Eşcinsellikle ilgili iki mutasyon keşfedildi

Son Güncellem: 24.05.2025

Eşcinsellik Nedir?

Eşcinsellik; bir bireyin kendi cinsiyetinden kişilere karşı romantik, duygusal ve cinsel çekim hissetmesidir. Bu yönelim yalnızca insanlara özgü değildir. Gözlemlenen yüzlerce hayvan türü eşcinsel davranışlar sergileyebilmektedir. Dolayısıyla bu yönelim, doğaya aykırı değil; doğanın bir parçasıdır.

Cinsel Yönelim: Psikolojik mi, Genetik mi?

Bugün elimizdeki bilimsel veriler, eşcinselliğin yalnızca bir “tercih” ya da “çevresel etki” ile açıklanamayacağını net biçimde gösteriyor.

– Peki, cinsel yönelimi yani heteroseksüel, biseksüel veya homoseksüel olmayı belirleyen şey nedir?

Genetik, epigenetik (genlerin nasıl ifade edildiği), doğum öncesi hormon etkileri ve nörolojik gelişim; hepsi bir arada bireyin cinsel yöneliminde rol oynayan faktörler arasında.

Aşağıda okuyacağınız bu makale iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde cinsiyet nedir, kaç çeşit cinsiyet vardır, cinsel yönelim nedir, kaç çeşit cinsel yönelim vardır gibi toplumda pek bilinmeyen, bilinse de pek konuşulmak istenmeyen konulara yer verilecek ve ardından geçmiş yıllarda homoseksüellik konusunda yapılmış genetik çalışmalardan bazı örneklere başlıklar halinde değinilecek. İkinci bölümde ise Chicago Üniversitesi tarafından yapılan ve 7 Aralık 2017 tarihinde Nature dergisinde yayınlanan çok önemli bir araştırmanın dikkat çeken ayrıntıları anlatılacak.

1. Bölüm

Cinsiyet ve Cinsel Yönelim: Sanılandan Daha Çeşitli

Geleneksel ikili cinsiyet anlayışı (kadın ve erkek) genetik çalışmalarla önemli ölçüde sorgulanmaktadır. Turner, Klinefelter ve Swyer sendromları gibi durumlar, biyolojik cinsiyetin kromozomal düzeyde farklılık gösterebileceğini ortaya koymuştur. Cinsel yönelimde de benzer bir çeşitlilik söz konusudur. Alfred Kinsey’in meşhur skalası, heteroseksüel ve homoseksüel yönelimler arasında birçok ara düzeyin bulunduğunu göstermiştir.

Üçüncü gruptaki cinsiyetlere birkaç örnek:

  • Swyer Sendromlular: Genetik olarak erkek (XY) ancak fenotipik olarak kadın görünümüne sahip olanlar (XY-Kadını),
  • Klinefelter Sendromulular: 47 XXY, 46 XY /47 XXY kromozom setine sahip olanlar
  • Turner-Sendromlar: 45,X0 veya 45,X/46,XX kromozom setine sahip olanlar.

Bunlar  üçüncü grupta bulunan cinsiyetlerden sadece birkaçını oluşturmaktadır. Gerek kromozom, gerekse gen düzeyinde meydana gelen değişikliklerden oluşan bu tür cinsel gelişme bozuklukları (disorders of sexual development) istatistiksel olarak 4500 doğumda bir görülür.

Son yıllarda yapılan çalışmalarla gri alanda kalan cinsiyet tanımlamalarına yenileri de eklenmekte. Örneğin, her 100 doğumda bir görülen hypospadias yani üretranın penisin ucunda ve altında bulunması göre yapılan ince tanımlamaların da cinsel gelişim bozukluklarına dahil edilmesi ile cinsiyet çeşitliliğindeki sayı daha da artıyor. Özetleyecek olursak; Kadın ve erkek cinsiyeti dışında gerek genetik gerekse anatomik farklardan kaynaklanan birçok ara cinsiyet çeşidi bulunmaktadır. (1)

Not: Bazı batı ülkelerinde parlamento düzeyinde 3. grup cinsiyetler için toplumsal bazı düzenlemeler yapılıyor.

Kaç çeşit cinsel yönelim vardır

Yapılan araştırmalar cinsiyet çeşitliliğinde olduğu gibi cinsel yönelimde de geniş bir yelpazenin olduğunu gösteriyor. (2)(3) İndiana Üniversitesi‘nden biyolog, seksolog, entomoloji ve zooloji profesörü Alfred Charles Kinsey’in 1948 ve 1953 yılları arasında yapmış olduğu araştırma ile Eşcinsellik ve heteroseksüellik arasında 5 farklı cinsel yönelim grubunun daha tanımladı. Alfred Charles Kinsey’in kendi adıyla anılan Kinsey skalasındaki (The Kinsey Scale) cinsel yönelim grupları şöyle:

  1. Tamamen heteroseksüel
  2. Baskın heteroseksüel, nadiren homoseksüel
  3. Baskın heteroseksüel, sıklıkla homoseksüel
  4. Eşit derecede heteroseksüel ve homoseksüel
  5. Baskın homoseksüel, sıklıkla heteroseksüel
  6. Baskın homoseksüel, nadiren heteroseksüel
  7. Sadece homoseksüel
  8. Cinsel temas yok

Eşcinsellik geni aranıyor

Yapılan birçok çalışma her ne kadar homoseksüelliğin genetik kaynaklı olabileceğinin ipuçlarını verse de bu konuda etkili kaç genin olduğu ve bu genler üzerinde kaç varyantın olduğu halâ net olarak bilinmiyor.

Esas konuya geçmeden önce hazır yeri gelmişken Eşcinsellik konusunda geçmiş yıllarda yapılan önemli araştırmalardan birkaçını başlıklar halinde verelim. Bunlar bize Eşcinselliğin genetik kökenleri üzerine yapılan birçok çalışma, önemli ipuçları sunuyor:

  • Beyin Yapısı Farklılıkları: Gey ve lezbiyenlerin beyin yapılarının heteroseksüel akranlarından farklı olduğu tespit edildi (4).
  • İkiz Çalışmaları: İkizlerle yapılan araştırmalar, cinsel yönelimin genlerle bağlantılı olduğunu gösteriyor.(5).
  • X Kromozomu ve Diğer Kromozom Bölgeleri: Homoseksüel erkek kardeşlerde X kromozomunun Xq28 bölgesinde farklılıklar gözlemlendi. Genom çapında yapılan diğer araştırmalar ise, 7. kromozomun 7q36, 8. kromozomun 8p12 ve 10. kromozomun 10p26 bölgelerinde de farklılıklar olduğunu ortaya koydu. (6).(7)
  • FucM Geni: Kore Bilim ve Teknoloji Enstitüsü tarafından dişi fareler üzerinde yapılan bir araştırmada, FucM geni iptal edilen dişi farelerin erkeksi cinsel davranışlar sergilediği belirlendi. (8)
  • Anne Kaynaklı Genler: Erkeklerde eşcinsellikle ilgili genlerin anne kaynaklı olduğu düşünülüyor. Homoseksüel erkeklerin anne tarafında baba tarafına göre daha fazla eşcinsel kuzen ve dayı barındırma olasılığı daha yüksek.(9)
  • Doğum Sırası Etkisi (Fraternal Birth Order Effect): Her doğan erkek çocuk, kendisinden sonra doğacak erkek kardeşinin eşcinsel olma ihtimalini yaklaşık %33 oranında artırıyor .(10)
    Prenatal Androjen Modeli: Hamilelik süresince anneden salgılanan veya alınan androjen hormonu, doğacak kız çocuklarının gelecekte lezbiyen olma ihtimalini artırabiliyor.(11)

2. Bölüm

İki yeni dikkat çekici mutasyon keşfedildi.

Genome-wide association study (GWAS) kapsamında yapılan geniş kapsamlı bir çalışmada, 1077 eşcinsel ve 1231 heteroseksüel erkeğin DNA örnekleri incelendi. Bu araştırmada, genetik varyasyonlar (tek nükleotid polimorfizmleri veya SNP’ler) detaylıca değerlendirildi. Sonuç olarak, erkeklerde cinsel yönelimi etkileyebilecek iki anlamlı gen varyantı (noktasal mutasyon) keşfedildi. Bu varyantların homoseksüel erkeklerde heteroseksüellere göre daha yaygın olduğu saptandı. Cinsel yönelimin karmaşık genetik yapısı göz önüne alındığında, bu iki gen varyasyonunun homoseksüelliğin anlaşılmasına önemli bir ipucu sağlayabileceği belirtiliyor.

Nedir bu mutasyonlar ?

1. Mutasyon (Chr13: 86504577 – 86504577, rs9547443 SNV C -> T): 13. kromozomda SLITRK5 ve SLITRK6 genleri arasında yer alan bu mutasyon, nöronal gelişimde ve nöropsikiyatrik davranışlarda önemli rol oynayan SLITRK gen ailesiyle ilişkili. Araştırmacılar, bu genin özellikle hipotalamus ve talamus arasındaki Diensefalon’da (ara beyinde) aktif olduğunu buldu. Beyin taramalarında, beynin bu bölgesindeki hücre yoğunluklarının eşcinsel ve heteroseksüel erkeklerde farklı olduğu tespit edildi.

2. Mutasyon ( Chr14: 81445087 – 81445155, rs4411444 SNV A -> G): Bu mutasyon, eşcinsel erkeklerin 14. kromozomunda, tiroid hormonu sentezleyen TSHR reseptör geninde bulunuyor. Bu gende meydana gelen değişiklikler, tiroid bezinin aşırı çalışmasına ve Basedow hastalığı (Toksik guatr) gibi tiroid rahatsızlıklarına neden olabiliyor. Daha önceki çalışmalar, bazı tiroid rahatsızlıkları ile eşcinsellik arasında bir bağlantı olabileceğini gösteriyordu. Örneğin, Danimarkalı araştırmacıların bir çalışması, eşcinsel erkeklerin heteroseksüel erkeklere göre daha fazla tiroid rahatsızlığına yakalandığını ve tiroid rahatsızlığı çeken annelerin daha fazla eşcinsel erkek çocuk doğurduğunu ortaya koydu. (12) (13)

Sonuç

Bu bulgular henüz spekülatif olsa da, eşcinselliğin muhtemel genetik bağlantılarına dair önemli ipuçları sunuyor. Çalışmaya katılan denek sayısının az olması nedeniyle daha geniş çaplı araştırmalara ihtiyaç duyuluyor.

Eşcinsellik, evrimin sunduğu milyonlarca çeşitlilikten yalnızca biridir. Ne bir özenme ne de yetiştirilme biçimiyle homoseksüel olunur. Bilimsel bulgular, homoseksüelliğin bir tercih değil, genlerimizin dikte ettiği bir yönelim olduğunu açıkça gösteriyor. Bilim bize “Homoseksüel olarak doğulur; sonradan homoseksüel olmak diye bir şey yoktur” diyor.

Tarih boyunca birçok toplumda homoseksüellere karşı neredeyse faşizme varan ayrımcılık uygulandı ve ne yazık ki bazı az gelişmiş ve tutucu toplumlarda bu insanlık dışı uygulama hâlâ devam ediyor. Ancak bilim, teknoloji ve tıp alanındaki gelişmeler, her konuda olduğu gibi, eşcinselliğin biyolojik temellerini anlamamıza ışık tutuyor. Bu sayede, toplumların eşcinselliğe bakış açısı her geçen gün yavaş yavaş değişiyor. Özellikle Batılı toplumlarda eşcinselliğin bir hastalık veya ahlaki bir sorun olmadığı, aksine biyolojik bir gerçeklik olduğu artık yaygın kabul görüyor.

Bu konuda son olarak şunu belirtmek isterim: Eşcinsellik binlerce yıldır vardır ve canlılık var olduğu sürece de var olacaktır. En muhafazakar veya en çağdaş ailelerde dahi homoseksüel bir çocuk doğabilir. Buna biz değil, genlerimiz karar verir.


Benzer konuda hazırlanmış diğer makaleler 


 Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. Sex redefined
  2. Bisexualitäten – Geschichte und Dimensioneneines modernen wissenschaftlichen Problems
  3. Interview mit dem Soziologen Rüdiger Lautmann: “Nicht nur Sex”
  4. Homosexual Women Have Less Grey Matter in Perirhinal Cortex than Heterosexual Women
  5. Homosexual behavior due to genetics and environmental factors
  6. Linkage between sexual orientation and chromosome Xq28 in males but not in females
  7. A genomewide scan of male sexual orientation
  8. Male-like sexual behavior of female mouse lacking fucose mutarotase
  9. A linkage between DNA markers on the X chromosome and male sexual orientation
  10. H-Y Antigen and Homosexuality in Men
  11. Finger-length ratios and sexual orientation 
  12. A Link Between Maternal Thyroid Hormone and Sexual Orientation?
  13. Genome-Wide Association Study of Male Sexual Orientation

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Kromozomal Hastalıklar–2: Angelman Sendromu, Prader-Willi Sendromu

Angelman Sendromu (AS) ve Prader Willi Sendromu (PWS) 50’li yıllarda tanımlanan ağır genetik iki hastalıktır. Her iki hastalık da toplumda seyrek görülen hastalıklar grubundan olup ikisi de 15. kromozomun 15q11.2-q13 lokasyonundaki hatalardan kaynaklanır. Hastalığa sebep olan bu hata, bazen parçanın (15q11.2-q13) tamamen kopması veya bu bölgedeki bir genin mutasyonu veya 15. kromozom çiftinin değişik kombinasyonundan kaynaklanmaktadır. Her iki hastalığın semptomları doğumla başlar ve ölüme kadar devam eder. Şu anki teknoloji ile her iki hastalığın da geriye dönük tedavisi mümkün değildir.

Aşağıda ayrıntılarını okuyacağınız iki hastalığın her ne kadar genetik sebepleri benzerlik gösterse de etkileri oldukça farklıdır. Hastalıklar hakkında ayrıntıya girmeden önce konunun daha iyi anlaşılması için makalede oldukça fazla geçen gen, kromozom ve delesyon hakkında birkaç temel bilgi vermek kanımca yerinde olacaktır.

Gen nedir

Genler, anne ve babamızdan aldığımız ve çocuklarımıza aktardığımız, hayatın başlangıcından sonuna kadar bizi biz eden kalıtım birimidir. Genler, Adenin (A), Guanin (G), Sitozin (C), Timin (T) olmak üzere 4 farklı yapı taşının değişik kombinasyonlarda yan yana dizilmesi ile meydan gelirler. Bu yapı taşlarına Nükleotid denir.

Vücudumuzun her hücresinden yaklaşık 3 milyar nükleotid vardır ve genler bu 3 milyar nükleotidin belirli bölgelerinde yer almaktadır. Tam kesin sayı bilinmemekle birlikte insanda yaklaşık 20.000 ile 30.000 arası gen bulunmaktadır. (link)

Bu genlerin büyüklükleri ve işlevleri birbirinden çok farklıdır ve genlerin düzenli çalışması ile sağlık arasında doğrudan ilişki vardır. Genlerin sadece sağlığımızla değil aynı zamandan bizim fiziksel görünüşümüzle de doğrudan ilgisi vardır. Örneğin göz rengi, saç rengi, cild rengi hatta parmaklarımızın uzunluğuna varana kadar birçok irili ufaklı ayrıntı ve bizi biz yapan sayısız özellik genlerimiz tarafından belirlenir. Genlerin görevi sadece bunlarla da kalmaz. Genlerimiz aynı zamanda bizim karakterimizin şekillenmesinde de rol oynar. Örneğin; tutkular, sevgiler, nefretler, korkular, alışkanlıklar gibi yaşama dair her şey genlerimiz tarafından şekillenir. Yani genlerimiz bizim kaderimizdir.

Kromozom nedir

Kromozomlar, üzerinde genlerin bulunduğu makro kalıtım birimleridir. Her insan anneden 23, babadan 23 gelmek üzere 46 adet kromozoma sahiptir. Yukarıda bahsedilen 3 milyar nükleotid bu 23 çift kromozom üzerinde adeta paketlenmiş bir şekilde yer alır. Her kromozomdaki nükleotid sayısı ve buna bağlı olarak gen sayısı farklı farklıdır. Örneğin 1 numaralı kromozom, en büyük kromozomdur ve üzerinde 247 milyon nükleotid ve 3148 gen bulunur. Kromozom numarası büyüdükçe kromozomun fiziksel boyutu küçülür ve buna bağlı olarak üzerindeki nükleotid sayısı da azalır. Ama nükleotid sayısının azalması daha az sayıda gen anlamına gelmez. Örneğin 191 milyon nükleotid bulunan 4 kromozomda 453 gen bulunurken, 132 milyon nükleotid bulunan 12. kromozomda 1330 gen bulunur.

Yeri gelmişken birazda kromozomların yapısından da kısaca bahsetmekte fayda var. Kromozomlar bir uzun bir de kısa olmak üzere iki koldan oluşur. Yukarıdaki kısa kola „p“, aşağıdaki uzun kola „q“ kolu denir. Kromozomlar üzerinde her biri kendine özgü bantlardan oluşur. Kromozomlar bu bantlaşma örüntüsüne dayanarak teşhis edilirler. Genlerin kromozom üzerindeki lokasyonu bu bandaların numarasına göre yapılır. Örneğin, 15q11.2-q13 lokasyonu şu anlama gelmektedir: 15. kromozomun uzun kolunun 11.2 bandından 13´e kadar olan bölgedir.

Delesyon nedir 

Delesyon genetikte bir kromozomun bir parçasının kopması veya, kaybolmasıyla meydana gelen kromozom anomalileri olarak tanımlanır. Kopan parça bazen küçük olabileceği gibi bazen büyükte olabilmektedir. Kopan parça üzerinden birçok gen olduğu için kopan parçayla birlikte genler de kaybolur. Genlerin kaybolması ile birlikte bu genlerin yerine getirdiği birçok görev yapılamaz olur ve Angelman Sendromu (AS) ve Prader Willi Sendromu (PWS) gibi birçok hastalık ortaya çıkar. Bu hastalıkların şiddeti kopan parçanın büyüklüğüne göre farklılık gösterir.

Bazen de kopan parça kardeş kromozoma yapışarak o kromozomun gen dengesinin bozulmasına sebep olur.

