiological and psychological effects of the expression and inhibition of emotion. Behav Med 16:182–189PubMed
  • 40– Lutz T (2000) Tränen vergiessen. Über die Kunst zu weinen. Europa, Hamburg
  • 41– Martin XD, Brennan MC (1994) Serotonin in human tears. Eur J Ophthalmol 4:159–165PubMed
  • 42– Mathers WD, Lane JA, Zimmerman MB (1996) Tear film changes associated with normal aging. Cornea 15:229–234PubMedCrossRef
  • 43– McCoy FJ, Goodman RC (1979) The crocodile tear syndrome. Plast Reconstr Surg 63:58–62PubMed
  • 44– Miller MT, Stromland K, Ventura L (2008) Congenital aberrant tearing: a re-look. Trans Am Ophthalmol Soc 106:100–115PubMed
  • 46– Minn D, Christmann D, De Saint-Martin A et al (2002) Further clinical and sensorial delineation of Schinzel-Giedion syndrome: report of two cases. Am J Med Genet A 109:211–217CrossRef
  • 49– Mori H, Mori K (2007) A test of the passive facial feedback hypothesis: we feel sorry because we cry. Percept Mot Skills 105:1242–1244PubMedCrossRef
  • 53– Mutch JR (1944) The lacrimation reflex. Br J Ophthalmol 28:317–336PubMedCrossRef
  • 54– Parvizi J, Anderson SW, Martin CO et al (2001) Pathological laughter and crying: a link to the cerebellum. Brain 124:1708–1719PubMedCrossRef
  • 66– van Haeringen NJ, Glasius E (1976) The origin of some enzymes in tear fluid, determined by comparative investigation with two collection methods. Exp Eye Res 22:267–272CrossRef
  • 68– Vingerhoets AJ, Assies J, Poppelaars K (1992) Prolactin and weeping. Int J Psychoanal 39:81–82PubMed
  • 69– Vingerhoets AJ, Cornelius RR, van Heck GL, Becht ML (2000) Adult crying: A model and review of the literature. Rev Gen Psychol 4:354–377CrossRef
  • 70– Vucicevic-Boras V, Juras D, Gruden-Pokupec JS, Vidovic A (2003) Oral manifestations of triple A syndrome. Eur J Med Res 8:318–320PubMed
  • 72– Walter S, Behrens-Baumann W (2007) Zusammensetzung des Tränenfilms. In: Messmer EM (Hrsg) Diagnose und Therapie des Trockenen Auges. UNI-MED, Bremen, S 32–37

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Alzheimer’a karşı alınacak yedi basit önlem

Alzheimer, beyindeki sinir hücreleri üzerinde β-Amiloid plaklarının birikmesi ile ortaya çıkan, sebebi henüz bilinmeyen ve yıllar ilerledikçe şiddeti giderek artan, şimdilik kesin tedavisi olmayan bir beyin hastalığıdır. Dünyada 35 milyon Alzheimer hastası logoolduğu tahmin ediliyor ve bu sayı her geçen gün dramatik bir şekilde artıyor. Yapılan istatistikler 2030 yılında 66 milyon, 2050 yılında ise 115 milyon Alzheimer hastası olacağını gösteriyor.

Türkiye’de yaklaşık 400 bin Alzheimer hastası olduğu söyleniyor olsa da gerçek rakamın çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor.

Alzheimer bir yaşlılık hastalığıdır

İstisnalar olsa da Alzheimerın öncelikle bir yaşlılık hastalığı olduğunu belirtmek gerekiyor. Hastalığın 70-75 yaşlarında görüleme sıklığı % 3-4 civarında iken yaş ilerledikçe bu oran artmaktadır. 90’lı yaşlara gelindiğinde oran % 30-35’e kadar çıkmaktadır.

Alzheimer henüz tedavi edilebilir bir hastalık değil ve tedaviye dönük yapılan çalışmalardan şu ana kadar pek memnun edici sonuçlar alınamadı. Hastalığın tedavisine dönük yapılan araştırmalar yoğun bir şekilde devam ederken bu çalışmalara paralel olarak koruyucu önlemler ile hastalığın ilerlemesini durdurmaya yönelik birçok araştırma da yapılıyor. Aşağıda Alzheimere karşı alınabilecek bazı basit önlemler ile bu konuda yapılmış bazı bilimsel çalışmalar bulunmaktadır.

Alzheimere karşı alınacak önlemler

Bu basit önlemleri başlıklar halinde çok kısaca şöyle özetleyebiliriz: Sağlıklı beslenme, düzenli fiziksel aktivite, beyin jimnastiği, sosyal ilişkileri canlı tutma ve risk faktörlerinden uzak durma.

1- Alzheimer karşı: Kahve

Düzenli kahve tüketenlerde Alzheimerın daha az görülmesi, dikkatleri kahve tüketimi ile Alzheimer arasında nasıl bir ilişki olduğuna yoğunlaştırdı ve yapılan tüm araştırmalardan elde edilen sonuçlar, kahvenin Alzheimer riskini düşürdüğü yönünde. Bu konuda o kadar çok fazla araştırma var ki, burada hepsine yer vermek teknik olarak olanaksız olduğu için sadece üç araştırmaya kısaca değinilecek.1

Hollanda’da yapılan bir araştırmada 1900 ile 1920 yılları arasında doğan 676 sağlıklı erkeğin zihinsel performansları 10 yıl boyunca periyodik olarak izlendi ve düzenli kahve tüketen katılımcıların zihinsel performanslarının kahve içmeyenlere göre daha iyi durumda olduğu tespit edildi. (1)

2014 yılında Alman ve Fransız araştırma grubunun yapmış olduğu bir başka araştırmada Alzheimer semptomları bulunan farelere düzenli olarak kafein verildi ve araştırma sonunda kafein tedavisi uygulanan farelerin beyninde Alzheimer’a sebep olan Tau Proteinleri ile Beta-Amiloid-plaklarının birikiminin engellendiği hatta geriye dönük düzelmeler olduğu görüldü.

İsveç ve Finlandiyalı araştırma grubunun 1972, 1977,1982 ve 1987 yılları arasında 1.409 kişi ile yapmış olduğu başka bir araştırma ise günde üç ila beş fincan arası kahve içenlerde Alzheimer riskinin önemli ölçüde düşütüğünü gösteriyor. (2)

Kafein ne yapıyor: Kafein, beyinde çeşitli Adenozin Reseptörlerini bloke ederek Adenosinlerin bu reseptörlere bağlanmasını engelliyor. Adonosinin serbest kalması ise sinir hücrelerinde iltihabi reaksiyonların oluşmasını engelleyecek Tau Proteini ve Beta-Amiloid-plaklarının sinir hücreleri üzerinde birikmesini engelliyor.