 Angelman-Sendromu (AS)

Angelman sendromu, doğumla birlikte ortaya çıkan, fiziksel ve zihinsel gelişimi geciktiren, nadir görülen kalıtsal bir bozukluktur. Hastalık ilk olarak 1965 yılında İngiliz çocuk doktoru Harry Angelman tarafından tanımlandı. Sendromun ortalama insidens 1:15.000 ila 1:20.000 arasındadır.

Belirtiler

Belirtilerin yoğunluğu hastanın durumuna göre değişmekle birlikte, hastaların yüzlerinde sürekli gülümseme ifadesi ve ortalamadan daha fazla gülmeleri ile dikkat çekerler. Bu yüzden hastalık ingilizce konuşulan ülkelerde Happy Puppet Sendromu (Mutlu bebek sendromu) olarak da adlandırılır. Angelman sendromluların dikkat çeken başka bir karakteristik özelliği ise yürürken denge sorunlarının olmasıdır.

Yukarıda belirtilen ana semptomlara ek olarak, bu hastalarda birçok semptom daha bulunur. Örneğin; sıklıkla görülen epileptik nöbetler, üç yaşından itibaren fark edilmeye başlayan küçük bir baş (mikrocefaly olarak adlandırılır) ve beynin Elektroensefalografi (EEG ) çekimlerinde elektriksel aktivitelerde anormallikler…

Angelman sendromunda da yaygın görülen başlıca semptomlar şöyle özetleyebiliriz

  • Hiperaktivite, huzursuzluk
  • Az ya da çok hareket veya denge bozuklukları/ataksi (Genellikle koordinasyonsuz hareketler)
  • Konuşma zorluğu. Genellikle konuşmayı anlar ama konuşma yapmadan jestlerle iletişim kurar
  • Hafif bir heyecanlanma hali, çoğunlukla sallanma
  • Salya akması ve aşırı çiğneme hareketleri
  • Uyku-uyanıklık ritminde bozukluk ve az uyku gereksinimi
  • Kâğıt , su ve plastikten çıkan sese büyük ilgi gösterme
  • Beslenme alışkanlığında farklılıklar (Örneğin; büyük iştahla yemek yemek, ya da yenmeyen şeyleri yeme)
  • Küçük bir kafa (mikrosefali) ve beyin dalgalarındaki düzensizlikler
  • Kafa arkasında düzlük
  • Büyük çene ve geniş ağız
  • Geniş aralıklı dişler
  • Uzanan dil
  • Şaşılık
  • Az pigmentli cilt, açık saç ve göz rengi
  • Bebeklikte beslenme sorunları
  • Düz tabanlık
  • Isı hassasiyeti
  • Çocukluk döneminde kilolu olma
  • Omurganın eğriliği (skolyoz)
  • Hipermotor davranış (hareket artışı, huzursuzluk)
  • Epileptik nöbetler
  • Görme bozuklukları
  • Gelişimsel gecikme

Teşhis

Angelman sendromunun belirtileri diğer rahatsızlıklarla benzerlik göstermesi nedeni ile gerek doğum öncesi hamilelik döneminde, gerekse doğum sonrası bebeklik ve erken çocukluk döneminde pek fazla fark edilmeyebilir. Bu nedenle hastalığa ilk tanı genellikle 3 ve 7 yaşları arasında konur.

Angelman sendromunun genetik sebepleri

Angelman sendromu, 15. Kromozomdaki bir anormalliğe bağlı olarak ortaya çıkan kalıtsal bir hastalıktır. Hastalık, genellikle anneden alınan 15. Kromozomun küçük bir parçasının eksik olması (mikrodelesyon) nedeniyle ortaya çıkar.

Vakaların % 10‘u yumurta döllendikten sonra hücre bölünmesi sırasında meydana gelen mutasyondan kaynaklanır. Bu tür vakalarda annenin 15. Kromozomunda hatalı veya eksik bir kısım bulunmamaktadır. Yani genetik kusur (mutasyon) yumurta döllendikten sonra hücresinin gelişmesi sırasında ortaya çıkar.

Çok nadir de olsa babanın 15. Kromozomundan kaynaklanan Angelman sendromu vakaları da görülmektedir.

Yaklaşık Angelman sendromlu her 10 çocuğun birinde 15. kromozom çiftinde herhangi bir anormallik yoktur. Böyle durumlar genetik değişikliğin çok küçük olduğu durumlarda görülür ki, bu vakalar bile artık günümüzde mevcut tekniklerle tespit edilebilmektedir.

Angelmann sendromu çeşitli genetik hatalardan kaynaklanır. Bunlar sırasıyla şöyledir

  1. Mikrodelesyon 15q11.2-q13: Anneden gelen 15. kromozom üzerinde küçük bir parçanın (15q11.2-q13) eksik olmasından kaynaklanır (bu mikrodeletiyon olarak adlandırılır). Bu tür vakalar tüm Angelmann sendromu vakalarının %70 oluşturur.
  2. Paternal Uniparentale Disomie 15 (UPD): Koromozom çiftinin her ikisi de babadan gelir. Anneden gelen 15. kromozom çocukta bulunmaz. Bu tür Angelmann sendromu vakaları tüm vakaların %1’ni oluşturur.
  3. İmprinting center mutations: 15 Kromozomun her ikisinde de İmprinting center çalışmaz. 15 Kromozomda babaya ait küçük bir bölgenin annenin 15 kromozomunda yer almasından kaynaklanır. Görülme sıklığı % 4 dir.
  4. Mutation in UBE3A-Gen: Anneden alınan 15 kromozomun üzerinde bulunan UBE3A geninde meydana gelen mutasyondan kaynaklanır. Angelmann sendromu vakalarının % 5-10 nu oluşturur.

Tedavi

Angelman sendromu, genomda meydana gelen bir anormallikten kaynaklandığı için geriye dönük bir düzenleme şimdilik mümkün değil. Ancak özenli bakım, sevgi ve yoğun pedagojik yardım ile semptomları hafifletmek ve hastanın yaşamını kolaylaştırmak, yaşam kalitesini yükseltmek mümkündür.

Her ne kadar şu anki teknoloji ile hastalığı tamamıyla iyileştirmek mümkün olmasa da gen teknolojisindeki gelişmeler birçok hastalıkta olduğu gibi Angelmann sendromunda da umutları taze tutuyor.

Güncel tedavi metotları

  • Ergoterapi: Hareket terapisi, fiziksel ya da zihinsel etkinlikler yapılarak çocukların mümkün olduğu kadar günlük yaşama katılmaları sağlanır.
  • Konuşma terapisi: Konuşma ve konuşma bozukluklarının tedavisi
  • Mototerapi: Hareket ve davranıştaki hataları ve eksiklikleri düzeltme tedavisi
  • Hipoterapi: At eşliğinde terapi yapılarak fiziksel, zihinsel veya duysal iyileşme ve gelişmesi sağlanır

Prader-Willi Sendromu (PWS)

Prader-Willi sendromu da Angelman sendromu gibi nadir görülen genetik bir hastalıktır. Hastalık ilk olarak 1950’li yıllarda Prader ve Willi adında iki çocuk doktoru tarafından tanımlandı ama hastalığın nedenleri ancak 1981’de çözülebildi.

Dünya genelinde yaklaşık 350.000 – 400.000 kişinin Prader-Willi sendromu olduğu tahmin ediliyor. PWS`nin toplumda görülme sıklığı yaklaşık 1:10,000 ila 1:15.000 dir ve kadın ve erkekte dağılımı aşağı yukarı eşit orandadır.

Belirtiler

Prader-Willi Sendromunun belirtileri hamilelik döneminde pek belirgin olmadığı için bu hastalık da Angelmam sendromu gibi pek fark edilmeyebilmektedir.

  • Hastalığın ilk belirtileri bebeklik döneminde kendini göstermeye başlar. Bu dönemde genellikle beslenme güçlüğü (içmede problemler) ve kaslarda zayıflık görülür.
  • Bebeklik döneminde göze çarpan başka bir özellik ise genital organlarda görülür. Genital organlar eksik veya gözle görülür derecede küçüktür (genital hipoplaziler).
  • Daha fazla yemeye ve doygunluk hissini hissetmeme. Yaş ilerledikçe çocuğun yemek yeme davranışında değişimler başlar.  Bu nedenle Prader-Willi sendromlu çocukların en karakteristik özelliklerinden biri de obez olmalarıdır.
  • Vücut çok az büyüme hormonu oluşturduğu için küçük bir vücut yapısına sahiptirler
  • Küçük eller ve ayaklar (Akromikri)
  • Geç çocukluk ve ergenlik döneminde kasıklarda kıllanma gibi bazı belirtileri görülebilir ancak diğer fiziksel gelişim belirtileri ya gecikmiştir veya hiç görülmez
  • Ergenlikte cinsel organlarda az veya eksik gelişme. Testisler, testisler torbasına inmemiştir (kriptorşidizm).
  • Kızlarda, ilk menstruasyon çok geç gerçekleşir.
  • Cinsiyet hormonlarının yeterli olmamasına bağlı olarak kısırlık ve kemiklerde kırılganlık (osteoporoz).
  • İlerleyen yaşlarda çoğunlukla tip 2 diyabet, tiroid bezlerinde işlevsel bozukluk veya uyku apnesi görülebilir.
  • Omurgada deformasyon (skolyoz).
  • Birçok hastada gözlerini kırpıştırma.
  • Çoğunlukla, zihinsel gelişim yavaş ve konuşulanı anlamada zorluklar.
  • Bazı davranışlar otizmle oldukça benzerlik gösterir.

 Teşhis

Yeni doğan bebeklerde Prader Willi sendromu teşhisi ancak oluşan semptomlara dayanarak yapılabilir. Örneğin, ön teşhis için açıklanamayan zayıflık, yeme ve içmede zorluk gibi… Semptomlar bazen yeterli olabilmekle birlikte bazen bu belirtiler doktorun ve ailenin dikkat çekmeye bilir de.

Ayrıca çocukluk ve ergenlik çağında kandaki büyüme hormonu ile cinsel hormonların (östrojen, testosteron, FSH, LH) ölçümü de Prader-Willi-Sendromu teşhis için bir fikir verebilir. Beyin dalgalarının incelenmesi de (elektroensefalografi, EEG) Prader-Willi- Sendromu teşhisine yardımcı olan bir başka teknikdir. Tabii ki kesin karar gen testi yapılarak verilir.

 Prader-Willi-Sendromu çeşitli genetik hatalardan kaynaklanır. Bunlar sırasıyla şöyledir:

  1. Mikrodeletion 15q11.2-q13: Tıpkı Angelmann sendromunda olduğu gibi Prader-Willi- Sendromunda da 15. Kromozomda küçük bir parçanın (15q11.2-q13) kaybolması ile ortaya çıkar. Angelmann sendromundan tek fark kaybolan parçanın babadan alınan 15. kromozomda gerçekleşmesi. Bu tür vakalar tüm Prader-Willi- Sendromu vakalarının % 70’ni oluşturur.

(Not: Kopan parça yüksek çözünürlüklü, mikroskopla tespit edilebiliyor. Ayrıca çok az hastada 15. kromozomun SNORD116 adındaki bir başka bölgesinde (lokus) olağandışı küçük bir silinmeden kaynaklanan Prader-Willi- Sendromu vakaları da bulunmaktadır.)

  1. Maternale Uniparentale Disomie 15 (UPD): Bu hata bir adet anneden, bir adet de babadan gelmesi gereken gereken 15. kromozomun genetik bir hatadan dolayı her ikisinin de anneden gelemesinden kaynaklanır. Yani Maternale Uniparentale Disomie de 15. kromozomun her ikisi de anneden gelir. Bu tür Prader-Willi- Sendromu vakaları tüm vakaların % 25 ila %30 nu oluşturur.
  2. İmprinting center mutations: 15 Kromozomun her ikisinde de İmprinting center’de çalışmaz. 15 kromozomda anneye ait küçük bir bölgenin babanın 15 kromozomunda yer almasından kaynaklanır. Prader-Willi sendromunun nadir bir formudur. PWS vakalarının sadece % 1’i bu hatadan kaynaklanır.

Tedavi

Prader-Willi sendromu da genomda meydana gelen bir anormallikten kaynaklandığı için geriye dönük bir düzenleme şimdilik mümkün değildir. Tedavi daha çok semptomları hafifletmeye yöneliktir. Örneğin, beslenme kontrolü, fizyoterapi, düzenli egzersiz ve psikolojik ve eğitim desteği uzun vadede bu olumlu sonuçlar vermektedir. Aşırı kiloyu azaltma ve hormonları düzenleme, davranış sorunlarını ilaçla (örn., Nöroleptikler) düzenleme gibi önlemlerle hastanın yaşam kalitesi yükseltilir.

Hastalığın derecesi ve kişiden kişiye değişen bireysel şekillenmeleri hafifletmek için ne gibi bireysel tedavi yöntemleri uygulanabileceği henüz tam olarak bilinmiyor. Bununla birlikte, klinik çalışmalar büyüme hormonu tedavisi ile boy uzunluğunun normalleştirebileceği ve vücut yağ seviyelerini düşürebileceğini gösteriyor.


Benzer konuda hazırlanmış diğer makaleler


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Depresyon ve Genler

Depresyon, yaşam kalitesini büyük ölçüde düşüren, günlük yaşamı olumsuz etkileyen, ağır vakalarda intihara kadar varan dramatik sonuçlara neden olan oldukça yaygın görülen ciddi bir sağlık sorunudur. İstatistikler her 100 kişiden 16 ila 20’sinin hayatının bir döneminde depresyon yaşadığını gösteriyor.

Belirtileri: Üzüntü, ilgisizlik, suçluluk, özgüven kaybı, uykusuzluk, iştahsızlık, yorgunluk ve konsantrasyon eksikliği, hayattan zevk almama, sürekli iç huzursuzluk, değersizlik duygusu gibi özellikler depresyonun en belirgin temel belirtilerdir.

Bunun dışında organik ve fiziksel sorunlar da depresyonun karakteristik özelliklerindendir. Örneğin sıklıkla hazımsızlık kabızlık, fiziksel yorgunluk, güçsüzlük, boğazda yumru hissi, göğüs ve / veya mide kramplar, cinsel işlev bozukluğu (ereksiyon sorunu, vajinal kuruluk), kilo kaybı (bazı durumlarda çok fazla artış), kas gerginliği (genellikle boyun ve omuzlarında), kronik ağrı (genellikle baş ağrısı veya sırt ağrısı), görme sorunları (titrek, bulanık görüş alanı), kardiyovasküler güçsüzlük, nefes darlığı, baş dönmesi gibi organik ve fiziksel belirtiler de sıklıkla görülür.

Hastalık çok uzun yıllar sürebileceği gibi zaman içerisinde gidip gelmeler şeklinde de kendini gösterebilir.

Sınıflandırma

20. yüzyılın başlarından beri psikiyatride kullanılan depresyon teriminin tanımı zaman içerisinde birkaç kez değiştirildi. Önceleri şüphelenilen nedene bağlı olarak sınıflandırılırken daha sonraları depresif epizodun şiddeti ve seyrine bağlı olarak hafif, orta veya şiddetli depresyon gibi sınıflandırmalar yapıldı.

2010’lu yıllarının başlarından itibaren ortaya çıkış nedenine göre endojen ve eksojen depresyon olmak üzere iki sınıfa ayrıldı.

1- Endojen depresyon

Hastalığın ortaya çıkmasında çevresel nedenlerin rol almadığı, aksine kişinin genetik yapısında meydana gelen bir veya birden fazla hatadan kaynaklanan ve bunun sonucunda beyin metabolizmasının bozulması ile ortaya çıkan hastalıklar için kullanılan bir terimdir. Başka bir ifade ile endojen depresyon terimi direkt genlerin sebep olduğu depresyon hastalıklarını kapsar.

Endojen depresyonu belirtileri 

  • Uyku bozukluğu (özellikle göğüste baskı hissi ve sabahları erken kalkma)
  • Sabahları yorgun, akşam üzeri biraz daha iyi
  • Hipokondriyak sanrılar, Örneğin, ölümcül hastalığı olduğunu sanma, kendini suçlama, hatta kendine zarar verici davranışlarda bulunma (intihar riski var)
  • Sıklıkla kilo kaybı
  • Zihinsel ve fiziksel zayıflama veya heyecan halleri
  • Güçsüzlük
  • İlgi eksikliği
  • Cinsel isteksizlik

2- Eksojen depresyon 

Endojen depresyonun aksine dış faktörlerin etkisiyle ortaya çıkan depresyon vakaları için kullanılır. Sevilen birinin ölümü, hayal kırıklığı, stres, işsizlik, mevsimsel değişiklikler savaş ve terör gibi travmatik etkenler sonucu ortaya çıkan depresyon vakaları eksojen depresyona örnek teşkil eder. Genellikle relatif veya durumsal depresyon olarak da adlandırılır.

Her ne kadar eksojen depresyon için çevresel faktörler rol oynasa da bu depresyon türünde de kişinin genetik yatkınlığı etkilidir. Endojen depresyon dan farklı olarak genlerin fazla çalışmasını veya baskılanmasını dış faktörler belirler. Bu yüzden eksojen depresyon vakaları için epigenetik veya epigenetik kaynaklı depresyon terimini kullanmak yanlış olmaz.

Depresyon ve beyin biyokimyası

Öncelikle belirtmekte fayda var, depresyon beyin metabolizmasının bozulmasıyla ortaya çıkan beyin kaynaklı bir hastalıktır. Sağlıklı ve depresyonsuz bir hayat sürebilmek için beyinde görev alan nörotransmitterler (haberci maddeler) ve hormonların belirli bir denge içerisinde olması gerekir.

Denge nasıl bozuluyor : Nörotransmitterler ve hormonların dengeli kalabilmesi ancak bunları sentezleyen genlerin normal çalışması ile mümkündür. Eğer ilgili genlerde bir mutasyon veya genin değişik bir formu (allel) varsa, nörotransmitterler veya hormonların yapısı ve miktarında değişiklikler meydana gelir ve beyin biyokimyasının dengesi bozulur. Örneğin; Serotonin, Dopamin, Norepinefrin, Acetylcholin, Gamma-Aminobuttersäure, Epinefrin ve Kortizol mutasyon nedeni ile yapısı ve miktarı değişen nörotransmitter den bazılarıdır. Depresyonun şiddeti bu biyokimyasal yapının bozulması ile doğru orantılı olarak artar ya da azalır.