Sonuç olarak bu araştırma günde üç fincan kahve tüketiminin hafıza problemi ile vücutta İnflamatuar Stres Reaksiyonlarını önleyerek Alzheimer riskini azalttığını gösteriyor. (3)3

2- Alzheimer karşı: Meyve suyu ve Antioksidanlar

Oksidanlar, oksijen moleküllerine yüksek bağlanma yeteneği olan zararlı kimyasal bileşenlerdir. Vücuda alınan besinler, oksijenle birlikte yakılarak enerjiye dönüştürülür. Bu dönüşüm sırasında oksidan adı verilen ve damarlarda yapı bozuklukları ile erken yaşlanmaya ve bazı hastalıkların ortaya çıkmasında önemli rol oynayan zararlı moleküller ortaya çıkar. Antioksidanlar ise bu zararlı atıklarla mücadele eden onları etkisiz hale getirerek vücuttan atılmasını sağlayan yararlı kimyasallardır.

En çok bilinen antioksidanlardan biri de limon, portakal, mandalina gibi narenciye ürünlerinde bulunan C vitaminidir. Yukarıda bahsedildiği gibi antioksidanlar, serbest kalan radikalleri yakalayarak vücuttan dışarı atar, bu da beyin sağlığı için inanılmaz faydalı biyokimyasal bir reaksiyondur.

Yapılan araştırmalarda Alzheimer hastalarının kanında çok az miktarda antioksidan çıkması, antioksidan içeren gıda tüketiminin Alzheimere karşı koruyucu bir önlem olabileceği fikrini oluşturdu. Yapılan araştırmalardan elde edilen sonuçlar da gerçekten bunu teyid eder nitelikteydi.

American Journal of Medicine dergisinin 9 eylül 2006 tarihli sayısında yayınlanan büyük bir epidemiyolojik çalışma, haftada üç porsiyon ve daha fazla meyve veya sebze suyu içenlerde Alzheimer hastalığına yakalanma riskinin % 76 daha düşük olduğunu gösteriyor. (4)4

Başlangıçta Alzheimer hastalığına karşı koruyucu etki yapan maddenin meyve ve sebzelerde bulunan ve antioksidan özelliği olan vitamin C, E ve B-karoten olduğu düşünülüyordu ama yapılan klinik çalışmalar bu hipotezi destekler nitelikte sonuçlar vermedi. Bu yüzden araştırmalar meyve sebzelerde bulunan başka bir antioksidana yoğunlaştı ve yapılan araştırmalarda bu antioksidanın Polifenol olduğu tespit edildi.

Ayrıca hayvanlarla yapılan testler Polifenollerin hayvanların ömrünü % 59 oranında uzattığı ve yaşa bağlı bilişsel kaybı engellediğini gösteriyor. Laboratuvarda hücre kültürleri ile yapılan bir başka araştırma, polifenollerin sinir hasarlarını önleyici etkisinin (nöroprotektif etki) vitaminlerden daha fazla olduğunu gösterdi.

Sonuç olarak haftada üç veya dört porsiyon meyve suyu içerek olası bir Alzheimer riskini düşürmenin mümkün olduğu söylenebilir.

3- Alzheimer karşı deniz ürünleri: Balık ve Omega-3 Yağ Asitleri

Balık ve deniz ürünlerinde bulunan omega 3 yağ asitlerinin de Alzheimer riskini düşürmede olumlu etkisinin olduğu yapılan birçok araştırma ile teyid edildi.

Bordeaux Üniversitesinin 68 yaş ve üzeri sağlıklı 1674 kişi ile 7 yıl boyunca yaptığı ve 7. Mayıs 2002 tarihinde British 5Medical Journal dergisi yayınladığı büyük bir araştırma haftada en az bir kez balık yiyenlerde Alzheimer riskinin üçte bir oranında düştüğünü gösteriyor. (5)

Bu olumlu etki, balıkta bulunan omega-3 yağ asitlerinin damarları koruyarak beyinde iltihaplanma riskini azaltmasıdan kaynaklanıyor.

Ayrıca 1999 yılında aynı yönde yapılan başka bir araştırmadan da aşağı yukarı aynı doğrultuda sonuçlar elde edildi. (6)

Omega-3 bulunan deniz ürünleri nelerdir: Sardalya, somon, ton balığı, mersin balığı, pisi balığı, alabalık, midye ve uskumru omega 3 bakımından zengin deniz ürünleridir.

4- Alzheimer karşı: Akdeniz Diyeti

Sebze ve balık ağırlıklı Akdeniz mutfağının lezzetli olmasının yanı sıra aynı zamanda Alzheimer karşı da koruyucu etkisi de bulunmakta. Akdeniz mutfağının vazgeçilmezi olan zeytinyağı, sebzeler, domates, sarımsak, taze balık, ekmek ve kırmızı şarabın kalp-damar hastalıklarına karşı koruyucu etkisinin olduğu birçok araştırma ile zaten teyid edilmişti. Bu konuda yapılan çok yönlü araştırmalar bu besinlerin Alzheimera da karşı da koruyucu bir etkisinin olduğunu gösteriyor. Bu besinlerin Alzheimere karşı da koruyucu etkisinin hayvansal yağlar ve proteinler bakımından fakir olmasından kaynaklandığı düşünülüyor !!!

Columbia Üniversitesinin yapmış olduğu başka bir araştırmada Akdeniz diyeti ile Alzheimer riski arasındaki ilişki ele alındı ve7 araştırma sonunda Akdeniz diyeti uygulanan deneklerin, diyeti ne oranda uyguladığına bağlı olarak Alzheimer riskinin düştüğü veya yükseldiği görüldü. Başka bir ifade ile Akdeniz diyetini çok uygulayanlarda daha az, az uygulayanlarda ise daha fazla Alzheimer vakasına rastlandı. 2258 sağlıklı kişiyle ile başlayan bu araştırma 4 yıl devam etti ve 4. yılın sonunda araştırmaya katılanların 262 sinde Alzheimer görüldü. (7)

Araştırmanın sonuçları hastalığın ortaya çıkmasında açık bir şekilde beslenme alışkanlığının rol oynadığını gösteriyor.

Araştırmadan ortaya çıkan sonuçlar:

  • Düşük oranda Akdeniz diyetinin % 9-10 oranında,
  • Orta derece Akdeniz diyetinin % 15-21 oranında,
  • Yüksek derece Akdeniz diyetinin % 40 oranında Alzheimerdan koruyor.

Sebebin ne olduğu tam olarak bilinmese de Akdeniz diyetinin düşük kalorili olmasının Alzheimer riskini düşürmede etkili olduğunu düşündürüyor. Çünkü düşük kalorili gıdaların beyin ve vücudu zinde tuttuğu biliniyor. Ayrıca 8yapılan başka bir araştırma, az yemek yani vücuda yüksek kalori almaktan kaçınmak SIR2 enzimini aktif hale getirerek DNA’ların ömrünü uzattığını bunun da yaşlanmaya bağlı nörodejenerasyonu geciktirdiğini gösteriyor. Yani düşük kalori yaşlanmayı yavaşlatarak yaşlılığa bağlı beyin hücre ölümlerini geciktiriyor. (8)

Sonuç: Alzheimer’a karşı diyet iyi, Akdeniz diyeti daha da iyi.

5- Alzheimer karşı: Şarap ve Siyah Çikolata

Kırmızı şarap ve siyah çikolata içerisinde bulunan ve antioksidan özelliği olan Resveratrol bilişsel gerilemeyi geciktiriyor.

Georgetown Üniversitesi Tıp fakültesi tarafından orta ve hafif Alzheimer hastası 119 erkek ve kadın ile bir yapılan araştırmada hastaların bir kısmına her gün 1000 mg resveratrol diğer kısmına ise plasebo ilaç yani etken maddesi olmayan yalancı ilaç verildi. Hastaların bir yıl sonra yapılan muayenelerinde plasebo ilaç verilen deneklerin hastalığının normal seyrinde ilerlerlediği görülürken, Resveratrol verilen hastaların durumunda bir değişiklik olmadığı yani hastalığın ilerlemediği tespit edildi. Başka bir ifade Resveratrolün hastalığın ilerlemesini durdurduğu söylenebilir. (9)

365.000 kişi ile 7 yıl boyunca yapılan ve The Journal Neuropsychiatric Disease and Treatment dergisinde yayınlanan başka bir araştırmanın sonuçları ise aşırıya kaçmamak kaydıyla günde 15 gr alkol (0.3ml biraya eşdeğer) tüketmenin zihinsel gerilemeyi % 23 azalttığını gösteriyor.

Dikkatlice söylemek gerekirse, az miktarda alkolün bir şekilde beyin hücrelerine iyi geldiği söylenebilir !!! (10)

6- Alzheimer karşı: Spor10

Hiç kuşkusuz spor yaşam kalitesini artıran, fiziksel performansı yükselten evrensel kültürün vazgeçilmez bir parçasıdır. Spor, düzenli yapıldığı takdirde fiziksel performansı yükseltmesinin yanı sıra beynin fit kalmasını da sağlayan bir aktivitedir. Yapılan çalışmalar uzun yıllar spor yapan yaşlıların beyninin bilinçli düşünmeden sorumlu bölgesinin (frontal korteks’in) hiç spor yapmamış yaşıtlarına göre çok daha iyi bir durumda olduğunu gösteriyor.

Uzmanlar, özellikle zihinsel bozulma riski altında olan yaşlı kişilerin yaşına uygun spor yaparak bu riski azaltabileceğini belirtiyorlar. Araştırmalar genetik olarak Alzheimer riski taşıyanların bile sporla bu riski düşürebileceğini hatta ortadan kaldırabileceğini gösteriyor.

Alzheimer karşı hangi spor daha iyi: Yüzme, yürüyüş, bisiklet veya bir başka spor dalı hiç farketmiyor hemen hemen her spor dalı Alzheimere karşı iyi geliyor. Kişi kendine uygun bir spor dalını seçip onu yapabilir. Önemli olan, hareket edilmesi ama daha da önemli olan sporun düzenli yapılması ve bir yaşam biçimine dönüştürülmesi.

Ne kadar spor yapılmalı: Haftada toplam en az 3 saat spor yapmak gerekiyor. Örneğin her gün yarım saat orta tempoda yürüyüş, bisiklet sürme ya da yüzme en ideal olanı.

Sporun Alzheimera neden iyi geldiği tam olarak bilinmese de sporla beyne daha fazla kanın gitmesinin etkili olduğu tahmin ediliyor. (11)

Sonuç olarak, “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” atasözünü akıldan çıkarmamak gerek.

7- Alzheimer karşı: Beyin jimnastiği

Beyin, tembelliği ve monotonluğu sevmez. Tıpkı vücudumuzu çalıştırmak için yaptığımız egzersizler gibi sürekli okuyarak problemler çözerek, yeni stratejiler geliştirerek beyin hücrelerinin çalışmasını teşvik etmemiz gerekiyor. Beyin, ne kadar farklı konularla meşgul olursa o kadar çok beyin hücresi aktif hale geçerek beynin fit kalmasını sağlıyor.11

Hepsi efektif (verimli) olmamakla birlikte yüzlerce hatta binlerce beyin jimnastiği yöntemi bulunmaktadır. Bulmaca çözmek (pek verimli degil), matematik problemi çözmek, yabancı dil konuşmak, yeni bir yabancı dil öğrenmek, hatta satranç oynamak bile bir beyin jimnastiği dir.

Beyin jimnastiğinin Alzheimer’ın ilerlemesini yavaşlattığını gösteren birçok araştırma bulunmakta.

Bu araştırmalardan birkaç örnek

Kelime oyunları, bulmaca ve pratik faaliyetler: Bangor üniversitesi tarafından 718 demans hastası ile yapılan ve The Cochrane Library dergisinde yayınlanan 15 farklı araştırma, günde 45 dakikalık beyin jimnastiği, örneğin kelime oyunu, bulmaca çözme, tarife göre pasta yapmak, bahçede çalışmak gibi aktivitelerin, hastaların bilişsel yeteneklerini şaşırtıcı bir şekilde arttırdığını gösteriyor. (12)12

Yabancı dil öğrenmek: Toronto York Üniversitesinin yapmış olduğu bir başka araştırma ise, iki lisan konuşan veya iki lisan ile büyüyenlerde sadece ana dilini konuşanlara göre daha az Alzheimer görüldüğünü gösteriyor. Araştırma ayrıca iki lisan konuşanlarda görülen Alzheimer vakalarının tek dilli yaşıtlarına göre 5 yıl sonra başladığını gösteriyor.