Bu maddeler ne yapıyor : Beyin biyokimyası oldukça karmaşık reaksiyonlar zincirinden oluşur ve bu zincirde hala anlaşılmayan birçok basamak bulunmaktadır. Bu maddelerin ne yaptığını çok basit bir şekilde anlatmaya çalışalım.

Bu maddeler iki sinir hücresi arasında sinaps olarak adlandırılan temas noktalarında görev alırlar. Sinapslar, iki sinir arasındaki küçük boşluklardır. Bir sinir hücresinden gelen elektriksel impulslar bu sinapslara geldiğinde boşluk nedeni ile bir sonraki sinire geçemezler, geçebilmeleri için nörotransmitterler ihtiyaç vardır. Yukarıda adı geçen nörotransmitterler bu impulsları bir sonraki sinire ileterek bilginin beyne ulaşmasını sağlarlar. Eğer nörotransmitterlerin sayısı ve yapısı bozulmuşsa beyne sağlıklı bilgi akışı da bozulur ve depresyon kaçınılmaz olur.

Genetik yapının depresyona etkisi

Genetik yapının depresyona etkisi uzun süreden beri araştırılıyor. Bu konuda gerek aile bireyleri arasında gerekse tek ve çift yumurta ikizleri ile yapılmış birçok araştırma var. Bu araştırmalardan ortaya çıkan ortak sonuç; Eğer aile bireylerinden birinde depresyon varsa diğer aile bireyleri de risk altındadır.

Aşağıda bu konuda yapılmış birçok çalışmadan üç örnek bulunuyor.

  1. Araştırma: Aile bireylerinden birinin depresyon hastası olması diğer aile bireylerinin de teorik olarak depresyona duyarlı olabileceği anlamına geliyor. Bu konuda yapılan araştırmalar aile bireylerinden birinin depresyon hastası olması durumunda diğer aile bireylerinin yaklaşık 1,5 ile 3 kat daha fazla risk taşıdığını gösteriyor (normal insanlara göre) (1).
  2. Araştırma: İkizler ile yapılan araştırmalar depresyonun kalıtsal olduğuna dair ipuçları veriyor. Bu konuda yapılan araştırmalar çift yumurta ikizlerinden birinin depresyon hastası olması durumunda diğer kardeşin depresyona yakalanma riskinin % 67, tek yumurta ikizlerinde ise bu riskin % 76 olduğunu gösteriyor. (2)
  3. Araştırma: 143 ikiz ile yapılan başka bir çalışma ise majör depresyonun kalıtsallığının yaklaşık % 42 olduğu gösteriyor. (3)

Açıklama: Genetik araştırmalarda ikizler ile yapılan çalışmaların ayrı bir önemi vardır. Çünkü ikiz kardeşlerin özellikle de tek yumurta ikizlerinin Genomları neredeyse aynıdır. Bu yüzden ikizlerin birinde görülen bir hastalık, bir semptom veya herhangi bir özelliğin diğer kardeşte de görülmesi, büyük bir ihtimalle genetik olduğuna işarettir.

Not: Bazı mutasyonlar vardır genin kodladığı proteinin yapısını hiç değiştirmez bu yüzden her genetik hata veya mutasyon mutlaka depresyona sebep olur diye bir şey söz konusu değildir.

Kadınlar depresyona daha yatkın !!!

Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) raporunda 2020’li yıllarda depresyonun en sık görülen ikinci hastalık olacağı yönünde tahminler yer almakta. Raporda ayrıca depresyonlu kadın sayısının depresyonlu erkek sayısına göre iki kat daha fazla olacağı belirtiliyor. Raporda her ne kadar kadınların erkeklere göre iki kat daha fazla depresyondan etkilendiği söylensede bazı uzmanlar erkeklerle kadınlar arasında böyle büyük bir farkın olacağına pek katılmıyorlar. Bu konuda değişik hipotezler var. 

  • Bir hipoteze göre; Kadınlarda depresyonun daha fazla görülmesinin nedeni hormonal dalgalanmalardan kaynaklanıyor. Bu nedenle kadınlar menstruasyon öncesi ve doğum öncesi depresyona daha yatkınlar.
  • Bir başka hipoteze göre; Erkek egemen toplumda kadınların baskı altında olması, sosyo ekonomik statülerinin daha düşük olması, ekonomik özgürlüklerinin zayıf olması gibi konular kadınlar için bir risk faktörü oluşturuyor.

Öngörü: İkinci teorideki erkek egemen toplumunu çevresel faktörleri epigenetik faktör olarak kabul edersek kadınlarda depresyonun erkeklere göre neden daha fazla görüldüğü kanımca daha iyi anlaşılır.

Kadınlarda depresyonun daha fazla görüldüğüne dair istatiksel iki çalışma

  1. Çalışma: 1999 yılında Amerika’da 2.600 erkek ve kadın ikizler ile yapılan bir araştırma, kadınlarda genetik nedenlerden kaynaklanan depresyonun erkeklere göre % 36-44 daha yüksek olduğunu gösteriyor. Ayrıca araştırma, kadınlarda majör depresyonun başlamasında genetik ve çevresel faktörlerin eşit oranda etkili olduğunu gösteriyor. (4)
  2. Çalışma: 2006 yılında İsveç’te 42.000 ikiz ile yapılan bir başka araştırmada 15.000 ikizde depresyon olduğu belirlendi ve ardından depresyonlu ikizlerin incelenmesinde genetik kaynaklı depresyonun kadınlarda yaklaşık % 42, erkeklerde yaklaşık % 29 olduğu tespit edildi. (5)

Depresyonla ilgisi olan genler

CRH Geni: Stres, vücudumuzda zincirleme birçok olumsuz reaksiyonun başlamasına sebep olur. Stresle birlikte orta beyinin (hipotalamus) belirli bir bölgesinde Kortikotropin salgılatıcı hormon (CRH) serbest bırakılır ve salgılanan bu hormon hipofize giderek orada Adrenokortikotropin (ACTH) adında başka bir hormonun salgılanmasını sağlar. ACTH de böbrek üstü bezlerinden stres hormonu Kortizol salınımına neden olur. Bu reaksiyonlar zincirine Stres hormonu ekseni denir. (Hipotalamus-hipofiz-adrenal achse/ HPA-Axis) 

Bu reaksiyonlar zinciri bazı özel durumlarda dışarıdan gelebilecek bir tehlikenin üstesinden gelmek için vücudun vermiş olduğu doğal bir tepkidir. Bu tepkimenin sonucu olarak kandaki kortizol artışı, kalp atışının hızlanması ve kasların gerilmesine neden olur. Vücudun vermiş olduğu bu tepki sadece bulaşıcı hastalıklar veya kronik stres gibi bazı istisnai durumlarda ortaya çıkar ve özel durumlar sonlandığında kortikotropin salgılatıcı hormon (CRH) salgısı normale dönerek kandaki kortizol miktarı azalır.

Kortizol seviyesinde artış

Kortizol seviyesinde artış: Aşağıda linki verilen araştırmada depresyon hastalarının bir çoğunun gerek kanında, gerek beyninde, gerekse omurilik sıvısında stres hormonu kortizolün yüksek olduğu tespit edildi. (Bu durum yukarıda belirtildiği gibi Stres hormonu ekseni aktivitesinin (HPA-Axis) yüksekliğinden kaynaklanıyor.)

Bu verileri çok kısaca özetleyecek olursak Kortikotropin salgılatıcı hormonun (CRF) artması depresyonu başlatan zincirleme reaksiyonların başlamasına sebep oluyor.

Tedavide için umut: Tabii bu hormonu tek başına düşünmek yanlış olur. Bu hormonu yakalayan ve hücreye girmesine aracılık eden özel CRH reseptörlerini de unutmamak gerek. Bu reseptörleri bloke edici ilaçların geliştirilmesi depresyon tedavisine cevap verebilir.

Serotonin Transporter – (5-HTT)-Geni: 17. kromozomda bulunan bu gen yine kendi adında bir protein üretir. Bu proteinin görevi adındanda anlaşıldığı gibi mutluluk hormonu Serotonini hücre zarından alarak hücre içine taşımaktır. (Serotonin hormonu insana mutluluk, canlılık ve zindelik hissi veren bir nörotransmitterdir. Eksikliğinde depresiflik, yorgunluk, ruh halide bozulmalar görülür.)

5-HTT geni nin bir uzun, bir de kısa olmak üzere iki farklı formu/alleli bulunur. 5-HTT geni ile ilgili yapılan birçok araştırma genin uzun formuna sahip olan kişilerin daha mutlu, daha pozitif, depresyona daha az yakalandığını gösteriyor. Genin kısa formuna sahip olanlar daha mutsuz ve depresyona daha fazla açıklar. (6)

5-HT(1A) Geni (İntihar riskini yükseltiyor)

5-HT(1A) geni, Serotonin-Reseptör-Familyasına ait bir başka gendir ve beyinde görev yapar. Bu genin görevi serotonin hormonunu yakalayarak hücre içerisine girmesini sağlamaktır. Yapılan araştırmalar reseptörün sayısının az olmasının depresyon ve intihar riskini yükselttiğini gösteriyor. Reseptör sayısının az olması hücre içine daha az serotonin girmesine neden olur. Beyinde az miktarda serotonin bulunması ise birçok reaksiyonun yerine getirilmesinde problemlere neden olur.

Laboratuvarda fareler ile yapılan araştırmalarda, 5-HT(1A) reseptörleri iptal edilen farelerde korku ve depresyon semptomları görüldü. Hatta tedavi amacı ile verilen antidepresanlara farelerin cevap vermediği de belirlendi. 

Not: 5-HT(1A) geninin uzun formu olan 5-HT(2C) alle’line sahip fareler antidepresan tedavisine cevap verdi. (7)

İnsanlarla yapılan başka bir araştırma ise intihar riski konusunda 5-HT(1A) ve 5-HT(2C) reseptörleri arasında fark olmadığını her ikisinde de riskin aynı olduğunu gösteriyor (8).

TPH2-Geni (intihar riskini yükseltiyor)

Kore Üniversitesi Ansan Hastanesinde Majör depresif bozukluk (MDB) teşhisi ile yatan ve intihar teşebbüsünde bulunan hastalar ile aynı hastalıktan yatan ama intihar teşebbüsünde bulunmamış diğer hastalarla yapılan karşılaştırmalı genetik analizlerin sonuçları intihar teşebbüsünde bulunan hastaların TPH2 geninde anlamlı farklılıklar olduğunu gösteriyor. Bu farklılıkların ise intihara eğilimini arttırdığı düşünülüyor. (9) Ayrıca araştırma TPH2 geninde meydana gelen bu değişikliklerin sadece intihar ve şiddetli depresyonu (MDD) tetiklemek ile kalmadığını aynı zamanda antidepresanları da etkisiz kıldığını gösteriyor. (10)

Bunun dışında intihara yatkınlık konusunda şüphelenilen HTR2A ve HTR1A genlerinde her iki grupta herhangi bir fark tespit edilmedi (9).

GSK3 Beta-Geni

GSK3 Beta (the glycogen synthase kinase 3B) geni ile yapılan çalışmalar GSK3 Beta geninindeki bazı mutasyonların beyin sağ hipokampusu ve temporal gyrus’deki gri madde miktarını değiştirerek beyin yapısını değiştirdiğini gösteriyor. Beynin bu bölgesinde meydana gelen değişiklikler ise ağır depresyon olarak sınıflandırılan majör depresyonun (MDD) ortaya çıkmasına sebep oluyor.(11)

GSK3 Beta geninde meydana gelen mutasyonların ortaya çıkardığı bir başka önemli problem ise Bipolar bozukluk tedavisini kullanılan Lityum kullanımını sekteye uğratması. (12)

S100B-Geni

S100B geninde meydana gelen farklı mutasyonlar farklı depresif atakların ortaya çıkmasına sebep oluyor. (13)

Pcnt-Geni

PCNT geninin deki farklı varyanslarının, Japon popülasyonunda ağır depresyon olarak sınıflandırılan majör depresyonun (MDD) ortaya çıkmasına sebep olduğu belirlendi. (14)

NCAN Geni (neurocan) Bipolar bozukluk

NCAN (Neurocan), beyin hücrelerinin büyümesi ve birbirine bağlanmasında rol oynayan bir gendir. Birçok ülkede onbinlerce bipolar bozukluk hastası ile sağlıklı insanın NCAN geni karşılaştırıldı ve sonuç olarak Bipolar bozukluk hastalarında 48 tek harflik noktasal değişikliklerin (SNP) olduğu bulundu. (15)

Sonuç

  1. Genlerimizde bulunan bazı değişiklik (allel) veya mutasyonlar hatalı protein veya hormon kodlayarak beyin biyokimyasının bozulmasına sebep oluyor. Beyin kimyasının bozulması da depresyonu tetikliyor. (Bu direkt genetik kaynaklı)
  2. Bazen genlerdeki değişiklikler tek başına depresyonun ortaya çıkmasına yeterli sebep olmayabiliyor ama çevresel faktörler (mesela stres, veya bir trauma gibi) genleri etkileyerek depresyonu tetikleyebiliyor. (Bu da Epigenetik kaynaklı)
  3. Depresyon bazen tek bir genden kaynaklanabileceği gibi bazen de birçok genden de kaynaklanabilir. Bu yüzden her depresyon vakasını anlamak ve uygun bir tedavi metodu bulmak kimi zaman çok uzun zaman alabilir hatta kimi zaman imkansız bile olabilir.
  4. Genetik mutasyonların kişiden kişiye farklı olması bazen bir hastaya iyi gelen bir ilâcın diğerine etki etmemesine sebep oluyor. Gen teknolojisindeki gelişmeler birçok konuda olduğu gibi depresyon konusunda da umutlarımızı güçlendiriyor. Bu gelişmeler ışığında kişinin genetik yapısına uygun ve sadece hastaya özel ilaçların üretilmesi uzak görünmüyor..

Tavsiye

Spor yapmak, depresyonla mücadelede basit ama etkili bir yöntem

Spor, beyinde serotonin seviyesini yükseltir ve noradrenerjik iletimi yani sinirler arası iletişimi artırır. Spor, vücutta tıpkı antidepresan gibi bir etki yapar ve hiç yan etkisini yoktur. Buna ek olarak spor, limbik sistemde yeni sinir hücrelerinin büyümesi ve sinirler arası yeni bağlantıların kurulmasını teşvik eder.

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. Genetic Causes of Depression
  2. Genetic Causes of Depression
  3. Unipolar depressive disorders have a common genotype
  4. Major depressive disorder in a community-based twin sample: are there different genetic and environmental contributions for men and women?
  5. A Swedish National Twin Study of Lifetime Major Depression
  6. Influence of Life Stress on Depression: Moderation by a Polymorphism in the 5-HTT Gene
  7. 5-HT1A Receptor Function in Major Depressive Disorder
  8. Elevated 5-HT 2A receptors in postmortem prefrontal cortex in major depression is associated with reduced activity of protein kinase A.
  9. TPH2 -703G/T SNP may have important effect on susceptibility to suicidal behavior in major depression.
  10. Tryptophan hydroxylase 2 gene is associated with major depression and antidepressant treatment response
  11. Association of GSK3beta polymorphisms with brain structural changes in major depressive disorder.
  12. Glycogen synthase kinase 3 beta gene structural variants as possible risk factors of bipolar depression
  13. Association study of astrocyte-derived protein S100B gene polymorphisms with major depressive disorder in Chinese people.
  14. Positive association of the pericentrin (PCNT) gene with major depressive disorder in the Japanese population
  15. Genome-wide Association Study Identifies Genetic Variation in Neurocan as a Susceptibility Factor for Bipolar Disorder

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Körlük tedavisinde yeni bilimsel gelişmeler

Körlük, her iki gözün görme yetisini tamamen ya da büyük oranda kaybettiği durumlarda konulan teşhistir. Körlük doğumla gelen bir engel olduğu gibi diyabet, glokom, enfeksiyonlar, retina hasarları, genetik yatkınlık, yaşa bağlı makula dejenerasyonu gibi birçok sebepten de kaynaklanabilir. Bazı körlük veya görme kayıpları ilaçla veya cerrahi müdahale ile tedavi edilebilir veya ilerlemesi kontrol altında tutulabilir iken, bazılarının maalesef şimdilik tedavisi mümkün değil ama bilim ve teknolojide baş döndürücü gelişmeler bu konuda çare bekleyen hastaların umutlarını güçlendiriyor.

Son yıllarda kök hücre ve CRISPR-Cas9 gibi bilimde adından sıkça bahsettiren teknikler ile tedavisi mümkün olmayan birçok hastalığa çare aranıyor. Aşağıda son yıllarda bu tekniklerle sürdürülen araştırmalardan bazı örnekler yer almaktadır.

Araştırmalara geçmeden önce konunun dışında olan okuyucuların konuyu daha iyi anlayabilmeleri için Kök hücre ve CRISPR-Cas9 teknolojisi konusunda biraz ön bilgi vermek gerekiyor.

Kök hücre nedir : Henüz bölünerek farklılaşmaya başlamamış yani özelleşmemiş ama özelleşmiş her hücreye dönüştürülme potansiyeline sahip hücrelerdir. Yani ciltten alınan bir kök hücreyi laboratuvar ortamından gözdeki retina hücresine veya pankreasda insülin hücrelerine ya da midede sindirim hücresine dönüştürmek mümkündür.

CRISPR-Cas9 nedir : CRISPR-Cas9, herhangi genin herhangi bir kısmının kesilip çıkarılması veya çıkarılan kısma başka bir parçanın konmasını sağlayan teknolojidir. Bu teknoloji ile genetik bir hastalığa sebep olan bir mutasyonun değiştirilip genin sağlıklı bir şekilde çalıştırılması mümkün olabilir.

Açıklama: Gerek kök hücre, gerekse CRISPR-Cas9 teknolojisi genetikte oldukça yeni sayılabilecek teknikler olmasına rağmen birçok genetik laboratuvarında, birçok hastalığın tedaviye dönük araştırmasında kullanılıyor hatta bazen direkt tedavide de rutin olarak uygulanabiliyor. Hemen belirtmekte fayda var; bu iki teknik oldukça yeni ve uygulamalarda ara sıra aksamalar olabiliyor. İlerleyen zamanda bu tekniklerin kusursuz çalışması yönünde inançlar büyük.