Sebep: İki dil beynin sürekli aktif olmasını sağlıyor. Beynin konuşma esnasında kelimelerin otomatik olarak ikinci bir dile formüle ediliyor olması beynin sürekli yeni bağlantılar kurarak meşgul olmasına sebep oluyor. Bu da doğal olarak beynin sürekli fit kalmasına sebep oluyor. (13)


Alzheimer ile ilgili hazırlanmış diğer yazılar


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. Coffee consumption is inversely associated with cognitive decline in elderly European men: the FINE Study.
  2. Midlife Coffee and Tea Drinking and the Risk of Late-Life Dementia: A Population-Based CAIDE Study
  3. Beneficial effects of caffeine in a transgenic model of Alzheimer’s disease-like tau pathology
  4. Fruit and Vegetable Juices and Alzheimer’s Disease: The Kame Project
  5. Fish, meat, and risk of dementia: cohort study
  6. Association of Seafood Consumption, Brain Mercury Level, and APOE ε4 Status With Brain Neuropathology in Older Adults
  7. Mediterranean Diet and Risk for Alzheimer’s Disease
  8. A Dietary Regimen of Caloric Restriction or Pharmacological Activation of SIRT1 to Delay the Onset of Neurodegeneration
  9. A randomized, double-blind, placebo-controlled trial of resveratrol for Alzheimer disease
  10. Moderate alcohol consumption and cognitive risk.
  11. The Association Between Midlife Cardiorespiratory Fitness Levels and Later-Life Dementia: A Cohort Study
  12. Cognitive stimulation to improve cognitive functioning in people with dementia
  13. Delaying the onset of Alzheimer disease

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Kronik yorgunluğa neden olan 60 metabolik atık madde farklı

Akşamları erken yatmanıza ve yeterli uyuduğunuzu düşünmenize rağmen sabahları çok yorgun kalkıyor ve gün boyu kendinizi yorgun mu hissediyorsanız ve bu durum altı aydan daha uzun bir süreden beri devam ediyorsa muhtemelen sizde Kronik yorgunluk sendromu (KYS) var.

Kronik yorgunluk sendromunun semptomları diğer bazı hastalıklara benzediği için tecrübeli bir doktorun bile hastalığa teşhis koyması bazen uzun zaman alabilir.

Son yıllarda Kronik yorgunluk sendromu konusunda birçok kapsamlı araştırma yapıldı ve yapılan bu çalışmalar sonucunda hastalığın değişik semptomlarının olduğu tespit edildi.

Tespit edilen bu semptomlardan bazıları şöyle:Unbenannt-3

  • Kronik yorgunluk sendromu hastalarının beyninin 3 değişik bölgesinde çeşitli anomalilerin olduğu tespit edildi. (1)
  • Bağışıklık sisteminin sebebi henüz bilinmeyen nedenle alarma geçerek İnterferon gamma adındaki bir proteini aktif hale getirdiği tespit edildi. (2)
  • Bağırsak florasında daha az mikroorganizmanın bulunması ve var olan mikroorganizmaların da normalden daha az hareketli olduğu tespit edildi. (3)

Bu semptomların birbirinden bağımsız olarak mı yoksa birlikte mi hastalığa sebep olduğu şimdilik belinmiyor.

60 metabolik atık maddede (Metabolit) anormallik olduğu tespit edildi

Kaliforniya Üniversitesi tarafından yapılan bu araştırmada ise Kronik yorgunluk sendromu hastalarının metabolizmalarında normal insanlardan farklı olarak 20 Metabolik yol (Methabolic pathway)* ile 60 farklı Metabolik atık madde (Metabolit)** olduğu ve bu farklılıkların vücudun tüm metabolizmasını olumsuz etkileyerek Kronik yorgunluk sendromuna yol açtığı bulundu.

Robert Naviaux ve arkadaşları, 84 kadın ve erkekle yapmış olduğu bu kapsamlı araştırma Kronik yorgunluk sendromu rahatsızlığı bulunan kişilerin kanlarındaki atık maddelerin sağlıklı kişilerin kanındaki atık maddelerden farklı olduğunu gösteriyor. Konuyla ilgili açıklama yapan Naviaux, Kronik yorgunluk sendromu hastalarında 60 metabolik atık maddenin konsantrasyonunun da % 80 oranında daha düşük olduğu ve ayrıca bu atık maddelerin oluşumunda rol oynayan metabolik süreçlerin 20 tanesinde anormallikler olduğunu belirtti.

Teşhiste % 90 dan fazla isabet oranı

Kronik yorgunluk sendromuna sebep olan bu 60 Metabolik anomalinin varlığı tespit edildikten sonra çalışmalar 60 anomaliyi teşhis etmeye yoğunlaştı. Yapılan başarılı çalışmalar sonrası erkekler için 8, kadınlar için 13 Biomarker geliştirildi ve geliştirilen bu biomarker setleri 60 Metabolik anomaliyi % 90 oranında bir doğrulukla teşhis ediyor.Ohne Titel 2

Sonuç

Yeni tedavi imkanı: Bu çalışma Kronik yorgunluk sendromunun biyolojisini anlamamız açısından önem çok önemli. Konu ile ilgili yapılan açıklamada, teşhiste kullanılan bu Biomarker’lerın aynı zamanda tedavide de kullanılmasının mümkün olduğu ve bunun da yeni tedavi imkanlarının geliştirilmesine yol açacağı belirtiliyor.

***

Ekler

  • Metabolik yol (Metabolic pathway)*: Canlı hücrelerde, bir molekülü diğer bir moleküle dönüştüren bir sıra enzimle oksijenlenen biyokimyasal tepkime zinciri.
  • Metabolit (Metabolite)**: Herhangi bir maddenin doku ve organlarda yıkımı sonucu oluşan madde, yıkım ürünü, metabolizma artığı.

Kış uykusu metabolizmasında (KYS) benzeri bir durum

Metabolik atıkların azalması, metabolik aktivitenin azalması ile ortaya çıkan bir durumdur. Ayı, yılan ve bazı kemirgenler kış aylarının olumsuz hava koşullarında hayatta kalabilmek için metabolik aktivitelerini düşürerek kış uykusuna yatarlar. Bu durum hayvanlarda hayatta kalmaya yönelik bir adaptasyon iken Kronik yorgunluk sendromu hastaları için acı ve yaşamı kısıtlayıcı bir engel teşkil ediyor.

  • Bazı Metabolit isimleri: Hücre zarının yapısında bulunan fosfolipitler ve Sphingo lipidler ve yıkım ürünü olan FAD/Riboflavin, P5C/Arg, Adenozin ve Ürik asit, Purines
  • Bazı metabolik süreç isimleri: Serine, 1-carbon metabolism, SAM, SAH, methionine, glutathione, Very long chain fatty acid oxidation, Propiogenic amino acids, Threonine metabolism.

Kronik Yorgunluk Sendromu hakkında hazırlanmış diğer makale


Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

Metabolic features of chronic fatigue syndrome

  1. http://pubs.rsna.org/doi/abs/10.1148/radiol.14141079
  2. http://advances.sciencemag.org/content/1/1/e1400121
  3. http://microbiomejournal.biomedcentral.com/articles/10.1186/s40168-016-0171-4#Abs1

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Güzel kadınlar hakkında bilinmeyen 5 gerçek

Kadın güzelliği öyle etkileyici konu ki, yüzyıllardır masalların efsanelerin, hikayelerin ortak teması oldu. Uğruna yollar aşıldı, dağlar delindi, cinayetler işlendi, sayısız romanlar yazıldı. Böylesine popüler bir konuya bilimin ilgisiz kalması elbetteki düşünülemezdi.

Asıl konuya girmeden önce, bilim güzellik için ne diyor, güzelliğin matematiksel ölçüleri ve yapılan bilimsel tanımlamalar gibi ilginç birkaç konuya kısaca göz atalım.

***

Darwin, 1850 li yıllarda çok kısa da olsa güzellikle evrim arasında bir bağlantının olduğuna değinmiş ve güzelliğin üremenin itici gücü olduğuna dikkat çekmişti. Şimdilerde ise evrim biyologlarının yeni teorisi: Güzellik Sağlıktır. (Güzellik-Sağlık konusu başlı başına başka bir konu olduğu için bu konuya şimdilik değinilmeyecek.)

Kadının güzelliği konusunda yapılmış çok fazla sayıda  bilimsel çalışma ve bu çalışmalardan ortaya çıkmış çok fazla parametre var. Güzelliğin ölçüsü olarak kabul edilen bu parametrelerden birkaç tanesine göz atmadan geçmeyelim.

Kadında ideal güzelliği ve geometrik ölçüleri 

Konuya sıradan ama bir o kadar da yetersiz bir tanımlama ile girelim. „Bir kadın ne kadar kadınsı görünüyorsa o kadar güzeldir.“ Bu tanım hem soyut olması hem de güzellik gibi oldukça karmaşık ama bir o kadar da somut gerçeği tarif etmekte yetersiz kalıyor. Oysa şimdiye kadar yapılan birçok bilimsel çalışmada kadının güzelliği matematiksel olarak çok ayrıntılı bir şekilde ortaya kondu ve bu ayrıntılara her gün yenileri ekleniyor. Aslında bu ayrıntılara dikkatle bakıldığında yerinde tespitler olduğu da görülmektedir.

Bu ayrıntılar nelerdir: Kadın güzelliğinin en vazgeçilmez parametresi kusursuz yüz ve vücut simetrisi ile bunları meydana getiren parçaların orantısıdır yani proporsiyon dur. Simetri derken, gerek yüzün gerekse vücudun iki yarısının düşey düzlemde aynasal simetrisi kast edilmektedir. Proporsiyon da en az simetri kadar önemli başka bir parametredir. link

Birkaç örnek vermek gerekirse;

  • Göz ve ağız arasındaki mesafenin, toplam yüz uzunluğunun % 36 sına eşit olması
  • Her iki gözün arasındaki mesafenin yüz genişliğinin % 46 civarında olması
  • Dudakların buruna olan açısının 90 ile 110 derece arası olması link
  • İki dudağın birleşme eksenin üst dudağa olan açısının 20, alt dudağa olan açısının 30 derece olması gibi… link

Bu sayılan özellikler yüzlerce parametreden sadece bir kaçını oluşturuyor… Ayrıca herkesin bildiği gibi büyük gözler, dolgun dudaklar, yüksek alın, bakımlı cilt, düz ve parlak saçlar güzel bir kadında olması gereken önemli özelliklerden bazılarını oluşturuyor.

Kadında güzelliğin avantajları ve dezavantajları

Bir erkek, hangi yaşta ve hangi kültürde olursa olsun güzel bir kadına bakıp da hiçbir şey hissetmemesi neredeyse imkansız gibidir. (Ahlaki değerler, toplumsal kurallar bu ilgiyi sadece perdeler. O kadar…)

Güzel bir kadın olmak, erkeklerin ilgi odağı olmak elbetteki o kadını mutlu eder. Peki güzel bir kadın olmanın veya güzel bir kadın ile evli veya birlikte yaşamanın veya aynı işyerinde birlikte çalışmanın avantajları veya dezavantajları var mıdır? Aşağıda bu konu hakkında yapılmış enteresan 5 bilimsel çalışma bulunmaktadır.1

1- Güzel kadınlar erkeklerin dikkatini dağıtıyor

İndiana Üniversitesi’nden Maria Grabe ve Leila Samson’un Ağustos 2011 tarihinde 390 erkek ve kadınla yapmış olduğu bir araştırma, güzel bir kadının erkeklerin dikkatini dağıtmaya yettiğini gösteriyor.

Araştırmada deneklere çok güzel bir haber spikerinin okuduğu haberler dinletildi ve ardından spikerin makyajı, giydiği elbise, taktığı aksesuarlar ve spikerin fiziksel detayları soruludu.

Özellikle erkek deneklerin güzel spikerin, giydiği ceketi, dar eteği, kırmızı ruju ve hemen hemen tüm fiziksel detayları hatırlarken spikerin okuduğu habere pek dikkat etmedikleri tespit edildi. (1)

Bu araştırma gayet açık bir şekilde, baş döndürücü bir güzelliğin erkeklerin birçok şeye konsantre olmasını engellediğini gösteriyor.

2- Güzel kadınlar erkekleri risk almaya zorluyor2.1

Bu konuda Stockholm Üniversitesi’nden Patrik Gränsmark ve arkadaşlarının 626 erkek profesyonel satranç oyuncusu ile yapmış olduğu ilginç bir araştırma var.

Bu araştırmada, erkek oyuncuların çok güzel kadın rakipleri ile yapmış olduğu müsabakalarda, riskli açılışlar, riskli stratejiler ve hiç gerek yokken çok riskli hamleler yaptıkları tespit edildi.

Erkeklerin güzel kadın rakipleri karşısında risk almasının sebebinin testosteron seviyesinin yükselmesinden kaynaklandığı tahmin ediliyor. (2)

3- Güzel kadınlar erkekleri aptallaştırıyor

Her ne kadar bu başlık biraz abartılı görünse de bu konuda yapılan araştırmalar bu abartının hiç de haksız olmadığını gösteriyor.3

Hollanda sosyal psikolog Johan Karremans ve ekibinin farklı erkeklerle yapmış olduğu kısa süreli hafıza, hızlı karar verme, ve çözüm üretme gibi konularda iki kez tekrarladığı araştırma, erkeklerin güzel kadınlar karşısında her seferinde performanslarının düştüğünü hatta adeta aptallaştığını gösteriyor. (3)

4- Güzel kadın mutlu bir evliliğin güvencesi

Güzel bir kadın mutlu bir evliliğin güvencesi olabilir mi ? Bu konu her ne kadar tartışmaya açık olsa da bu araştırma mutlu bir evlilik için kadın güzelliğinin erkek yakışıklılığından daha önemli olduğunu gösteriyor.

Tennessee Üniversitesi’nden James McNulty ile Toledo Üniversitesi’nden Lisa A. Neff’in ortaklaşa yaptığı bir araştırmada, üç ay ve daha kısa süre önce evlenmiş 82 çiftin birlikte geçirdikleri süreler video ile kayıt altına alındı.

Araştırmaya başlamadan önce altı araştırma görevlisi araştırmaya katılan kadın ve erkek katılımcıların çekiciliklerini derecelendirdi ve ardından erkek4 katılımcılara mutlu olup olmadıkları soruldu ve  görüldü ki, kadınların çekicilik derecesi ne kadar yüksekse eşlerinin mutluluk derecesi o kadar yüksek.