Bu kısa açıklamadan sonra artık yapılan araştırmalara geçebiliriz.

1. Araştırma: Yaş tip makula dejenerasyonu tedavisi için göz damlası geliştirildi

Hemen belirtelim geliştirilen bu damla geriye dönük bir iyileştirme sağlamıyor aksine mevcut cerrahi tedaviye iyi bir alternatif ve büyük bir kolaylık sağlıyor.

Yaşa bağlı makula dejenerasyonu yani sarı nokta hastalığı en sık rastlanan körlük nedenlerinden biridir. Yaş ve kuru olmak üzere iki tipe ayrılır.

Yaş tip makula dejenerasyonu : Gözün arka tarafında ışığa duyarlı retina tabakasının altındaki kan damarlarının anormal çoğalması ve gelişmesiyle meydana gelir. VEGF proteinin aşırı salgılanması ile oluşan bu istenmeyen damarlar retina tabakasının altında ödem ve kanamalara neden olur. Yeni damarların oluşumunu durdurmak için ya VEGF proteinini bloke etmek ya da aktivitesini durduracak Anti-VEGF ilaçlara gerek var. Bu konuda piyasada çeşitli Anti-VEGF ilaçlar bulunmaktadır ve bu ilaçlar göze iğne batırılarak yani enjeksiyon yoluyla hastaya veriliyor. Bu operasyonel yöntem her ne kadar ağrısız-sızısız olsa da hastanın enjeksiyon sonrası enfeksiyon kapması, retina dekolmanı ve katarakt oluşumu gibi yan etkileri olabilmektedir. Anti-VEGF ilaçların en büyük dezavantajı ise göz içine belirli aralıklara düzenli olarak enjeksiyon yapılmak zorunda kalınması. Bu durum hem hasta hem de doktor için sıkıntılı ve stresli bir durum.

Anti-VEGF damla: Birmingham Üniversitesi tarafından enjeksiyonun yerini alacak bir damla geliştirildi. Geliştirilen bu damla birkaç dakika içerisinde hücre zarından geçerek hücreye nüfuz etme özelliğine sahip bir peptitten (CPP:cell-penetrating peptide) oluşuyor.  İlaç göze damlatıldıktan hemen sonra dakikalar içerisinde retina üzerindeki sarı noktaya yani keskin görüşten sorumlu bölgeye ulaşıyor.

Geliştirilen bu göz damlasının hastanın bizzat kendisi tarafından uygulanabilecek olması yaş tip makula dejenerasyonu tedavisinde büyük kolaylık sağlayacak. (1)

Başka bir damla daha var: Trinity College/Dublin tarafından geliştirilen ve 2 Nisan 2014 tarihinde Science Translational Medicine dergisinde yayınlanan bir başka makalede Anti-VEGF ilaçlara alternatif ve yan etkisi hiç olmayan bir damlanın geliştirildiği belirtiliyor. (2)

2. Araştırma: Körlükle mücadele önemli bir protein keşfedildi

Retina distrofileri, görme işlevinin kronik ve ilerleyici bozukluklarından biridir. (Not: Distrofi: tıpta doku anomalileri olarak nitelendirilir). Çeşitli sebeplerden kaynaklanabileceği gibi genetik sebeplerden de kaynaklanabilir. Genetik kaynaklı retina distrofilerinin toplumda görülme sıklığı 4000 de 1 gibi oldukça seyrek sayılabilecek bir oranda bulunmaktadır. Sebebin yaklaşık 180 gende meydana gelen mutasyondan kaynaklandığı düşünülüyor. Genetik kaynaklı retina distrofilerinin mekanizmasının nasıl işlediği, hastalığın ortaya çıkmasında hangi proteinlerin rol oynadığı, bu proteinler ile görme sinirleri arasında nasıl bir olumsuz etkileşim olduğu uzun yıllar bilinmiyordu artık bu bilinmezlik ortadan kalktı.

Florida campus of The Scripps Research Institute (TSRI) tarafından yapılan ve 22 mart 2017 tarihinde Neuron dergisinde yayınlanan bir araştırmada retina distrofisine sebep olan α2δ4 adında bir proteinin kilit rol oynadığı ve bu protein eksikliğinin retina distrofisine sebep olduğu bulundu.

α2δ4 önemi nedir : α2δ4 proteininin neden önemli olduğu konusunu geçmeden önce konunun daha iyi anlaşılması için retinanın yapısı ve üzerinde bulunan sinir hücreleri / fotoreseptörler hakkında çok kısa bilgi vermek uygun olacak.

Retina ya da ağ tabaka, gözün iç kısmını çevreleyen ince, yarı saydam bir tabakadır. Retinanın arka kısmında ise keskin görmeyi sağlayan ışığa ve renklere duyarlı çeşitli fotoreseptörlerin yoğun olarak bulunduğu sarı nokta yer alır. Sarı noktaya gelen ışık, renk veya herhangi bir görüntü bir takım biyokimyasal reaksiyonlardan geçtikten sonra elektrik sinyallerine dönüştürülerek beyne ulaşır. Bu bilgi iletimini gözün içinden beyne doğru fotoreseptör hücreleri sağlar ve hücreler sırasıyla ganglion, bipolar, koni ve çubuk hücreleridir.

α2δ4 proteininin fonksiyonu : Ganglion hücreleri ile bipolar hücrelerinin bağlantı noktalarında yani sinapslarda ELFN1 adında bir protein görev yapar ve protein bipolar hücrelerindeki kalsiyum kanallarını açarak glutamat denen bir amino asit esterinin salınımına sebep olur. Glutamat ise ganglion ve bipolar hücrelerini birbirine yapıştırarak gelen sinyallerin koni ve çubuk hücreler aracılığıyla beyne ulaşmasını sağlar ve görme işlemi tamamlanır. Retina distrofi körlüğü denen şey işte bu yapışmanın gerçekleşmemesi durumunda ortaya çıkan bir hastalıktır.

Uzun yıllar ELFN1 proteinin ganglion hücreleri ve bipolar hücrelerinin birbirine yapışmasında rol oynadığı bilinmesine rağmen retina distrofi körlüğünde bu proteinin niye bu görevi yerine getiremediği, niye yapışmanın sağlanamadığı bilinmiyordu.

 α2δ4 yapışmayı sağlıyor : Florida Campus of The Scripps Research Institute (TSRI) tarafından yapılan araştırmada, α2δ4 adındaki proteinin  ELFN1 proteinini aktive ederek kalsiyum kanallarınının açılmasına olanak sağladığı ve buna bağlı olarak glutamat geçişine izin verdiği bulundu.

Deneyin nasıl yapıldığı hakkında kısa bilgi : Sıkıcı ayrıntılara girmeden deneyin nasıl yapıldığına da çok yüzeysel olarak değinelim: Farelerde α2δ4 proteinini sentezleyen genin devre dışı bırakılmasıyla birlikte ve farelerde retina distrofi körlüğünün başladığı, genin tekrar aktif hale getirilmesi ile kalsiyum kanallarının tekrar açılarak farelerin tekrar gördüğü tespit edildi.

Yeni çalışmalar yolda : Gerek yaşa bağlı gerekse genetik olarak ortaya çıkan retina distrofi körlüğünde fotoreseptörler ölüyor. Normalde ölen fotoreseptörlerin yerine yenisi gelmiyor ve şu an uygulanan tedavi yöntemleri ise var olan ölmemiş reseptörlerin korunmasına yönelikti. Her ne kadar kök hücre teknolojisi yeni olsada bu konuda yapılan araştırmalar umutları güçlendiriyor. Ölen fotoreseptörlerin yerine kök hücre transferi ile yenisini koymak ve yeni fotoreseptörlerin α2δ4 proteini ile koruyarak kalıcı ve sağlıklı bir göze sahip olmak yakın bir gelecekte mümkün görünüyor. (3)

3. Araştırma: CRISPR-Cas9 tekniği ile yaşa bağlı makula dejenerasyonu tedavisi

Yaşa bağlı makula dejenerasyonu sebeplerinden biri de genetik kaynaklıdır ve rahatsızlığa VEGFR2 geninde meydana gelen bir mutasyon sebep olmaktadır. Yukarıda da bahsedildiği gibi bu mutasyon gereğinden fazla VEGF proteini üretilmesine aracılık ederek retina tabakasının altındaki damarların anormal çoğalmasına sebep oluyor.

Başarılı bir çalışma : CRISPR-Cas9 teknoloji ile VEGFR2 genindeki mutasyonlu kısmı alınarak yerine başarılı bir şekilde genin mutasyonsuz yani sağlıklı formu injekte edildi. Transfer sonrası retina tabakasının altında kan damarlarının anormal çoğalması durdurularak makula dejenerasyonun önüne geçildi. (4)

İlave bilgi : CRISPR-Cas9 teknoloji de kök hücre teknoloji gibi yeni bir tedavi yöntemi olup kalıtsal hastalıkların tedavisinde büyük umut vaad ediyor. CRISPR-Cas9 tekniğinin prensibi, genomun istenilen bir kısmına ekleme-çıkarma ya da değişiklik yapmaya dayanıyor. Buna göre hastalığa sebep olan genin mutasyonlu kısmı CRISPR-Cas9 teknoloji ile kesilerek yerine sağlıklı parçanın eklenmesi ve hastalığa sebep olan mutasyonun ortadan kaldırılması mümkün.

4. Araştırma : Makula dejenerasyonuna yol açan iki mutasyon

Oldukça erken sayılabilecek bir yaşta başlayan ve x-linked retinoschisis (XLRS) olarak da isimlendirilen ve makula dejenerasyonuna sebep olan bu körlük tipi toplumda yaklaşık her 5,000 erkekte bir görülüyor. Hastalığın şimdilik geriye dönük tedavisi yok ama Manchester Üniversitesinin yapmış olduğu araştırmada ortaya çıkarılan iki mutasyon gelecekte x-linked retinoschisis hastalarına yeni tedavi imkanlarının yolunu açacak gibi görünüyor.

Tehlike iki mutasyon : Yapılan bu araştırmada RS1 geninde bulunan iki mutasyonun hatalı XLRS1 proteini kodlayarak retinada yavaş yavaş ilerleyen kademeli tahribata yani X-linked retinoschisis sebep olduğu bulundu.

Süreç nasıl işliyor : Sağlıklı bireylerde XLRS1 proteini retinanın hücresel organizasyonunda çok önemli bir rol oynamaktadır. Bu protein, birbirinin aynı sekiz proteinden oluşan sekizgen bir yapı oluşturarak (Homo-oligomerik-protein) retinada fotoreseptör ve bipolar hücrelerinin oluşmasına öncülük ediyor.

RS1 geninde meydana gelen bu iki mutasyon XLRS1 Proteinin sekizgen yapısını değiştirerek retina hücrelerinde tahribatına sebep oluyor ve bu tahribat oldukça erken sayılabilecek yaşlarda hastanın görme yetisini kaybetmesine sebep oluyor. Başka bir ifade ile sağlıklı gen retinayı korurken, mutasyonlu gen retinayı tahrip ederek körlüğe sebep oluyor.

Bu iki mutasyonun keşfinden sonra kök hücre ve CRISPR-Cas9 teknolojisi kullanılarak tahrip olan retina tabakası ve ölen sinir hücrelerinin tedavisinde yeni ufuklar açılacak. (6)

5. Araştırma : CRISPR-Cas9 tekniği ile Gece körlüğü tedavisi

Halk arasında gece körlüğü veya tavuk karası olarak da bilinen Retinitis pigmentosa, fotoreseptör hücrelerinin tahribatı ile başlayan ve ilerleyen safhada ciddi görme kaybıyla sonuçlanan genetik bir hastalıktır.

Hastalık, 3459 nükleotit uzunluğundaki RPGR genin 3070. pozisyonunda meydana gelen mutasyonun protein sentezini durdurmasından kaynaklanıyor. Bu pozisyonda Guanin (G) yerine gelen Timin (T), protein sentezine „DUR“ komutu veren kodu oluşturuyor. Yani gen sentezlemesi gereken 1152 amino asit uzunluğundaki protein yerine 1024 amino asit uzunluğunda kısa bir protein sentezliyor. Başka bir ifade ile gendeki mutasyon eksik protein sentezlenmesine, bu eksik protein de gece körlüğüne sebep oluyor.

Gece körlüğünde tedavi : Columbia University Medical Center (CUMC) ile Lowa Üniversitesi‘nin ortaklaşa yaptığı çalışmada RPGR gene’nin hatalı protein sentezleyen kısmı CRISPR-Cas9 teknoloji kullanılarak düzeltildi ve gece körlüğü tedavi edildi.

Gece körlüğü tedavisinde kullanılan CRISPR-Cas9 tekniği kısaca şu aşamalardan geçerek hastaya uygulandı.

  1. Hastanın cildinden küçük bir doku alındı ve laboratuvarda özel kimyasallar içerisinde çoğaltıldı.
  2. Alınan dokular daha sonra özelleşmiş fotoreseptör kök hücrelerine dönüştürüldü.
  3. Elde edilen kök hücrelerin RPGR genindeki mutasyonlu kısım CRISPR-Cas9 tekniği ile düzeltilerek RPGR geni sağlıklı forma getirildi.
  4. Düzenlenmiş kök hücreler göze transfer edilerek gözün tekrar görmesi sağlandı. (5)

6. Araştırma : Gen terapisi ile renk körlüğü tedavi edildi

Renk körlüğü, gözün retina tabakasında yer alan koni hücrelerinin genellikle genetik sebeplerden dolayı renkleri algılayamaması sonucu ortaya çıkan ve tedavisi şimdilik mümkün olmayan bir hastalıktır.

İyon kanallarındaki arıza : Hastalığa çoğunlukla CNGA3 veya CNGB3 genlerindeki mutasyonlar yol açıyor ve bu mutasyonlar koni hücrelerinde bulunan iyon kanallarında bir takım hasarlara yol açarak hücrlerin renkleri algılayamamasına sebep oluyor.

Tübingen Üniversitesi ve Ludwig-Maximilians-Münih Üniversitesi‘nin ortaklaşa yaptığı araştırmada renk körü farelerin iyon kanalları genetiği değiştirilmiş virüslerin yardımı ile tekrar fonksiyonel hale getirilerek farelerin renkli görmesi sağlandı.

Farelerde başarılı olan bu metodun insanlarda başarılı olup olmayacağını söylemek erken olsa da bu çalışma renk körü hastalar için bir umut olabilir. (7)


Benzer konuda hazırlanmış diğer yazılar


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. Topical Delivery of Anti-VEGF Drugs to the Ocular Posterior Segment Using Cell-Penetrating Peptides
  2. Interleukin-18 and IL-18 binding protein
  3. The Auxiliary Calcium Channel Subunit α2δ4 Is Required for Axonal Elaboration, Synaptic Transmission, and Wiring of Rod Photoreceptors
  4. Genome editing abrogates angiogenesis in vivo
  5. Precision Medicine: Genetic Repair of Retinitis Pigmentosa in Patient-Derived Stem Cell
  6. Structural analysis of X-linked retinoschisis mutations reveals distinct classes which differentially effect retinoschisin function
  7. Restoration of Cone Vision in the CNGA3−/− Mouse Model of Congenital Complete Lack of Cone Photoreceptor Function

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

B6 ve B12 vitaminleri akciğer kanseri riskini yükseltiyor

Vitaminlerin vücudumuzdaki önemi büyüktür. Gerek hastalıklardan korunmak gerekse sağlıklı kalabilmek için vücudumuzun vitaminlere ihtiyacı vardır. Bu nedenle vitaminler için katalizör görevi gören organik maddelerdir denebilir.

Vitaminler sindirim fonksiyonlarından bağışıklık sistemini güçlendirmeye kadar çok geniş alanda görev alırlar. Her vitaminin değişik bir ismi olmasına rağmen basitçe telaffuz edilebilmesi için genellikle harfler ile isimlendirilmişlerdir. 13 değişik vitamin vardır ve yağda ve suda çözünen vitaminler olmak üzere iki gruba ayrılırlar.

Yağda çözünen vitaminler

  1. Vitamin A (retinol)
  2. D vitamini (kalsitriol)
  3. E Vitamini (tokoferol)
  4. Vitamin K (K1, K2, K3, K4 “pıhtılaşma vitaminleri”)

Suda çözünen vitaminlerin vücutta depolanması düşük olduğu için fazlası vücut sıvıları ile dışarı atılır.

Suda çözünen vitaminler

  1. Vitamin C (askorbik asit)
  2. Vitamin B1 (tiamin)
  3. Vitamin B2 (riboflavin)
  4. Vitamin B3 (nikotinik asit, niasin)
  5. Vitamin B5 (pantotenik asit)
  6. Vitamin B6 (piridoksin)
  7. Vitamin B7 (biyotin, vitamin H)
  8. Vitamin B9 (folik asit)
  9. Vitamin B12 (kobalamin)

Yağda çözünen vitaminlerin fazlası yağ dokularında depolanır. Bu yüzden yağda çözünen vitaminlerin fazlası bazen zararlı olabilmektedir.

Vücudun ihtiyacı olan bu vitaminleri dengeli beslenerek, doğal yollardan hem de yeterli miktarda almak mümkün. Aşırı vitamin tüketilmesi durumunda ise metabolik bozuklukların ortaya çıkması kaçınılmaz olur.

Aşırı vitamin tüketiminin zararlarına birkaç örnek

Yapılan birçok araştırma ihtiyaçtan fazla alınan vitaminlerin vücuda faydadan çok zarar verdiğini gösteriyor.