Ayrıca video kayıtları incelendikten sonra tespit edilen başka bir konu da, çekicilik derecesi yüksek olan kadınlarla evli olan erkeklerin eşleri ile birlikte geçirdikleri zamanın daha fazla, iletişimlerinin ise daha yoğun olduğu görüldü..

İlginç olan başka bir tespit de, çekicilik derecesi eşine göre daha yüksek olan erkeklerin eşleri ile beraber geçirdiği süreler hem daha az hem de iletişimleri daha az. (4)

5- Güzel kadınlar iş konusunda dezavantajlı

Tahmin edilenin aksine iş bulma konusunda güzel kadınlar daha az şansa sahipler.5

Bu araştırma için İsrail Ben-Gurion Üniversitesi’nden Bradley Ruffle ve ekibi dördü fotoğraflı, ikisi fotoğrafsız olmak üzere altı hayali iş başvurusu dilekçesi hazırlayıp 2600 iş ilanına 5600 dilekce gönderdiler. Bradley Ruffle ve ekibinin Temmuz 2008 ve Ocak 2010 tarihleri arasında yaptığı bu araştırmada dilekçeler için kullanılan fotoğraflar kadınların güzelliklerine göre derecelendirildi.

Sonuç: Yazılan dilekçelerin % 14,5’üne görüşme için talep geldi ve en az görüşme talebinin en güzel kadınlara geldiği tespit edildi. (5)


Güzellik konusunda daha önce yazılmış makaleler 


Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. Sexual Cues Emanating From the Anchorette Chair: Implications for Perceived Professionalism, Fitness for Beat, and Memory for 
  2. Beauty Queens and Battling Knights: Risk Taking and Attractiveness in Chess 
  3. Interacting with women can impair men’s cognitive functioning 
  4. Beyond Initial Attraction: Physical Attractiveness in Newlywed Marriage 
  5. Are Good-Looking People More Employable? 

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Günde iki dakika yürüyüş bile çok şey değiştiriyor

UnbenanntŞimdiye kadar spor ile sağlık arasındaki ilişkiyi araştıran birçok araştırma yapıldı ve pek çok kez sporun sağlık üzerinde doğrudan pozitif etkisinin olduğu kanıtlandı.

Yapılan bu araştırmalar genellikle sporun şekli ve süresi ile ilgiliydi. Örneğin haftada üç kez 30 dakikalık jogging yapmanın kalp ve damar hastalıkları riskini düşürdüğü veya haftada 120 dakika kas egzersizi yapmanın diyabet 2 riskini düşürdüğü gibiydi…

Süre ile ilgili ilginç bir araştırma

Utah üniversitesi’nin böbrek hastası ve sağlıklı kişilerden oluşan 3500 kişilik bir grup ile 3 yıl boyunca yapmış olduğu başka bir araştırma, şimdiye kadar bu konuda hiç ciddiye alınıp araştırma gereği duyulmayan bir aktiviteyle ilgili.

Sadece iki dakika yürüyüş

Bu araştırma, sürekli oturarak iş yapanların her saatte sadece iki dakika yürümenin bile hareketsiz yaşamdan dolayı oluşabilecek sağlık sorunlarını büyük ölçüde engellediğini gösteriyor.

Araştırmadan ortaya çıkan çarpıcı sonuçlar özetle şöyle

  • Sağlıklı insanlardan oluşan grupta ölüm riski % 33 düşüyor.
  • Böbrek hastalarından oluşan grupta ölüm riski % 41 düşüyor.

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

Light-Intensity Physical Activities and Mortality in the United States General Population and CKD Subpopulation

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Açlık hissini bastıran doğal bir madde

Açlık ve tokluk toplumda farklı bakış açılarına göre değerlendirilen fiziksel, sosyal, ekonomik, politik, tarihsel, psikolojik, biyolojik bir fenomendir.

Açlık nedir: Açlık, vücudun depolamış olduğu enerjiyi tüketmesi ile ortaya çıkan enerji arzusuna beyinin vücuda vermiş olduğu biyolojik bir uyarıdır. Çoğu zaman midede hissedilmesine rağmen, konsantrasyon eksikliği, baş ağrısı veya mide bulantısı gibi belirtiler ile kendini başka şekillerde de hissettirir.

Açlık, beyinde ortaya çıkan kompleks süreçtir

Açlık ve tokluk karmaşık biyokimyasal bir süreç olup bu süreçte halâ aydınlatılamamış birçok nokta bulunmaktadır.

Açlık ve tokluk konusunda bilinenlerden bazıları:

  • Açlık ve tokluk duygusu mide, bağırsaklar ve karaciğerden beyne giden sinyaller ile oluşur.
  • Açlıkla ilgili tüm mesajlar örneğin; açlık-tokluk hissi, enerji rezervi ve enerji düzenlemesi beynin hipotalamus bölgesinden yönetilir.
  • Gıda alımından hemen sonra karaciğerde glikoz ve glikojen parçalanır, yağ ve protein metabolizması devreye girerek karaciğer, mide ve bağırsaklarda bulunan çeşitli reseptörlere çeşitli neurotransmitter ulaşarak otonom sinir sistemi üzerinden hipotalamusa „Doydum“ sinyali gönderilir.
  • Ghrelin (indükleyici büyüme hormonu Release), amilin, leptin, peptide YY , glucagon-like peptid 1 ve insülin açlık ve toklukta rol oynayan önemli hormonlardır.

*** 

Açlık hissini bastıran kimyasal madde: Propionate

Açlığın şiddeti arttığı ve yeme atağının başladığı zamanlarda sağlıklı yemekler yiyerek açlığımızı gidermek yerine pizza, patates, kek, hamburger gibi kalori bakımından oldukça zengin yağlı ve tatlı yiyeceklerle yöneliriz, bu da kaçınılmaz olarak kilo sorununu beraberinde getirir.

İngiliz araştırmacılar şiddetli açlık anında kontrolsüz yemeyi önleyen yani iştahı frenleyen inulin propionate ester adında bir kimyasal geliştirdi.

Propionate’ın vücuttaki fonksiyonu

Daha önce yapılan araştırmalardan edindiğimiz bilgiler ışığında propionate’ın vücutta nerede ve hangi şartlarda üretildiğini ve vücutta ne gibi görevi olduğunu oldukça ayrıntılı olarak biliyoruz. Buna göre; meyve sebze, tahıl ve baklagiller gibi lifli yiyecekler bağırsaklardaki mikroorganizmalar tarafından fermantasyona uğratılarak kısa zincirli yağ asitlerine dönüştürülürler. Propionate da bu bozunma ürünlerinden biridir.