  • Aşırı D vitamini tüketiminin zararları : Kemik vitamini olarak bilinen ve kemikleri korumaya yönelik alınan D vitaminin yüksek dozda alınması gıda alerjisini tetikliyor. (1) Ayrıca yüksek D vitamini tüketimi yaşlı insanlarda düşme riskini artırarak kemik kırılmalarına sebep olabiliyor. (2)
  • Aşırı E vitamini tüketiminin zararları : Yüksek dozda alınan E Vitamininin kemiklere zarar veriyor. (3)
  • Aşırı C vitamini tüketiminin zararları : Yüksek dozda alınan C Vitaminin böbreklerde taş oluşumuna  sebep olabiliyor. (4)

***

B6 ve B12 vitamini tüketimi ile akciğer kanseri arasında bir ilişki keşfedildi

B6 ve B12 vitaminlerinin sinir sistemini güçlendirerek kişiye zihinsel zindelik verdiği ve bu yüzden de bu iki vitaminin zararsız olduğu sanılıyordu. Gerçekten de yapılan araştırmalar B12 vitamini eksikliğinin konsantrasyonu zayıflattığı, hatta yaşlılık döneminde demans riskini artırdığını gösteriyor. Bu yüzden birçok yaşlı insana koruma amacıyla B6 ve B12 bakımından zengin gıdalarla beslenmeleri ve yüksek dozda B6 ve B12 vitamin tabletleri almaları tavsiye ediliyor. (5)

B6 ve B12 vitaminleri sanıldığı kadar zararsız  değil

Ohio State Üniversitesinden Theodore Brasky ve ekibinin 50 ila 76 yaşları arasında 77.000 katılımcı ile yapmış olduğu bir araştırma bu iki vitaminin bilinmeyen bir yan etkisinin varlığını ortaya çıkardı. Araştırmada katılımcılara son on yılda B6 ve B12 vitamini alıp almadıkları ve eğer alıyorlarsa hangi dozda aldıkları soruldu ve alınan dozaj ile akciğer kanseri vakalarının sayısı inceledi.

Erkekler iki ile dört kat daha yüksek risk taşıyor 

Araştırmada uzun süre yüksek dozda B6 veya B12 vitamini almış erkeklerde almayanlara göre iki kat daha fazla akciğer kanseri vakasının olduğu tespit edildi.

Sigara, riski yükseltiyor 

Araştırmada katılımcılara yaş, yaşam biçimi, kalıtsal ve çevresel faktörler ile sigara alışkanlığı gibi kanserle direkt ilgisi olan diğer  faktörler de soruldu ve hem sigara içen hem de yüksek dozda B6 veya B12 vitamini tüketen katılımcıların 4 kat daha fazla akciğer kanserine yakalandığı tespit edildi.

(Not: Kadınlarda B6 veya B12 vitamini tüketimi ile akciğer kanseri arasından anlamlı bir ilişkinin varlığı tespit edilemedi.)

Vitamin haplarının dozları genellikle çok yüksek

Kullanılan bir vitamin, bir ilaç veya bir hormonun kanda veya kan plazmasında veya kan serumundaki miktarı o preparatın konsantrasyonunu oluşturur. Bir ilacın vücutta başarılı bir şekilde kullanılabilmesi ancak o ilacın kanda belirli bir seviyeye ulaşması ile mümkündür. Eğer bir ilâcın veya vitaminin kandaki seviyesi çok düşükse o preparat vücutta etkili olamaz. Eğer ilâcın veya vitaminin kandaki miktarı çok yüksekse yan etkileri olabilir. Hatta bazı durumlarda zehirlenmelere bile sebebiyet verebilir.

B6 ve B12 vitamininde durum nedir : Yetişkin erkeklerde önerilen günlük doz, B6 vitamini için için 1.5 mg, B12 vitamini için 3 mg civarındadır. Ancak piyasada satılan vitamin takviyeli gıda maddeleri ve vitamin tabletlerindeki B6 ve B12 miktarı tavsiye edilen günlük dozun çok çok üstünde olabiliyor. Hatta piyasada tablet başına 5 mg’a kadar varan B12,  250 mg a kadar varan B6 vitamin tabletleri bulmak mümkün.

Yapılan araştırmalar günlük B6 ve B12 ihtiyacımızı yüksek dozda tabletlere gerek kalmadan et, nohut ve tahıllardan rahatlıklar karşılanabileceğini gösteriyor. Uzmanlar yaşlılarda durumun biraz farklı olduğunu bu yüzden yaşlıların yüksek dozda B6 ve B12 vitamini alımının ancak doktor kontrolünde yapılması gerektiğini belirtiyorlar.

Araştırmalar devam ediyor

Yüksek dozda B6 ve B12 vitamini ile akciğer kanseri arasında nasıl bir biyolojik bağlantının olduğu henüz bilinmiyor. Ayrıca bu olumsuz etkinin neden kadınlarda görülmediği de açıklığa kavuşturulması gereken bir başka konu.

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

Long-Term, Supplemental, One-Carbon Metabolism–Related Vitamin B Use in Relation to Lung Cancer Risk in the Vitamins and Lifestyle (VITAL) Cohort

Diğer kaynaklar

  1. Maternal and newborn vitamin D status and its impact on food allergy development in the German LINA cohort study Link
  2. Monthly High-Dose Vitamin D Treatment for the Prevention of Functional Decline Link
  3. Vitamin E decreases bone mass by stimulating osteoclast fusion Link
  4. Ascorbic Acid Supplements and Kidney Stone Incidence Among Men: A Prospective Study Link
  5. Vitamin B12, cognition, and brain MRI measures: a cross-sectional examination Link

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Obezite Alzheimer riskini yükseltiyor

Obezite Nedir?

Obezite, vücutta yağ dokusunun aşırı artmasıyla ortaya çıkan komplike metabolik bir rahatsızlıktır. Fazla kalorili gıdalarla beslenmek, hareketsiz bir yaşam tarzı, genetik yatkınlık hastalığın temel sebepleri arasındadır. Dünya Sağlık Örgütünün belirlemiş olduğu sınıflamaya göre Vücut kitle indeksinin (VKİ) 25 kg/m2 ila 30 kg/m2 olduğu durumlarda kişiye obez teşhisi konmaktadır. (1)

Obezitenin kardiyovasküler hastalıklar, diyabet ve kansere sebep olduğu ve hatta genetik yapıyı bile değiştirdiği biliniyor. Son yapılan araştırmalar ışığında obezitenin beyin yapısına da zarar verdiği artık biliniyor. Örneğin, 2016 yılında yapılan ve Neurobiology of Aging dergisinde yayınlanan bir makalede, obezitenin beyinde beyaz madde* miktarını düşürdüğünü belirtiliyor (2) (3) (4).

Beyaz madde* : Merkezi sinir sisteminde nöron ve miyelinli aksonların oluşturduğu topluluklara verilen addır. Beyaz madde beyinin iç kısımlarda, omuriliğin ise dış kısımda yer alır.

Obezite ile Alzheimer arasından bir bağ olabilir

Uzun zamandır Alzheimer’in yaşlılıkla ilgili olduğu düşünülüyordu ama son yapılan araştırmalar obezite ile Alzheimer arasında da bir ilişki olabileceğinin işaretlerini veriyor. Bu araştırmalardan biri de Human Brain Mapping dergisinin 11 Nisan 2017 tarihli sayısında yayınlandı. Bu araştırma hakkında bilgi vermeden önce araştırmaya konu olan ve beyindeki çeşitli bölgeleri birbirine bağlayan Nöral Ağdan kısaca bahsetmek gerekiyor.

Nöral Ağ nedir : Nasıl ki kara yolları, demir yolları, hava yolları çeşitli şehirleri birbirine bağlıyorsa, beyinde de benzer bir sistem bulunmaktadır. Nöral Ağlar beynin çeşitli bölgeleri arasında enformasyon akışını sağlar. Eğer Nöral Ağ herhangi bir nedenle zarar görürse alzheimer, şizofreni, parkinson, multipler sklerose ve felç gibi önemli nörolojik hastalıklar ortaya çıkmaktadır. (5) (6) (7) (8)

Beyinin erken yaşlanmasına neden olan süreç nedir ?

Max Planck Enstitüsü‘nden Veronica Witte bu sorunun cevabını bulmak amacıyla farklı vücut kitle indeksine (VKİ) sahip ve yaşları 60-80 arası değişen 700 sağlıklı bireyin beyin fonksiyonlarını karşılaştırmalı olarak inceledi ve ilginç sonuçlar elde etti.

Bozulmuş Nöral Ağ / sinir ağları

Elde edilen sonuçlar vücut kitle indeksi arttıkça yani şişmanlık arttıkça beyinin belirli bölgelerinde yer alan nöral ağların azaldığını ve buna bağlı olarak da iletişimin zayıfladığını gösteriyor. Başka bir ifadeyle yüksek yağlanma beyinin daha hızlı bir yaşlanma sürecine girmesine sebep oluyor. İlginç olan başka bir konu da Manyetik Rezonans Görüntüleme (fMRI) çekimlerinde tespit edildi. Çekimlerde nöral ağlardaki bu iletişim kopukluğunun beynin pasif moda geçmesiyle (Default Mode Network) ortaya çıktığını gösteriyordu.

Default Mode Network nedir : Default Mode Network, insanın kendisiyle baş başa kaldığı yani beynin dışarı ile aktivitesini kestiği, kendi iç dünyasında düşüncelere daldığı, beynin adeta rölantide çalıştığı andır. Beyin bu modda sakladığı anıları, geçmiş tecrübeleri çağırarak çeşitli düşüncelere dalar ve çeşitli fikirler geliştirir. Default Mode Network aynı zamanda kişinin en yaratıcı düşünceleri ürettiği ve sorunları en üst düzeyde çözdüğü modun adıdır. Tuvalette, banyoda, yatakta uzanırken, jogging yaparken veya bisiklet sürerken akla gelen parlak düşünceler hep bu Default Mode Network’ta gerçekleşir.

Sonuç

Şişmanlar Alzheimer riski taşıyor olabilir !

Şimdiye kadar kısmen kabul gören ama kısmen de pek benimsenmeyen zayıf bir hipoteze göre şişmanlığın alzheimer karşı koruyucu bir etkisinin olduğu düşünülüyordu. Yapılan bazı istatiksel çalışmalar da bu görüşü destekler nitelikteydi. (9) Yapılan bu araştırma ile birlikte bu görüşün geçerliliği iyice tartışılır hale geldi.

Her ne kadar bu araştırma obezitenin de alzheimer için önemli bir risk faktörü olabileceğini göstersede deneklerin ileride kesin olarak alzheimer olup olmayacağı henüz şimdilik bilinmiyor. Ama şimdiye kadarki araştırmalardan elde edilen sonuçlar bize Default Mode Network modunda az sayıda Nöral Ağın aktif olmasının Alzheimer’in ön belirtisi olduğunu gösteriyor. Kesin bir kanıya varabilmek için katılımcıların ileriki yaşamlarındaki sağlık durumlarının tekrar incelenmesi gerekiyor.

Geriye dönüş mümkün mü? 

Obezite nedeni ile beyinde Nöral Ağların azalması, yani potansiyel alzheimer riskini yaşam stilini radikal bir şekilde değiştirilerek geriye döndürmek veya en azından durdurmak mümkün mü? Bu soruya evet veya hayır demek şimdilik mümkün değil. Konunun açıklığa kavuşabilmesi için yeni çalışmalara ihtiyaç var.


Konu ile ilgili hazırlanmış diğer makaleler


Kaynak

Higher body mass index is associated with reduced posterior default mode connectivity in older adults

Diğer kaynaklar

  1. Obesity and overweight
  2. Schwergewichtiger Risikofaktor für Krebs
  3. Epigenome-wide association study of body mass index, and the adverse outcomes of adiposity
  4. Obesity associated with increased brain age from midlife
  5. Modern network science of neurological disorder.
  6. A common brain network links development, aging, and vulnerability to disease.
  7. Increased Resting-State Gamma-Band Connectivity in First-Episode Schizophrenia Schizophr Bull. 
  8. Cortico-Cerebellar Structural Connectivity Is Related to Residual Motor Output in Chronic Stroke.
  9. BMI and risk of dementia in two million people over two decades: a retrospective cohort study

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Kromozomal hastalıklar (Trizomi 21, Trizomi 18 ve Trizomi 13)

Son Güncelleme:29.05.2025

Genler, canlıların temel kalıtım birimleri olup, işlevlerini doğru şekilde yerine getiremediklerinde birçok hastalığın ortaya çıkmasında önemli rol oynarlar. Genetik kodlarımızdaki küçük bir hata bile ömür boyu sürecek sağlık sorunlarına yol açabilir, hatta bu hatalar çocuklarımıza geçerek onların da aynı hastalıktan muzdarip olmasına neden olabilir.

Yaşam tarzımıza dikkat ederek bazı genetik hastalıkların (örneğin tip 2 diyabet veya bazı kanser türleri) ortaya çıkmasını önleyebiliriz. Bazı genetik hastalıkları ise ilaç tedavisiyle kontrol altında tutmak mümkündür.

Genetik hastalıklar kimi zaman yaşlılıkta, kimi zaman gençlikte, çocuklukta veya anne karnında, döllenmeden hemen sonra kendini gösterebilir. Genetik hastalıkların çoğu geç çocukluk dönemi ile yetişkinlik döneminde ortaya çıkar. Genel kabul gören görüşe göre, genetik rahatsızlıkların %75’inin belirtileri ileri yaşlarda görülür.

Aşağıdaki yazıda ele alınan ve doğumla birlikte ortaya çıkan genetik hastalıkların toplumda görülme sıklığı sadece %4’tür.

Bu yazıda, kromozomlar düzeyinde meydana gelen ve henüz tedavisi mümkün olmayan üç ağır genetik hastalık ele alınacaktır: Trizomi 21 (Down Sendromu), Trizomi 18 (Edwards Sendromu) ve Trizomi 13 (Patau Sendromu). Bu üç hastalık da kromozomal kökenli olup, yumurta döllendikten sonraki hücre bölünmeleri sırasında meydana gelen bir hatadan kaynaklanır. Hata ne kadar geç bölünmede gerçekleşirse, hastalığın semptomları da o kadar hafif olma eğilimindedir.

Ayrıca, hatanın hangi kromozomda olduğu, kromozomun tamamında mı yoksa bir parçasında mı olduğuna bağlı olarak semptomlarda farklılıklar görülür. Konuyu daha anlaşılır ve mümkün olduğunca basite indirgeyerek, biyolojik arka planını da açıklayarak anlatmaya çalışalım.

***

1. Bölüm

Genetik hastalıklar meydana geliş şekline göre üç ana grupta toplanır

  1. Kromozomal rahatsızlıklar : Kromozom sayısı veya yapısında meydana gelen değişikliklerden kaynaklananlardır. (Bu makalenin ana konusudur.)
  2. Monogenetik rahatsızlıklar :Tek bir gende meydana gelen değişikliklerden kaynaklananlardır. Bu değişiklikler, belirli bir enzim veya proteinin kaybına ya da hatalı sentezlenmesine neden olabilir.
  3. Poligenetik rahatsızlıklar :Birden fazla genden veya çevresel faktörlerin birçok genin faaliyetini etkilemesi sonucu ortaya çıkan hastalıklardır.

Kromozomal Rahatsızlıklar Nedir

Her insan hücresinin içinde bir çekirdek ve bu çekirdeğin içinde genetik materyal DNA bulunur. DNA, hücre çekirdeği içinde spiral merdiven şeklini andıran bir yapıya sahiptir; bu yapıya DNA çift sarmalı denir.

DNA çift sarmalı, 23’ü anneden, 23’ü babadan gelen toplam 46 adet kromozomun etrafında çok sıkı bir şekilde paketlenmiştir. Yani her hücrede 23 çift ya da 46 tek kromozom bulunur. Konuyu daha iyi anlamak için olayı makro düzeyde düşünerek şöyle örnekleyelim:

Vücudumuzdaki milyarlarca hücreden herhangi birini alıp içini açtığımızda, ortasındaki çekirdeği çıkarıp içine baktığımızda 2 adet 1. kromozom, 2 adet 2. kromozom, 2 adet 3. kromozom… ve bu şekilde 22 çift otozomal kromozom olduğunu görürüz.

Burada küçük bir parantez açıp önemli bir noktayı belirtmek gerekir: Bu 22 çift otozomal kromozoma ek olarak, bireyin erkek ya da kadın olmasını belirleyen iki adet de cinsiyet kromozomu bulunur. Bunlar X ve Y kromozomlarıdır. Kadınlardaki cinsiyet kromozom çifti XX, erkeklerdeki kromozom çifti ise XY‘dir.

  • Her kız çocuk anneden bir X, babadan bir X kromozomu alır.
  • Her erkek çocuk anneden bir X, babadan bir Y kromozomu alır.

Döllenmeden Önce ve Sonra Kromozom Sayısı

Her hücrede 46 adet kromozom bulunur dedik, ancak bu, yumurta döllendikten sonraki kromozom sayısıdır. Döllenme öncesine dönecek olursak, istisnai bir durumla karşılaşırız. Bu istisnai durum, annedeki yumurta hücresi ile babadaki sperm hücresindeki kromozom sayılarıyla ilgilidir. Bu hücrelerdeki kromozom sayısı 46 değil, 23 adettir.

Yumurta döllendiği andan itibaren o yumurta artık embriyodur ve kromozom sayısı 46 adet olur (23’ü anneden, 23’ü babadan). Embriyo döllendikten sonra belirli aralıklarla bölünerek kendini kopyalamaya başlar. Her kopyalamada hücre sayısı iki katına çıkar, yani bölünme 2, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256, … şeklinde ilerler. Her bölünmede aynı zamanda 46 adet kromozom da kopyalanarak yeni hücrenin içinde yerini alır. Bölünme ilerledikçe dokular ve organlar oluşmaya başlar ve 9. ay sonra milyarlarca hücreden oluşan embriyo gelişimini tamamlayarak doğum gerçekleşir.

Bölünmede Hata Olursa

Yukarıda her bölünmede 46 kromozomun da kopyalandığını belirttik, ancak bu kopyalanma her zaman kusursuz olmayabilir. Bazen bu bölünmeler sırasında kopyalama işleminde hatalar oluşabilir. Yapılan araştırmalar, 35 yaş üzeri hamileliklerde hata riskinin daha fazla olduğunu göstermektedir.

Bu hatalar nelerdir? Kopyalamada irili ufaklı hatalar olabilir. Bu hataları iki farklı kategoride değerlendirmek gerekir: Birincisi gen düzeyinde olan hatalar, ikincisi ise kromozom düzeyinde olan hatalar. Hemen belirtelim, kromozom düzeyindeki hataların tahribatı çok daha ağır olur.