Propionate’ın vücutta artması peptide YY (PYY) ve glucagon-like peptid 1 (GLP-1) hormonlarının üretimini teşvik eder ki, bu da beyne tokluk hissinin geçmesi dolayısıyla iştahın bastırılarak yemenin sonlandırılmasına sebep olur. Bu bakımdan lifli gıdalarla beslenmek bağırsaklarda Propionate miktarının artmasına ve buna bağlı olarakta iştahın bastırılmasına sebep olur. [1] [2]

İştah bastırıcı olarak “Propionat”foto 2

Propionate’in iştah bastırıcı özelliği keşfedildikten sonra, propionate konusunda yapılan çalışmalar hız kazandı. Imperial College London dan Claire Byrne liderliğindeki araştırma grubu da bu maddeyi incelemeye alan gruplar arasında.

Claire Byrne ve ekibi, kimyada ester­leşme tepkimesi olarak adlandırılan yöntem ile lifler sınıfından bulunan ve doğal bir polisakkarit olan inulin’i, propionate’a bağlayarak inulin propionate esteri elde ettiler. Daha sonra bu esterden 10 gram alarak süt içine karıştırdılar ve karışımı 20 kişiden oluşan denek grubunun bir kısmına verdiler. Denek grubunun diğer kısmına ise (kontrol grubu) içerisinde sadece inulin olan ama propionate içermeyen içecek verdiler.

Kısaca özetleyecek olursak; 1. gruba inulin+propionate, 2. gruba sadece inulin verildi.

Not: Burada İnulin propionate ester yapmadaki amaç deneklere bir seferde hacim olarak küçük, içerik olarak zenginleştirilmiş Propionate vererek beyindeki değişimi tespit etmek. (10 gramlık zenginleştirilmiş Propionate, 60 gramlık lifli gıda yemeye eşdeğer)

Beynin ödüllendirme merkezinde neler oluyorOhne Titel

Verilen süt içildikten sonra iki grupta bulunan deneklerin beyinlerinde ne gibi değişiklerin olduğunu tespit etmek amacıyla Manyetik rezonans görüntüleme (MR) tekniği ile beyin tomografisi çekildi. Beyin tomografisi çekilirken deneklerin iştah durumlarını tetiklemek amacı ile çikolata, kek pizza gibi kalori bakımından zengin gıdaların fotoğrafları gösterildi.

Sonuç

  • İnulin+propionate verilen 1. gruptakilerin beyinlerinin ödüllendirme merkezinde düşük aktivite ölçüldü. Yani bu grupta açlık hissi veya yeme hissi oluşmadı.
  • Saf inulin verilen 2. gruptakilerin beyinlerinin ödüllendirme merkezinde yüksek aktivite ölçüldü. Başka bir ifade bu gruptakiler yiyeceklere daha fazla ilgi gösterdiler.
  • Deneyin ikinci aşamasında deneklere bir tabak spagetti verildi ve inulin propionate ester grubu tabaklarına konulan spagettinin sadece %10’nu yediler.

Bu araştırma, propionate’nin açık bir şekilde iştah bastırıcı etkisinin olduğunu ve aşırı yemek yeme isteğininin önüne geçtiğini gösteriyor. Gelecekte Propionate takviyeli yiyecekler üretilerek obezite gibi önemli bir sağlık sorunun önüne geçmede yardımcı bir faktör olarak kullanılabilir.

Konuyla ilgili açıklama yapan Claire Byrne, “Günlük 60 gram lifli gıda yiyerek bağırsakların 10 gram gropionate üretmesi sağlanabilir, bu da iştahın frenlenmesi için yeterlidir” dedi. [3]

Lifli yiyeceklerden bazılarının listesi 

avokado, greyfurt, incir, kayısı, şeftali, kivi, portakal, kuru fasulye, mercimek, nohut, kuru barbunya, tam buğday ekmeği, börülce, bulgur, makarna, ıspanak, bezelye, ay çiçeği, badem fındık, fıstık, kuru üzüm…..

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. http://gut.bmj.com/content/early/2014/11/17/gutjnl-2014-307913
  2. http://www.nature.com/ncomms/2014/140429/ncomms4611/full/ncomms4611.html
  3. http://ajcn.nutrition.org/content/104/1/5

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Kronik Yorgunluk Sendromunun bağırsak florası ile bağlantılı olduğu keşfedildi.

Kronik Yorgunluk Sendromu nedir

Altı aydan daha uzun süre devam eden, uyuma ve dinlenme ile geçmeyen aşırı fiziksel ve zihinsel yorgunluğa Kronik Yorgunluk Sendromu (KYS) adı verilir.

Kronik Yorgunluk Sendromu sadece bir yorgunluk olmakla kalmayıp kas ağrısı, baş ağrısı, boyun ağrısı, eklem ağrısı, uyku bozukluğu gibi sorunları da beraberinde getiren kompleks bir hastalıktır. [1] Hastalığın kesin sebebi tam olarak bilinmemekle birlikte aşırı stres, beslenme alışkanlığı, genetik yatkınlık ve viral enfeksiyonlar gibi faktörlerden şüpheleniliyor.

Hastalığın sebebinin tam olarak bilinmemesi doktorların hastalığa kesin teşhis koymasını zorlaştırıyor. Doktorlar, Kronik Yorgunluk (YKS) şikayeti ile gelen hastaların yapılan muayenesinde somut bir bulguya rastlamazsa, hastalığın psikolojik ya da kuruntudan kaynaklandığı yargısına varıyorlar ki, bu yaklaşımın doğru olmadığı ilerleyen zamanda anlaşılıyor.

Son zamanlarda Kronik Yorgunluk Sendromu (KYS) hakkında yapılan araştırmalar hastalığın net bir şekilde biyolojik nedenlerden kaynaklandığını gösteriyor.cfs

Bu konuda yapılan araştırmalardan bazıları Kronik Yorgunluk Sendromu (KYS) hastalarının beyninde karakteristik anormallikler[2] ile bağışıklık sisteminde önemli değişiklikler olduğunu gösteriyor[3].

Kronik Yorgunluk Sendromu (KYS) hastalarının bağırsak florasında keşfedilen değişiklikler

Cornell Üniversitesinden Ludovic Guilloteaux ve ekibinin 48 KYS hastası ile 39 sağlıklı insanın dışkı ve kan örneklerini karşılaştırarak yaptığı araştırma bağırsak florası ile Kronik Yorgunluk Sendromu arasında şüpheye yer bırakmayacak şekilde bir bağlantının olduğunu gösteriyor. [4] Ludovic Guilloteaux ve ekibi, bu araştırma için deneklerden aldığı dışkı ve kan örneklerinde bağırsak bakterilerinin DNA ları ile kanda bulunan beş farklı inflamasyon belirteçlerin konsantrasyonunu ölçütüler.

Untitled-3

Bağırsaktaki bulgular

Bağırsaktaki bulgulara geçmeden önce konunun daha iyi anlaşılması için kısaca Bağırsak florasından bahsetmek gerekiyor.

Bağırsak florası, sindirim sisteminde yaşayan ve vücuda alınan gıdaları sindirmekle görevli, sayıları 10 milyon ile 1 katrilyon arasında değişen yaklaşık 500-1000 değişik türdeki mikroorganizmanın genel adıdır.

Sağlıklı bir insanda bağırsak florasındaki bakterilerin %98’i faydalı bakterilerden oluşur ve bunlar bağırsakta kaldığı müddetce faydalı görevlerine devam ederler. Eğer bu bakteriler bir şekilde bağırsaktan kana geçerse iltihabi reaksiyonlar başlayarak kişinin hastalanmasına sebep olur.[5]

Bağırsak florasının azlığı veya belirli bakterilerin bağırsakta bulunmaması Crohn hastalığı gibi kronik ve iltihabi bağırsak hastalıklarının ortaya çıkmasına yol açar. Bu bakımda bağırsak florasındaki bakterileri gerek sayısının gerekse çeşidinin eksilmemesi önemlidir.

Guilloteaux ve ekibi yaptıkları bu araştırma ile Kronik Yorgunluk Sendromu (KYS) hastalarının bağırsak florasında sağlıklı insanlara göre daha az mikroorganizmanın bulunduğunu ve var olanların da daha az hareketli olduğu tespit etti.

Kanda bulgular

Kronik Yorgunluk Sendromu (KYS) bulunan hastaların kanında bir inflamasyon belirteci olan Lipopolisakkarit-Bağlayıcı Protein (LBP) seviyesinin yüksek olduğu gözlendi. Bu durum, hastanın bakteriyel bir enfeksiyon ile karşı karşıya olduğu anlamına geliyor. Lipopolisakkarit-Bağlayıcı Protein (LBP), bakteriyel enfeksiyonu fark ederek vücudu savunma için alarma geçirir. Yani LBP‘nin kanda yükselmesi bağışıklık sisteminin bakteriyel bir enfeksiyona karşı verdiği doğal bir yanıttan başka bir şey değildir.

Bakteri kana nereden ve nasıl geçiyor

Sağlıklı bir bağırsak duvarından kana bakteri, mantar, parazit ve toksik atıkları geçemez. Çünkü bağırsak duvarının yapısı buna müsade etmez. Ancak hasarlı bağırsaklarda (sızıntılı bağırsak, ingilizce:leaky gut) veya Geçirgen Bağırsak Sendromu hastalarında bakteriler ve toksik maddeler bağırsak duvarından kana sızarak kanı enfekte eder.

Yapılan bu araştırmadan elde edilen önemli başka bir bulgu ise, Kronik Yorgunluk Sendromu (KYS) hastalarının bağırsak duvarının geçirgen olduğu ve bağırsaklarda bulunan bakterilerin kana geçerek iltihaplanmaya sebep olduğunun keşfedilmiş olması.

Tedavide yeni umut

Şu ana kadar Kronik Yorgunluk Sendromunun (KYS) etkili bir tedavisinin olmaması hastalık hakkında somut biyolojik delillerin olmamasından kaynaklanıyordu.

Guilloteaux ve ekibi bu araştırma ile kronik yorgunluk sendromu olan hastaların bağırsaklarında daha az sayıda bakterinin konakladığını, bağırsak duvarlarının geçirgen olduğunu ve bu nedenle bağırsaktan kana bakteri geçişi olduğunu, bunun da kanda iltihabi reaksiyonların ortaya çıkmasına sebep olduğunu keşfettiler.

Bu önemli keşifle birlikte Kronik Yorgunluk Sendromu (KYS) teşhisinin kan ve dışkı testi ile çok daha kolay bir şekilde tespit edilebilmesinin yolu açılmış oldu.

Sonuç

Bağırsak florası ve bağırsak duvarındaki bu değişimin Kronik Yorgunluk Sendromunun (KYS) ortaya çıkmasında sebep mi yoksa sonuç mu olduğu şimdilik tam olarak bilinmiyor ama araştırmayı yürüten Giloteaux konu hakkında yaptığı açıklamada, geliştirilecek ilaç ve uygun diyet planları ile bağırsak florasının tekrar dengeye sokularak hastaların normal yaşantıya dönebileceklerini umut ettiğini belirtti.

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. http://annals.org/article.aspx?articleid=708271
  2. http://pubs.rsna.org/action/doSearch?SeriesKey=&AllField=CFS
  3. http://advances.sciencemag.org/content/1/1/e1400121
  4. http://microbiomejournal.biomedcentral.com/articles/10.1186/s40168-016-0171-4
  5. http://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0140673603124890
Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Etnik grupların genlerinde o gruba özel bölgeler bulunmaktadır

Etnik grupların DNA larında, sadece o gruba özel belirli bölgeler bulunabilmektedir. Toplumdan 031218_hapmap_300_0topluma değişen bu özel bölgeleri The International HapMap Project adlı proje çerçevesinde araştırılmaktadır. Örneğin; İsrailde yaşayan Ashkenaz ve Sephar adlı etnik gruplarda, Afrika’da yaşayan Yoruba adlı etnik grupta, Çin’de yaşayan Han-Chinese adlı etnik grupta ve İngiltere’nin kuzey-doğusu Wales’de yaşayan etnik grupta, özel DNA bölgeleri bulunmaktadır.

Sadece bazı  etnik grupların DNA larında görülen bu ender bölgeler o toplumun geriye doğru izlerini taşımaktadır. Bu özel bölgelerin bozulmadan kalması ancak o etnik gruptaki bireylerin sürekli birbiri ile gen alış veriş yapması ile mümkün olmaktadır. (Cinsel birleşme anlamında)

Tehlikeleri 

Grup içi gen alışverişlerinden doğan çocuklarda aynı özel bölgeler bulunacaktır. Bu aslında genetik olarak tehlikeli bir durum çünkü aynı genetik hastalığı taşıyan iki bireyden doğan çocukların hasta olma olasılığı çok daha yüksek olmaktadır.(Bazı genetik hastalıklar ancak hem anneden hem babadan alınan genlerin her ikisinde birden hasarlı bölgenin bulunması ile ortaya çıkmaktadır.) Bu yüzden akraba ve genetik olarak yakın grupların evlilikleri her zaman büyük risk taşımaktadır.

Türkiyede durum

Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yaşayan etnik grupların, örneğin Alevilerin, Kürtlerin Çerkezlerin, Lazların, Tatarların ve daha onlarca irili ufaklı etnik grupların genlerinde bu özel bölgelerin (Polymorphism) bulunması kaçınılmazdır.

Konuyla ilgili kaynaklar :

https://www.genome.gov/10001688/international-hapmap-project/

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.