  • Gen düzeyindeki hatalar: Bazen tek bir gende, tek bir nükleotidin değişmesiyle oluşan hatalar olabileceği gibi, bazen birden fazla nükleotidin değişmesi şeklinde de olabilir. Bu tür hatalar bazen birden fazla gende de görülebilir. Gen düzeyindeki hatalar sadece nükleotit değişmesi ile sınırlı kalmaz, kimi zaman bir veya birden fazla nükleotitin tamamen ortadan kalkması şeklinde de ortaya çıkabilir (delesyonlar).
  • Kromozom düzeyindeki hatalar (kromozom sapmaları): Bu hatalar kimi zaman kromozom sayısıyla, kimi zaman ise kromozomun yapısıyla ilgili hatalar olabilir.
    • Sayısal hatalar: Bölünme sırasında kopyalanan kromozomun 1 adet eksik ya da 1 adet fazla olması şeklinde olabilir. Bu durumda kromozom sayısı 46 yerine 45 ya da 47 olur.
    • Yapısal hatalar: Bölünme sırasında kopyalanan kromozomun bir parçasının kopması (delesyon), bir parçasının fazla olması (duplikasyon), bir parçasının yönünün ters yönde olması (inversiyon) veya bir parçasının başka bir kromozoma yapışması (translokasyon) şeklinde olabilir.

Her ne durumda olursa olsun, hata meydana geldiği andan itibaren artık yeni hücreler hep hatalı kromozomlar taşıyacaktır. Bu yüzden hata ne kadar geç bölünmede gerçekleşirse, hatalı kromozomu taşıyan hücre sayısı o kadar az olacaktır. Dolayısıyla hastalığın semptomları da o kadar hafif olacaktır.

Kromozom sayısı veya yapısından kaynaklanan bütün bu rahatsızlıklara genel olarak kromozomal hastalıklar adı verilir.

2. Bölüm: Sık Görülen Üç Kromozomal Hastalık

Bu bölümde sık rastlanan ve tedavisi bugün için mümkün olmayan üç hastalıktan bahsedilmektedir. Her üç hastalığın ortaya çıkmasında da annenin hamilelik yaşının önemli rol oynadığını belirtmeden geçmeyelim.

  • Down Sendromu (Trizomi 21)
  • Edwards Sendromu (Trizomi 18)
  • Patau Sendromu (Trizomi 13)

1. Down Sendromu (Trizomi 21)

Down Sendromu (Trizomi 21), en sık görülen kromozomal anomali formlarından biridir ve her ırk ve toplumda aşağı yukarı eşit oranda görülür. Görülme sıklığı 1:500 ile 1:800 arasındadır.

Sebepleri: Hücre bölünmesi sırasında meydana gelen bir hata, 21. kromozomun iki kopya yerine üç kopyasının yapılmasına sebep olur. Sağlıklı insanlarda 46 tek kromozom bulunurken, Down Sendromlu (Trizomi 21) hastalarda bölünmede meydana gelen bu hata nedeniyle 21. kromozom 3 adet bulunur.

Alt Grupları:

  • Serbest Trizomi 21 (Freie Trisomie 21): Hücre bölünmesi sırasında meydana gelen bir hatadan (non-disjunction) dolayı, 21. kromozom vücut hücrelerinde iki yerine 3 adet bulunur. Trizomi 21 hastalarının %95’inde tüm vücut hücreleri 3 adet 21. kromozom bulundurur. Her 100 Trizomi 21 sendromlunun %70’i bu formdadır.
    • Karyotip: 47,XX+21 veya 47,XY+21
  • Translokasyon Trizomi 21: Bu da hücre bölünmesi sırasında meydana gelen bir hatadan kaynaklanır. Trizomi 21 hastalarının %3 ila %4’ü bu forma sahiptir. Bu formda da 21. kromozom vücut hücrelerinde üç adet bulunur, ancak bu, başka bir kromozoma yapışık durumdadır. Yapışık olduğu kromozomlar genellikle 13, 14, 15 ya da 22. kromozomlardır. Nadir olarak 23. (cinsiyet) kromozoma yapışık durumda olanlar da vardır.
    • Karyotip: Hangi kromozoma yapışık olduğuna göre değişir. Örneğin: 46,XX,t(21;14) ve 46,XY,t(21;14).
  • Mozaik Trizomi 21: Bu tipte, 21. kromozom bazı vücut hücrelerinde üç adet bulunurken, bazılarında 2 adet bulunur. Bilim insanları Down Sendromluların yaklaşık %30’unun bu formda olduğunu tahmin etmektedirler.
    • Karyotip: 46,XX / 47,XX,+21 veya 46,XY / 47,XY,+21
  • Kısmi Trizomi 21: Bu tip çok nadir görülen bir form olup, tüm dünyada sadece birkaç yüz kişide bulunmaktadır. Bu formda 21. kromozom tüm vücut hücrelerinde iki adet bulunur. Yani 21. kromozom hücrelerde sayı olarak normaldir, ancak 21. kromozomun küçük bir kısmının yine 21. kromozom üzerinde çift olarak bulunması söz konusudur. Bu formun şiddeti de bu kısmın ne derece etkili olduğuna bağlı olarak değişir.
    • Karyotip: 46,XXder(21)(q23.2;q22.11) veya 46,XYder(21)(q23.2;q22.11)

Semptomlar: Down Sendromunun (Trizomi 21) semptomları kişiden kişiye çok farklılık göstermekle birlikte, vücut gelişimi ve zihinsel yetenek hemen hepsinde dikkat çeken özellikler arasındadır. Bazı özellikler hemen doğumla birlikte fark edilirken, bazı özellikler ileriki dönemlerde ortaya çıkabilmektedir.

Belirgin bazı özellikler şöyledir:

  • Gerek çocukluk, gerekse gençlik dönemi boyunca küçük bir vücut yapısı
  • Onikiparmak bağırsağında darlık (duodenal atrezi)
  • Bebeklerde kas zayıflığı (hipotoni)
  • Doğumsal kalp hastalığı (%40 ile %60 arasında kalp kusurları)
  • Gastrointestinal sistemde değişiklikler (pankreasta oluşum bozukluğu, çok genişlemiş kalın bağırsak ve rektum deformasyonu)
  • Gözlerde miyopluk ve astigmatizma (%75)
  • Şaşılık (%50)
  • Gözyaşı kanallarında tıkanıklık (%20)
  • Doğumsal katarakt (%3)

Down Sendromu Teşhisi

Günümüzde tıp, Down Sendromu (Trizomi 21) teşhisini bebeğiniz doğmadan önce koyabiliyor. Bu teşhis için çeşitli yöntemler kullanılıyor. Bunlardan biri, ultrasonla bebeğin ense kalınlığını ölçmek. Kalın bir ense, Trizomi 21’in yanı sıra, Trizomi 13 (Patau Sendromu) veya Trizomi 18 (Edwards Sendromu) gibi farklı trizomilerin de belirtisi olabilir.

2012’den beri uygulanan fetal DNA testi (NIPT) de Down Sendromu hakkında ön bilgi veriyor. Bu test, kesin bir teşhis koymasa da, şüpheli durumlarda ek testlerle teyit edilmesi gerektiğini belirtiyor.

Kesin Teşhis Yöntemleri

Ultrason veya NIPT testi sonucunda şüpheli bir durum varsa, kesin teşhis için kromozom analizi yapılıyor. Kromozom analizi farklı yöntemlerle gerçekleştirilebilir:

  • Koryonik Villus Örneklemesi (CVS): Plasentadan küçük bir parça alınarak yapılır.
  • Kordosentez: Bebeğin göbek bağından kan alınarak yapılır.
  • Amniyosentez: Bebeğin içinde yüzdüğü amniyotik sıvıdan bir miktar alınarak yapılır.

Down Sendromu Terapisi

Down Sendromunu tamamen iyileştirmek, mevcut teknolojiyle mümkün değil. Ancak, Down Sendromlu bireylerin hayatlarını kolaylaştırmak, sosyal hayata katılmalarını sağlamak ve kendi kendilerine yetebilmeleri için eğitimler verilebilir. Bu eğitime ne kadar erken başlanırsa, başarı şansı o kadar yüksek olur.

Önemli terapötik önlemler arasında, konuşma, okuma ve yazma becerilerinin geliştirilmesi yer alıyor. Bu eğitimin özel eğitimli profesyonellerce verilmesi çok daha verimli sonuçlar sağlar.

Fiziksel ve Zihinsel Gelişim Desteği

Fiziksel ve zihinsel yeteneklerin geliştirilmesi ve sürdürülmesi için fizyoterapi ve ergoterapi önemli. Ayrıca, kendilerine uygun sporlar yaparak kaslarını güçlendirmeleri de gerekiyor.

Ailelerin sosyal yardımlaşma grupları ve kendi kendine yardım gruplarıyla bir araya gelerek tecrübe paylaşmaları da hem Down Sendromlu çocuğa hem de ailesine yalnız olmadıkları hissini vererek olumlu sonuçlar sağlıyor.

Ek Sağlık Sorunları ve Tedavi

Down Sendromlu bireylerde hipotiroidi veya tekrarlayan solunum yolu enfeksiyonları gibi ek rahatsızlıklar görülebilir. Doktor uygun görürse, bu durumlara yönelik ilaçlı tedavi uygulanabilir.

2. Edwards Sendromu (Trizomi 18)

Edwards Sendromu (Trizomi 18), ağır kromozom bozukluklarından biridir. Toplumda görülme sıklığı çeşitli kaynaklara göre 1:3000 ile 1:8000 arasındadır.

Sebepleri: Tıpkı Down Sendromunda (Trizomi 21) olduğu gibi, annenin hamilelik yaşı önem arz etmektedir. Yapılan araştırmalar, 18 yaşında hamile kalmış bir kadının hamileliğinin 12. haftasından itibaren yaklaşık 1:2500 risk taşırken, 40 yaşında hamile kalmış bir kadının hamileliğinin 12. haftasından itibaren yaklaşık 1:180 Trizomi 18 riski taşıdığını göstermektedir. Yine yapılan araştırmalar, Trizomi 18 olan bir embriyonun %80’inin hamileliğin 12. haftasında öldüğünü göstermektedir. Ayrıca, Trizomi 18’in kız çocuklarda daha fazla görüldüğü de araştırmalarla ortaya konmuştur (Trizomi 18’li 100 çocuktan 75’i kız, 25’i erkektir). Trizomi 18’de de tıpkı Trizomi 21’de olduğu gibi, vücut hücrelerinde iki yerine üç adet 18. kromozom bulunmaktadır.

Alt Grupları:

  • Serbest Trizomi 18 (Freie Trisomie 18): Edwards Sendromluların vücut hücrelerinde 18. kromozom üç adet bulunur. Serbest Trizomi 18 formunda, kromozom vücut hücrelerine ilaveten sperm ve yumurta hücrelerinde (gametlerde) de bulunur. Tüm Edwards Sendromluların %95’i bu formdadır.
    • Karyotip: 47,XX,+18 veya 47,XY,+18.
  • Mozaik Trizomi 18: 18. kromozom bazı vücut hücrelerinde iki adet, bazılarında üç adet bulunur. Yumurta döllendikten sonraki bölünmelerde hata ne kadar geç başlarsa, hastalığın şiddeti de o kadar az görülür. Bu form, Edwards Sendromluların %3’ünü oluşturur.
    • Karyotip: 46,XX/47,XX,+18 veya 46,XY/47,XY,+18.
  • Kısmi Trizomi 18: Bu formda 18. kromozom tüm vücut hücrelerinde iki adet bulunur. Yani hücrelerdeki 18. kromozom sayısı normaldir, ancak bazen 18. kromozomun küçük bir parçası yine 18. kromozom üzerinde çift olarak bulunur. Bu formun şiddeti, bu ilave parçanın ne derece etkili olduğuna bağlı olarak değişir.
  • Translokasyon Trizomi 18: Kromozomun bir parçasının başka bir kromozomda yer almasıyla ortaya çıkan çok nadir bir formdur. Bu form Edwards Sendromluların %1’ini oluşturur. Kromozom seti, parçalı kromozomun hangi kromozoma bağlandığına göre değişir. Örneğin, 22. kromozoma bağlı olması halinde 46,XX,t(18;22) veya 46,XY,t(18;22) şeklinde isimlendirilir.

Semptomlar: Gelişim bozukluğu ana rahminde başlar. Eğer çocuklar ana rahminde ölmeyip de doğarlarsa, çok düşük kiloda doğarlar. Trizomi 18 ile doğan çocuklarda gelişim bozuklukları ve iç organlarda karakteristik deformasyonlar bulunur. Yapılan araştırmalar, çocukların %80’inin kalp kusurları ile doğduğunu göstermektedir.

Belirgin bazı özellikler şöyledir:

  • Genel olarak baş çok küçük (mikrosefali)
  • Nispeten küçük ağız-çene açıklığı (mikrostomi)
  • Gözlerde anomaliler
  • Göz kapağı sütunları kısadır
  • Alın ve yüzde ağır deformasyonlar (holoprozensefali)
  • Ayak başparmağının diğerlerinden ayrık durması (“sandalen furche”)
  • El parmaklarının birbiri üzerine gelmesi
  • Kulaklarda deformasyon (displastik kulaklar)
  • Çocukların %15’inde yarık dudak ve damak
  • Deforme olmuş iskelet yapısı
  • Kas zayıflığı (hipotoni)
  • Eksik kaburga veya omurlar
  • Özellikle kalp, böbrek ve üreter, gastrointestinal sistem ve beyinde görülen organ malformasyonları

Teşhis: Hamilelik süresince yapılan ultrason tetkikleri ile yaklaşık olarak Edwards Sendromu (Trizomi 18) için bir ön tanı konulabilir. Ultrason tetkiklerinde bebeğin az hareket etmesi ve gelişmenin normal tempoda seyretmemesi Trizomi 18 için bir işaret olabilir. Fakat bu konuda en kesin teşhis kromozom testi ile ortaya çıkar. Yapılan kromozom testi, bebeğin Edwards Sendromu (Trizomi 18) olup olmadığını %100 doğrulukta ortaya çıkarır. Hatta kandaki lenfosit hücreleri ile yapılan genetik testler, Trizomi 18’in hangi alt formda olduğunu da gösterir. 35 yaş üzeri hamilelikler bu konuda risk oluşturduğu için mutlaka genetik testler yaptırılmalıdır.

Terapi: Edwards Sendromunun (Trizomi 18) hiçbir tedavisi yoktur. Birçok bebek daha doğmadan anne karnında ölür. Doğan çocuklar ise organ hasarlarının durumuna göre 12 aya kadar yaşayabilir. Nadir de olsa yetişkinlik yaşına kadar ulaşan çocuklar da vardır, ancak bunlar sadece istisnai durumlardır. Yaşayanlar arasında kız çocukları erkeklere göre daha uzun hayatta kalırlar. Hayatta kalanların ilerleyen sürede ölüm sebepleri arasında kalp yetmezliği ve solunum yetmezliği birinci sırada yer alır.

3. Patau Sendromu (Trizomi 13)

Patau Sendromu (Trizomi 13), Trizomi 21 ve Trizomi 18 gibi tedavi edilemeyen ağır kromozomal bozukluklardan biridir. Bozukluk, 13. kromozomun vücut hücrelerinde iki adet yerine üç adet bulunmasından kaynaklanır. Yukarıda anlatılan diğer iki hastalık gibi, bunda da annenin hamilelik yaşı önemlidir. Yani anne olma yaşı ilerledikçe risk de artar.

Bebekler anne karnında genellikle yeterli beslenemediği için yüksek derecede organ anomalileri ile doğarlar. Özellikle beyin, böbrek, kalp ve bağırsaklarda ciddi anomaliler görülür. İleri formlarında tek göz, yarık dudak ve damak ve altı parmaklılık (polidaktili) da görülebilir.

Patau Sendromu ile doğan çocuklar, tıpkı diğerleri gibi ne iyileştirilebilir ne de tedavi edilebilirler. Anne karnında ölmeyip doğan çocukların çoğu yaşamın ilk 6 gününde ölürken, bazıları bir yıl kadar yaşayabilir. Bunda da kız çocuklar erkek çocuklara göre biraz daha uzun yaşarlar. Patau Sendromu toplumda görülme sıklığı yaklaşık 1:10.000’dir.

Alt Grupları:

  • Serbest Trizomi 13 (Freie Trizomi 13): Patau Sendromluların %80’ini bu form oluşturur. Cinsiyet kromozomlarından birinde (yumurta veya sperm hücresi) fazladan bir 13. kromozom bulunması, döllenme sonrası vücut hücrelerinde üç adet 13. kromozom bulunmasına sebep olur.
    • Karyotip: 47,XX,+13 veya 47,XY,+13.
  • Mozaik Trizomi 13: 13. kromozom bazı vücut hücrelerinde iki adet, bazılarında üç adet bulunur. Yumurta döllendikten sonraki bölünmelerde hata ne kadar geç başlarsa, hastalığın şiddeti o kadar az görülür. Mozaik Trizomi 13 olan çocukların vücut hücrelerinde hem 47 kromozom, hem de 46 kromozom bulunur.
    • Karyotip: 46,XX/47,XX,+13 veya 46,XY/47,XY,+13.
  • Kısmi Trizomi 13: Bu formda 13. kromozom tüm vücut hücrelerinde iki adet bulunur. Hücrelerdeki 13. kromozom sayısı normaldir, ancak bazen 13. kromozomun küçük bir parçası yine 13. kromozom üzerinde çift olarak bulunur. Bu formun şiddeti de bu parçanın ne derece etkili olduğuna bağlı olarak değişir.
  • Translokasyon Trizomi 13: 13. kromozomun bir parçasının başka bir kromozoma yapışması ile ortaya çıkan ve çok nadir görülen bir formdur. Parça genellikle 14, 15, 21 veya 22. kromozoma yapışık olarak bulunur. Bu form Patau Sendromluların %1’ini oluşturur. Kromozom seti, parçanın hangi kromozoma bağlandığına göre değişir. Örneğin, 14. kromozoma bağlı olması halinde 46,XX,t(14;13) veya 46,XY,t(14;13) şeklinde isimlendirilir.

Semptomlar: Dış görünüş ve iç organlardaki gelişim bozukluğu döllenmeden hemen sonra anne karnında başlar. Semptomlar her çocukta farklı şiddette ve farklı şekillerde görünür. Doğum öncesi yapılan ultrason tetkiklerinde Trizomi 13 varlığına işaret eden bazı bulgular görülür, kesin teşhis kromozom testi ile ortaya çıkarılır.

Belirgin bazı özellikler şöyledir:

  • Kalp yetmezliği (çocukların yaklaşık %80’inde)
  • Nispeten küçük bir vücut yapısı
  • Çocukların yaklaşık %12’sinde nispeten küçük baş
  • Çocukların yaklaşık %45’inde yarık dudak ve damak
  • Nispeten küçük ve birbirine nispeten yakın gözler (hipotelorizm)
  • Çocukların yaklaşık %30’unda ürogenital sistem ve böbrek bozuklukları
  • Beyinde malformasyonlar (örneğin, holoprozensefali)
  • Burun deliklerinde malformasyon
  • Kulaklarda anomaliler
  • Yüz iskeletinde anomaliler
  • Parmaklarda deformasyonlar (örneğin, polidaktili)

Trizomi 13 ile doğan çocuklar genellikle kör veya sağır olurlar ve genellikle kalp yetmezliği veya solunum yetmezliğinden çok erken ölürler.

Teşhis: Doğum öncesi yapılan ultrasonografi (sonografi) tetkiklerinde fetusta malformasyonların (örneğin; beyin malformasyonu, yarık dudak ve damak ve altı parmak gibi anomaliler) bulunması durumunda mutlaka kromozom analizi yapılarak bebeğin Trizomi 13 olup olmadığı kontrol edilir. Hatta bu testlerde varsa hangi formda olduğu da tespit edilebilir. Genel olarak söylemek gerekirse, 35 yaş üzeri hamileliklerin hepsinde mutlaka kromozom analizi yaptırılması gerekir.

Terapi: Trizomi 13 de Trizomi 18 gibi henüz tedavi edilebilir bir hastalık değildir. Hayatta kalan bebekler için birtakım operasyonlar ve sınırlı fizyolojik tedaviler yapılabilir, ancak bunlar sadece var olan durumu biraz daha iyileştirmeye yönelik tedavilerdir.

Sonuç

Her üç vakada da (Trizomi 21, Trizomi 18 ve Trizomi 13), hücre bölünmesi sırasında meydana gelen bir hata, kromozomların iki adet yerine üç adet kopyalanmasına sebep olmaktadır. Hata sonucunda ortaya çıkan hasarın boyutu, hatanın büyüklüğüne göre değişir. Hasarın neden bu kadar büyük olduğu konusuna gelince, ayrıntılar elbette tam olarak bilinmiyor. Kanaatimce bu konuda bilinenler, bilinmeyenlerin on binde biri bile değildir. Üç kromozomun (21, 18, 13) her birinde yaklaşık 350 ile 600 arasında gen vardır. Muhtemelen fazladan bu kadar genin çalışması, organ ve dokularda geri dönüşü mümkün olmayan bozukluklara sebep olmaktadır.


Kromozom bozuklukları ile ilgili hazırlanmış diğer makaleler


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  • Chromosome 21 and down syndrome: from genomics to pathophysiology. Link
  • Neurobehavioral disorders in children, adolescents, and young adults with Down syndrome Link
  • Behavioral phenotype of individuals with Down syndrome. Link
  • Current dilemmas in Down syndrome clinical care: celiac disease, thyroid disorders, and atlanto-axial instability.Link
  • Speech intelligibility and childhood verbal apraxia in children with Down syndrome Link
  • Families of children with Down syndrome:What we know and what we need to know Link
  • The brain in Down syndrome (TRISOMY 21). Link
  • Down’s syndrome. Link
  • Down syndrome and associated congenital malformations. Link
  • Developmental disabilities grown up: Down syndrome. Link
  • Trisomy 13 mosaicism: study of serial cytogenetic changes in a case from early pregnancy to infancy. Link
  • Trisomies 13 and 18: population prevalences, characteristics, and prenatal diagnosis, metropolitan Atlanta, 1994-2003Link
  • Trisomy 13 mosaicism in a phenotypically normal child: description of cytogenetic and clinical findings from early pregnancy beyond 2 years of age.Link
  • Transcriptome analysis of human autosomal trisomy.Link
  • Pediatric Cardiac Care Consortium. Effectiveness of cardiac surgery in trisomies 13 and 18 (from the Pediatric Cardiac Care Consortium-3.Link
  • The origin of trisomy 13. Link
  • Patau syndrome with a long survival (146 months): a clinical report and review of literature.Link
  • Trisomy 13 and trisomy 18 in a defined population: epidemiological, genetic and prenatal observations..Link
  • Congenital malformations among liveborn infants with trisomies 18 and 13.Link
  • Population-based analyses of mortality in trisomy 13 and trisomy 18. Link
  • Heart Malformations in Children With Down Syndrome Link
  • Rates and survival of individuals with trisomy 13 and 18 Data from a 10-year period in Denmark link
  • Patau syndrome with a long survival. A case report link
  • http://www.zeit.de/2015/04/praenataldiagnostik-down-syndrom-krankenkasse,
  • Klaus Sarimski: Entwicklungspsychologie genetischer Syndrome (3. Auflage, 2003)
  • Der Test link

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Sayılarla yaşamın istatistiği

Hayat nedir? Hayatın tarih boyunca binlerce tanımı yapıldı. Birçok din, birçok filozof, birçok bilim insanı bu soruya kendince cevaplar verdi ve vermeye de devam ediyor. Ama hayatın evrensel açık bir tanımı halâ bulunamadı.

Mademki hayatın standart bir tarifi yok mademki hayat baktığın pencereden senin gördüklerin, o halde biz de bu makaleye kendimizce uygun bir tanım yapalım o zaman.

Hayat, doğumla ölüm arasında geçen sürede ürettiklerimiz, tükettiklerimiz ve yaptıklarımızın toplamıdır. Hayat ilk nefesle başlar, son nefeste biter.

Aşağıda ortalama 75 yaşına kadar yaşayan bir insanın bu süre içerisinde yediği, içtiği, yaptığı, ürettiği, tükettiği bazı şeylerin ortalama bir istatistiği bulunmaktadır. Ayrıca vücudumuzdaki çeşitli organ, doku, hücre, organik ve inorganik elementlerle ilgili çeşitli sayısal istatistikler bulunmaktadır.

Neye ne kadar zaman harcıyoruz?

  • 23 yıl uykuda geçiriyoruz
  • 1.5 yılın Restoranlarda olmak üzere 7,5’ı yılı yemekte geçiriyoruz.
  • Kadınlar mutfakta 3.16 yıl (günde 65 dakika), erkekler ise 1.45 yıl (günde 28 dakika) geçiriyorlar.
  • Banyoda 3,5 yıl geçiriyoruz.
  • Erkekler hobileri için 380 gün, (günlük 20 dakika), kadınlar 152 gün (günde 8 dakika) geçiriyor.
  • Temizlik için 6 yıl, televizyon seyrederek 12 yıl, işte ise 6 yıl geçiriyoruz.
  • 1,45 yıl telefonlaşarak geçiriyoruz. (günlük 28 dakika)
  • 219 gün trafik sıkışıklığında bekliyoruz. (yılda 70 saat.)
  • Hayatımız boyunca 100.000 kez öpüşüyoruz ve öpüşmede geçen toplam süre 14 gün (1980’li yıllarda öpüşme süresi 5.5 saniye, günümüzde ortalama 12 saniye.).
  • 540.000 kez gülüyoruz ve gülerek geçirdiğimiz zamanın toplamı 11 gün (günde 6 dakika)
  • 2 yıl 10 ay gevezelik ve sohbet ediyoruz
  • 3 ay doktorda beklemekle geçiriyoruz
  • 1 yıl sinema, tiyatro ya da konserde geçiriyoruz.
  • 9 ay çamaşır ve ütü yaparak geçiyor.

Neyi ne kadar tüketiyoruz

  • Vücut ağırlığımızın yaklaşık 700 katı gıda tüketiyoruz. (Örnek 75 kg x 700 = 52.500 kg gıda)
  • 45.000 litre sıvı içecek tüketiyoruz. Bu, yaklaşık 10 tonluk 4,5 su tankerini doldurabilecek miktara karşılık geliyor. (Tüketilen sıvının ayrıntıları ise şöyle. Su: 9600 litre, Bira: 9300 litre, Şarap: 8100 litre, Süt: 5.000 litre, Kahve: 10.800 litre, Çay: 1875 litre.)
  • Her insan yaşamı boyunca temizlik ve duş gibi ihtiyaçları için tükettiği su miktarı yaklaşık 1.558.550 litre.
  • Beyin hücrelerimiz yaklaşık 2 ton üzüm şekeri/dekstroz tüketiyor.

Neyi ne kadar üretiyoruz

  • 5.550 litre tükürük üretiyoruz (Günlük 1 litre)
  • 40.500 litre idrar üretiyoruz (Yılda 540, günde 1,5 litre. Bu miktar aşağı yukarı 150 litrelik 270 küvet dolduruyor)
  • Tuvalette yaklaşık 6 ay vakit geçiriyor ve bu süre içerisinde 5 ton dışkı üretiyoruz (günlük 192 gram) Ayrıca yaklaşık 2100 rulo tuvalet kağıdı tüketiyoruz
  • Cildimizde bulunan 3 milyon ter bezi erkeklerde 14.000 litre, kadınlar 12.000 litre ter üretiyor (Bu yaklaşık 1,5 su tanker dolusu miktar yapıyor)
  • Nefes alıp-verirken 321.200.000 litre hava tüketiyoruz.
  • Her kadın hayatı boyunca ortalama 400 yumurta, her erkek 400 milyar sperm üretiyor.
  • Gözlerimiz 4.900 litre gözyaşı ve sıvısı üretiyorlar. (1-2 dakika ağlandığında her biri 15 miligram olan yaklaşık 50 gözyaşı çıkarılıyor ve yaklaşık 66.000 gözyaşı bir litre yapıyor).
  • 547.500 kez ve atmosfere metan gaz bırakıyoruz.
  • 8.000 kg ambalaj olmak üzere 43.800 kg çöp üretiyoruz.

Neyi ne kadar yapıyoruz

  • Hayatımız boyunca 473.040.000 nefes alıyoruz (Dakikada 12, saatte 720, günde, günde 17.280, yılda 6.307.200 kez)
  • Sigara içenler 525.000 kez sigara püfletiyor (yılda 7.000 kez)
  • Erkekler 7.875 kez seks, 2.000 kez mastırbasyon yapıyor ve saatte 44,8 km hızla 53 litre sperm dışarı bırakıyor.
  • Hayatımız boyunca yaklaşık 50 milyon adım atıyoruz . Bu da yaklaşık 40.000 kilometre yapıyor. Spor yapanlar ise yaklaşık 150 milyon adım atarak 150.000 km yol kat ediyor. Bu da yaklaşık 3 kez dünya etrafında tur atma anlamına geliyor.
  • 105.372 kez rüya görüyoruz .
  • 4.000 kez sex yapıyoruz.
  • Çiftler 10’ar saat orgazm oluyorlar.
  • Erkekler 246.375’kezi gece olmak üzere 301.125 kez ereksiyon oluyorlar.
  • 3000 kez bağırıyoruz.
  • Eğer hayatımız boyunca konuştuğumuz kelimeler dijital ortamda CD’lere aktarılsa 14.285.714.285.700 adet CD dolardı (British Telecom tarafından hesaplanmış).

Sayılarla vücudumuz

Kan hücreleri ve miktarı 

  • Yetişkin bir vücutta 5-7 litre arası kan bulunuyor. Bu miktar vücut kütlesinin yaklaşık 1/12 tekabül ediyor. 1 mm³ kanda 5 milyon alyuvar, 5.000-7.000 akyuvarlar hücreleri, 300.000 trombosit bulunur.
  • Kalbimiz 3 milyar kez atarak, 240 milyon litre kan pompalıyor ve kanımız bu süre içerisinde 96.560 km yol katediyor.
  • Kana kırmızı rengini veren alyuvarlar hayatımız boyunca kendini yaklaşık 210 kez yeniliyor. Eğer vücudumuzdaki tüm alyuvarları yan yana dizebilseydik ekvator boyunca dünya etrafını 4 kez dolanırdı.
  • Böbreklerimiz 20 milyon litre kanı filtreden geçirerek temizliyor.
  • Kırmızı kan hücreleri (alyuvarlar) 120-130 gün, karaciğer hücreleri 10-15 gün, beyaz kan hücreleri 1-3 gün de bir kendilerini yeniliyorlar.

Kas ve iskelet sistemi

  • İnsan iskeleti 206 – 210 kemikten oluşuyor ve kemiklerin toplam ağırlığı yaklaşık 10 kg. Ayrıca bunlara ilaveten 14-24 Sesamoid kemik ve 32 diş bulunmaktadır.
  • Kemiklerin mukavemeti de oldukça etkileyici. Örneğin uyluk kemiği 15.000, kaval kemiği 16.500 Newton luk bir güce dayanabiliyor.
  • Yetişkin bir kişide 206 kemik, 650 kas ve 10 – 100 trilyon (1013−1014) hücre bulunuyor. Eğer hücreler yan yana koyarak zincir bir oluşturulsa, bu zincir dünyanın etrafında 50 kez dolanırdı.
  • Vücudumuzda yaklaşık 400’ü iskelet kası olmak üzere toplam 639 kas bulunmaktadır. Kasların toplam vücut ağırlığına oranı % 25-30 civarındadır.
  • Kesici diş kaslarının gücü yaklaşık 200, çiğneme dişlerinin gücü 700-1.000 Newton arasındadır.
  • Vücudumuzdaki kemikler % 50 su, 15.75 % yağ, % 12.4 kıkırdak, % 21.85 mineral bileşenlerinden oluşuyor. Mineral bileşenlerin en büyük kısmını ise kalsiyum oluşturuyor.
  • Gülerken yüzde bulunan 14 kas aktif hale geçiyor.

Organ ve dokular

  • Yetişkin insan vücudunda yaklaşık 10 ile 100 milyar arası hücre bulunur (1013−1014)
  • Ortalama bir hücrenin boyu 10 ile 20 mikron arasındadır (1 mikron= 1/1000 mm)
  • En küçük hücreler beyincikteki granül hücrelerdir ve boyları 3-4 mikron arasındadır. Lenfositler 5-6 mikron, kırmızı kan hücreleri 7.5 mikron civarındadır.
  • Vücudumuzda her saat yaklaşık 1 milyon yeni hücre oluşuyor
  • Yetişkin bir insanın vücut yüzeyi yaklaşık 1,8–2 m²
  • Normal, yetişkin bir insan yoğunluğu yaklaşık 1055 kg • m−3
  • Normal, yetişkin bir insan hacmi ~0,075 m³
  • Vücudumuzu meydana getiren organik ve inorganik kimyasal elementlerin oranı şöyle; Su: % 60-70, Karbonhidrat: % 0.6, Protein % 15, Yağ: % 10, Mineral tuzlar: % 5
  • Yetişkin bir insanın vücut yüzeyi yaklaşık 1,8–2 m²
  • Vücudumuzda bulunan 100 den fazla makro elementlerin oranı şöyle; Oksijen: % 63, Karbon: % 19, Hidrojen: % 9, Azot: % 5, Kalsiyum: % 1, Fosfor: % 0.7, Kükürt: % 0.64, Sodyum: % 0.26, Potasyum: % 0.22, Klor: % 0.18.
  • Tırnaklarımızı ömür boyu hiç kesmezsek 28 metre uzunluğa ulaşıldı
  • Saçlarımız ömür boyu hiç kesmezsek 9,36 metre uzunluğa ulaşıldı

Kaynaklar

  1. Quellen:„Der Mensch in Zahlen“, Spektrum Akademischer Verlag; „American Time Use Survey“; „The Book of Times“, Verlag Wiliam Morrow; Zeitschrift P.M. Fragen & Antworten (Januar Ausgabe)
  2. Geo Wissen(36/2005)
  3. Der Mensch in Zahlen link
  4. Der Mensch in Zahlen link
  5. Was der Mensch in einem Leben so alles tut. link
  6. Der Mensch in Zahlen link
  7. Zahlen über Zahlen – Statistiken des Lebens link
  8. Der Mensch in Zahlen link

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Körlük ve kök hücre tedavisi

Kök hücre tedavisi tıpta oldukça yeni sayılabilecek bir tedavi yöntemidir. Göz hastalıklarında uygulanması ise daha da yeni sayılır. Uygulama her ne kadar yeni olsa da bu konuda beklentileruntitled-9 oldukça yüksek.

Kök hücre tedavisinin gözde uygulanmasının yaklaşık 4-5 yıllık bir geçmişi var, bu nedenle şu ana kadar elde edilen sonuçlara bakarak tedavinin ne derece başarılı olduğunu söylemek, başarının ne derece kalıcı olacağı konusunda fikir beyan etmek kanımca biraz erken bir söylem olur. En azından şimdilik. Ama yinede yapılan çalışmalar ve bu çalışmalardan elde sonuçlar bu konudaki umutları güçlendirmeye devam ediyor.

Konuya ticari açıdan ilgi duyan dünya çapında büyük sağlık kuruluşları, enstitüler, klinikler var. Bunlar bir yandan harıl harıl konu hakkında araştırma yaparken, diğer yandan çalışmalarını hastalar üzerinde uygulayabilmek için ülkelerin ilgili devlet dairelerinden gerekli izin alma mücadelesi veriyorlar.

Aşağıda bu konuda gerekli izinleri almış ve çalışmalara başlamış birkaç sağlık kuruluşu ile bunların uyguladıkları farklı kök hücre tekniklerinden bahsedilmektedir. Hemen belirtelim, embriyonik kök hücre tedavisinin başarısı şimdilik tartışmalı…

Konuya girmeden önce kök hücre nedir, neden önemlidir ve görevi nedir, kaç çeşit kök hücre vardır gibi genel birkaç konuya değinelim.

Kök hücre nedir?16924267_10154889122612211_550857971_n

İnsan vücudu özelleşmiş yüzlerce farklı hücre tipine sahiptir. Bunlar vücudun günlük sağlıklı işleyişini sağlarlar. Beyindeki hücreler düşünmemizi, kalpteki hücreler kalbin atışını, böbrekteki hücreler kanımızın temizlenmesini sağlar, yani özelleşmiş hücreler vücudun günlük işleyişinden sorumludur ve her birinin eşsiz görevi vardır.

Kök hücrelerin önemli ve eşsiz özelliği ise özelleşmiş hücrelere dönüşmesidir. Başka bir ifade ile kök hücreler özelleşmiş hücrelerin atasıdır. Kök hücreler henüz daha bölünmemiş hücrelerdir. Bölünmeye başladıktan sonra ancak özelleşmiş hücrelere dönüşürler. Örneğin derideki kök hücreler bölünerek pigment üreten hücrelere dönüşür ve bunlar da deri rengini oluşturur.

Kök hücreler sağlığımız için neden önemlidir?

Vücudumuz herhangi yeri yaralandığında kök hücreler hemen harekete geçerek o bölgede ölen hücrelerin aynısı üreterek o organın yeniden işlevsel hale gelmesini sağlar. Ayrıca vücuttaki hücreler rutin olarak ölür ve bunların yerine yenisinin gelmesi kök hücreler sayesinde olur. Örneğin gözün saydam tabakası korneayı oluşturan hücrelerin yaklaşık 10 günlük bir ömrü vardır. 10 gün sonra korneadaki kök hücreler harekete geçerek ölen hücrelerin yerine yeni kornea hücreleri oluşturarak görmemizin devamını sağlar. Eğer korneadaki kök hücreler hasar görmüş veya işlevini kaybetmişse görme yeteneğimizi kaybederiz.

Kök Hücre çeşitleri ve “Embriyonik kök hücrenin” önemi?

Çok farklı kök hücre çeşidi vardır. Her organda, her dokuda farklı kök hücreler bulunur. Örneğin kandaki kök hücre yeni kan hücreleri, kalpteki kök hücre kalp hücrelerini üretir ama embriyonik kök hücrenin istisnai bir durumu vardır, o da bunların her türlü hücreye dönüşme özelliğine sahip olmasıdır. Yani embriyonik kök hücrenin gözdeki kornea hücresine dönüşmesi mümkün, tabii bunun için önce laboratuvarda bir takım işlemlerden geçtikten sonra kullanılması mümkün.

***

Körlük: Görme yeteneğinin kısmen veya tamamen kaybedilmesi olarak tanımlanan körlük yaşlılık, kaza, yanık, şeker hastalığı genetik gibi çeşitli sebeplerden kaynaklanabilir.

Aşağıda kök hücre tedavisi uygulanan iki farklı körlük tipi ve bunların tedavisinde elde edilen sonuçlar anlatılmaktadır. Birincisi kaza ve yanık gibi sebeplerle oluşmuş kornea hasarlarından dolayı oluşmuş körlük, ikincisi Yaşa bağlı makula dejenerasyonu (YBMD) körlüğü.

1- Kornea hasarlarına karşı Kök Hücre tedavisi

Kornea, gözün en ön kısmında bulunan ve beş değişik katmandan oluşan saydam bir dokudur. En önemli görevi ışığı odaklamak ve gözü dış etkenlerden korumak ve net görmeyi sağlamak olarak sıralanabilir. Çeşitli kornea hastalıkları ve çeşitli sebeplerden kaynaklanan kornea tahribatları bulunmaktadır. Bunların bazıları tedavi ile iyileştirilirken, özellikle kimyasal yanık kaza ve genetik sebeplerden kaynaklanan korne tahribatları önemli görme kayıplarına hatta körlüğe kadar varan ciddi sorunlara sebep olurlar.

Kök hücre tedavisi ile korneanın yenilenmesi aslında kişinin kendi gözünden alınan kök hücre ile tedavi edilmesi prensibine dayanmaktadır ve bu uygulamada Holoclar adında bir kimyasal kullanılmaktadır.

Holoclar nedir

Holoclar, kök hücre bazlı bir ilaç olup kornea tedavisinde kullanılır. Bu ilacın tedavide kullanılmasına Avrupa Komisyonu tarafından 2015 yılında koşullu olarak izin verildi ve şimdilik uygulama sıkı kurallara bağlı olarak yapılıyor. Bu bağlamda hastaların Holoclar ile tedavi olabilmesi için retinanın ağır yanık veya ileri derecede tahrip olması koşulu aranıyor.

Uygulama nasıl oluyor

Bu tedavi için gerekli olan kök hücre hastanın kendisinden alınacağı için hastanın öncelikle bir gözünün sağlıklı olması veya her iki gözü görmüyorsa en azından herhangi bir gözünde korneanın çok küçük bir kısmının sağlıklı olması gerekiyor.

“Limbal Kök Hücreler” tedavinin temelini oluşturuyor

Hasarlı kornea hücrelerini hızla tamir etme özelliğine sahip olan Limbal kök hücreleri sağlam kornea hücrelerinden cerrahi bir müdahale ile çıkarılarak laboratuvar ortamında çoğaltılır ve Holoclar içerisine konur. Limbal kök hücreler, kornea ve göz bebeğinin sınırındaki bağ dokuda % 3,5 gibi çok küçük bir oranda bulunurlar. Bu nedenle yapılan iş oldukça zahmetli bir o kadar da profesyonellik gerektiriyor.

Sonuçlar umut verici

112 hastaya yapılan kök hücre tedavisinin sonuçları bu konudaki umutları güçlendiriyor. Tedavi uygulanan hastaların bir yıl sonra yapılan muayenelerinde hastaların dörtte üçünde görmenin iyileştiği belirtiliyor. Ayrıca tedavinin uzun süreli etkili olup olmayacağını söylemenin şimdilik erken olduğu belirtiliyor…

Yan etkiler yok denecek kadar az

Biyopsi yapılan kısmın 1-2 mm² gibi küçük bir alan olması hasarın da küçük olmasına sebep oluyor. Bu nedenle iltihaplanma, glokom gibi komplikasyonların sınırlı olduğu belirtiliyor ama yine de dikkatli söylemek gerekirse tedavi olacakların % 3 ile % 10 gibi bir yan etki riskini göze alması gerekiyor.

Fiyat

2008 yılında kurulan ve merkezi İtalya’nın Modena şehrinde bulunan Holostem Firması fiyat ve tedavi edilen hasta sayısı konusunda sorulan sorulara firmanın politikası gereği bilgi vermiyor ama çeşitli internet sitelerinde tedavi olacakların dolar bazında 5 ile 6 rakamlı paralar ödeyeceği yönünde bilgiler var.

2- Makula Dejenerasyonu için Embriyonik kök hücre tedavisiretina-stamcel

Makula, diğer adıyla sarı nokta retina tabakasının ortasında yer alan ve çok küçük bir alanı kapsayan bölgedir. Bu bölge gözün keskin görmeden sorumlu bölgesidir.

Makula dejenerasyonu (YBMD), gerek yaşa bağlı  olarak, gerekse çevre cinsiyet, genetik, UV ışınları gibi diğer sebeplerden kaynaklanan makula hasarları anlamına gelmektedir.

Dünya çapında 25 – 30 milyon makula dejenerasyonu hastası bulunduğu tahmin ediliyor ve bu sayıya her yıl yaklaşık 500 bin yeni hasta daha ilave oluyor. Yaşa bağlı makula dejenerasyonu erken veya geç ortaya çıkmasına göre iki farklı tipte görülmektedir.

  1. Kuru tip makula dejenerasyonu : Yaşa bağlı makula dejenerasyonu hastalarının %80-90’ını bu tipe girer. Hastalık her ne kadar yavaş ilerlese de ileriki evrelerde ciddi görme bozukluklarına sebep olur.
  2. Yaş tip makula dejenerasyonu : Yaşa bağlı makula dejenerasyonu hastalarının yaklaşık % 10-15 inde görülür. Hastalık hızla ilerler ve ciddi görme kayıplarına sebep olur.

Aşağıda kök hücre tedavisine konu olan ve geç evrede ortaya çıkan 1. Tip yani kuru makula dejenerasyonu anlatılmaktadır.

Kuru makula dejenerasyonu ve kök hücre tedavisi

Yukarıda kısaca bahsedildiği gibi hastalık yavaş yavaş ilerler ve retina hücreleri yavaş yavaş işlevini kaybederken görme kalitesi giderek azalır ve sonunda tamamen kaybolur. Konuyu biraz daha açacak olursak, Kuru makula dejenerasyonu hastalarının görme kaybı özelleşmiş Retina pigment epiteli hücrelerinin (RPEH) azalması sonucunda ortaya çıkıyor

Ocata Therapeutics adında sağlık araştırmaları yapan bir firma (şimdiki adı Rejeneratif Tıp Astellas Enstitüsü) yaptığı araştırmalar sonucunda embriyonik kök hücre tedavisinin yaşa bağlı kuru makula dejenerasyonu hastalarının iyileşmesine yardımcı olabileceğini belirtiyor. Firma bu amaçla yaptığı çalışmalarda embriyonik hücrelerden yeterli miktarlarda Retina pigment epitel hücrelerini (RPEH) üretmenin bir yolunu bulduğunu belirtiyor.

İnsanda ilk uygulamalar

Firma ilk olarak 2010 yılının Kasım ayında embriyodan elde ettiği Retina pigment epitel hücrelerini (RPEH) insanlarda test etmek için izin aldı. İlk test genetik bir hastalık olan Stargardt hastalarında denendi. 2011 yılının Ocak ayında 9 Kuru makula dejenerasyonu hastası için ikinci bir izin daha çıkarak toplam uygulama sayısı 30 kişiye yükseltildi.

Sonuç

2014 yılı sonunda her iki testin sonucu açıklandı ve sonuçların olumlu olduğu belirtildi. Firma çıkan sonuçları kısaca şöyle özetledi.

  • Körlüğün ilerlemesi birçok hastada durdu.
  • Bazı hastalar görme yetisini tekrar geri kazandı.
  • 10 hastanın kök hücre tedavisinden sonra görme kalitesi yükseldi, hatta bazılarında iki katına çıktı.
  • Yedi hastanın durumunda bir değişiklik olmadı, sadece birinin durumu daha kötüye gitti.

Tedavi başarılı mı yoksa başarısız mı? 

Uzmanlar, retinal tedavideki bu başarının kök hücre tedavisinden kaynaklandığına pek inanmıyorlar. Ancak nakledilen retinal hücreleri dokudaki yeni bozulmaların önüne geçtiği konusunda hemfikirler. Ocata Therapeutics şirket yetkilileri de daha sonra uzmanların görüşleri doğrultusunda fikir beyan ederek bir bakıma tedavinin başarısında başka faktörlerin rol oynayabileceğini itiraf ettiler.

Anlaşılan o ki, sarı nokta tedavisinde, kısmen de olsa bir başarı var ama bu başarının direk kök hücre tedavisi ile ilişkilendirilmesi şimdilik erken bir yargı. Kesin bir şey söylemek için araştırmanın daha fazla hastada denenmesi gerekiyor. Firma yetkilileri yaptığı açıklamada daha fazla hastanın yer alacağı yeni bir araştırmaya hazırlandıklarını belirttiler.

Firmaların ilgisi yoğun

Makula dejenerasyonu embriyonik kök hücre tekniği kullanarak tedavi edilme fikrine birçok firma ilgi gösteriyor. Örneğin İsrail şirketi Cell Cure Kudüs’te bir klinikte tıpkı Ocata Therapeutics firması gibi kuru makula dejenerasyonu tedavisi yapıyor (link).

London Project to Cure Blindness adlı Londra orijinli bağışlarla araştırma yapan yani ticari olmayan bir kuruluş da aynı şekilde kuru makula dejenerasyonu tedavisi yapıyor. Hatta bu kuruluş iki şirket aksine tek tek hücrelerin yerine önceden oluşturulmuş epitel tabakası implante ediyor (link).

İlaç devi Pfizer firması da 2015 yılının ağustos ayından itibaren yaş makula dejenerasyonu için izin almış durumda.


Göz hastalıkları ile ilgili hazırlanmış diğer makaleler


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  • Abbott, Behind the scenes of the world’s first commercial stem-cell therapy, Nature, Marc 2015 (link)
  • EMA, Holoclar: Ex vivo expandierte autologe menschliche Hornhautepithelzellen, die Stammzellen enthalten, Zusammenfassung für die Öffentlichkeit, Februar 2015 (link)
  • Limbal stem-cell therapy and long-term corneal regeneration, NEJM, June 2010 (link)
  • Holoclar: Zusammenfassung der Merkmale des Arzneimittels, Juni 2016 (link)
  • Pro Retina Deutschland eV ( Link )
  • Humanen embryonalen Stammzellen abgeleiteten retinalen Pigmentepithel bei Patienten mit altersbedingter Makula – Degeneration und Stargardt Makuladystrophie: Follow-up von zwei Open-Label – Phase 1/2 Studien , The Lancet 2014 ( Link )
  • Press Release Cell Cure, 03.11.2014 ( link )
  • Press Release Moorfields Eye Hospital, 29.09.2015 ( link )
  • Treatment of Macular Degeneration Using Embryonic Stem Cell-Derived Retinal Pigment Epithelium: Preliminary Results in Asian Patients – May 2015 ( link )

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Köpek balığı, parkinson ve alzheimer tedavisinde bir umut olabilir

Camgöz köpek balığı kendi ihtiyacı için Skualamin adındaki bir protein alzheimer ve parkinson tedavisinde umut olabilir.

Cambridge Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmada alzheimer ve parkinsonun ortaya çıkmasında önemli rol oynayan Alfa-Synuclein adındaki bir proteinin, Camgöz Köpek balığının (Squalus acanthias) ürettiği Skualamin sharkadındaki bir başka protein tarafından bloke edilerek etkisiz hale getirdiği keşfedildi. (1)

Bu önemli keşif, Skualamin in yakın bir gelecekte parkinson ve alzheimer gibi nörodejeneratif hastalıkların tedavisinde ilaç olarak kullanılabileceği umudunu güçlendiriyor. hemen belirtmekte yarar var. Araştırma şimdilik laboratuvarda hücre kültürleri ile yapıldı ve testler başarılı sonuçlar verdi.

Alfa-Synuclein, vücuttaki görevi nedir

Alfa-Synuclein, beyinde çözünebilir küçük bir protein olup SNCA-Geni tarafından sentezlenir. Bu protein, hücre zarında kanallar oluşturarak bu kanallardan hücre için gerekli Dopamin hormonunun girmesini sağlar.

Özetle söylemek gerekirse Alfa-Synuclein, sağlıklı bir hücrede gerekli olan bir proteindir ve bu protein beyne gerekli olan dopamin hormonunun girmesine olanak sağlar. Burada yeri gelmişken dopaminin görevi ve önemine değinmeden geçmeyelim.

Dopamin nedir, neden önemlidir 

Dopamin, vücut tarafından üretilen ve kimyasal haberci özelliği olan çok fonksiyonlu bir Nörotransmitterdir. Bütün neurotransmitter gibi dopamin de hem sinir hücrelerinin kendi arasında, hem de sinir hücreleri ile kas hücreleri arasındaki sinyallerin taşınmasına aracılık eder.

Dopamin vücutta kalp atışı ve kan basıncının ayarlanması gibi önemli görevlerinin yanı sıra, beynin ödüllendirme mekanizmasında da görev alır. Bu bağlamda dopamin hayattan zevk almamızı mutlu olmamızı kısacası hayata sıkı sıkıya bağlanmamızı sağlar. Beyinde dopamin miktarının düşmesi vücutta dramatik sonuçların ortaya çıkmasına sebep olur.

Nedir bu dramatik sonuçlar

Vücutta dopamin eksikliği, başta depresyon olmak üzere, kas titremesi ve hareketlerin kontrol edilememesi gibi bir takım zorlukların ortaya çıkmasına sebep olur. Uzun süre düşük seyretmesi durumunda ise parkinson gibi ağır ohne-titelhastalıkların ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Uzun süreli dopamin eksikliğinin olumsuz etkilerinden bir de uzun süreli hafıza kaydının tutulduğu Epizodik Bellekte* de kendini gösterir. Bu durum ilerleyen zamanda alzheimer gibi ağır unutkanlık hastalığının ortaya çıkmasına yol açar. (2) Dopaminden kısaca bahsettikten sonra artık tekrar Alfa-Synuclein proteini ve fonksiyonlarına dönebiliriz.

Epizodik bellek*: Alzheimer hastalığında beynin ilk etkilendiği bellek kısmıdır.

SNCA-Geninde meydana gelen bir mutasyon bu proteinin olumlu etkisini olumsuza çeviriyor

SNCA geninde meydana gelen bir mutasyon Alfa-Synuclein proteini nin farklı sentezlenerek, farklı katlanmasına sebep olur. Yapılan birçok araştırmada Alfa-Synuclein’in yanlış katlanması ile parkinson ve alzheimer arasında bir ilişki olduğu daha önce yapılan bir çok araştırma ile zaten kanıtlanmıştı. Alfa-Synuclein’in yanlış katlanması başta toksik etki ve dopamin alımının engellenmesi gibi önemli metabolik rahatsızlıklara sebep olmasının yanı sıra küçük parçacıklar halinde (Lewy body) beyindeki sinir hücrelerinin üzerinde (hatta içerisinde de) birikerek Alzheimer’e sebep olmaktadır. (3)

Özetle söylemek gerekirse; Alfa-Synuclein yanlış katlanması birçok zincirleme reaksiyonun başlamasına ve akabinde parkinson ve alzheimer gibi nörodejeneratif hastalıkların ortaya çıkmasına sebep oluyor. Camgöz köpek 16143208_10154773913627211_2338166834979660495_nbalığının ürettiği Skualamin ise Alfa-Synuclein’in yanlış katlanmasından kaynaklanan bütün bu olumsuzlukların önüne geçiyor

Eğer Skualamin klinik deneylerde de başarılı sonuçlar verirse parkinson ve alzheimer tedavisinde Skualamin ilaç olarak kullanılabilecek.

***

Skualamin, 1990 yılından beri bilinen bir madde ve laboratuvarlarda sentetik olarak üretiliyor ve uzun zamandan beri eczanelerde satılıyor. Antibiyotik etkisi nedeni ile tıpta virüslerin etkisini kırmak amacıyla kullanıyor. Ayrıca Skualamin tıbbi araştırmalar için oldukça enteresan bir madde. Makalenin yazarlarından Vendruscolo yaptığı açıklamada, Skualamin kanser başta olmak üzere birçok hastalığın araştırmasında kullanılabileceğini belirtti.

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++


Alzheimer ve Parkinson ilgili hazırlanmış diğer yazılar


Kaynaklar

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.