Körlük tedavisinde yeni bilimsel gelişmeler

Körlük, her iki gözün görme yetisini tamamen ya da büyük oranda kaybettiği durumlarda konulan teşhistir. Körlük doğumla gelen bir engel olduğu gibi diyabet, glokom, enfeksiyonlar, retina hasarları, genetik yatkınlık, yaşa bağlı makula dejenerasyonu gibi birçok sebepten de kaynaklanabilir. Bazı körlük veya görme kayıpları ilaçla veya cerrahi müdahale ile tedavi edilebilir veya ilerlemesi kontrol altında tutulabilir iken, bazılarının maalesef şimdilik tedavisi mümkün değil ama bilim ve teknolojide baş döndürücü gelişmeler bu konuda çare bekleyen hastaların umutlarını güçlendiriyor.

Son yıllarda kök hücre ve CRISPR-Cas9 gibi bilimde adından sıkça bahsettiren teknikler ile tedavisi mümkün olmayan birçok hastalığa çare aranıyor. Aşağıda son yıllarda bu tekniklerle sürdürülen araştırmalardan bazı örnekler yer almaktadır.

Araştırmalara geçmeden önce konunun dışında olan okuyucuların konuyu daha iyi anlayabilmeleri için Kök hücre ve CRISPR-Cas9 teknolojisi konusunda biraz ön bilgi vermek gerekiyor.

Kök hücre nedir : Henüz bölünerek farklılaşmaya başlamamış yani özelleşmemiş ama özelleşmiş her hücreye dönüştürülme potansiyeline sahip hücrelerdir. Yani ciltten alınan bir kök hücreyi laboratuvar ortamından gözdeki retina hücresine veya pankreasda insülin hücrelerine ya da midede sindirim hücresine dönüştürmek mümkündür.

CRISPR-Cas9 nedir : CRISPR-Cas9, herhangi genin herhangi bir kısmının kesilip çıkarılması veya çıkarılan kısma başka bir parçanın konmasını sağlayan teknolojidir. Bu teknoloji ile genetik bir hastalığa sebep olan bir mutasyonun değiştirilip genin sağlıklı bir şekilde çalıştırılması mümkün olabilir.

Açıklama: Gerek kök hücre, gerekse CRISPR-Cas9 teknolojisi genetikte oldukça yeni sayılabilecek teknikler olmasına rağmen birçok genetik laboratuvarında, birçok hastalığın tedaviye dönük araştırmasında kullanılıyor hatta bazen direkt tedavide de rutin olarak uygulanabiliyor. Hemen belirtmekte fayda var; bu iki teknik oldukça yeni ve uygulamalarda ara sıra aksamalar olabiliyor. İlerleyen zamanda bu tekniklerin kusursuz çalışması yönünde inançlar büyük.

Bu kısa açıklamadan sonra artık yapılan araştırmalara geçebiliriz.

1. Araştırma: Yaş tip makula dejenerasyonu tedavisi için göz damlası geliştirildi

Hemen belirtelim geliştirilen bu damla geriye dönük bir iyileştirme sağlamıyor aksine mevcut cerrahi tedaviye iyi bir alternatif ve büyük bir kolaylık sağlıyor.

Yaşa bağlı makula dejenerasyonu yani sarı nokta hastalığı en sık rastlanan körlük nedenlerinden biridir. Yaş ve kuru olmak üzere iki tipe ayrılır.

Yaş tip makula dejenerasyonu : Gözün arka tarafında ışığa duyarlı retina tabakasının altındaki kan damarlarının anormal çoğalması ve gelişmesiyle meydana gelir. VEGF proteinin aşırı salgılanması ile oluşan bu istenmeyen damarlar retina tabakasının altında ödem ve kanamalara neden olur. Yeni damarların oluşumunu durdurmak için ya VEGF proteinini bloke etmek ya da aktivitesini durduracak Anti-VEGF ilaçlara gerek var. Bu konuda piyasada çeşitli Anti-VEGF ilaçlar bulunmaktadır ve bu ilaçlar göze iğne batırılarak yani enjeksiyon yoluyla hastaya veriliyor. Bu operasyonel yöntem her ne kadar ağrısız-sızısız olsa da hastanın enjeksiyon sonrası enfeksiyon kapması, retina dekolmanı ve katarakt oluşumu gibi yan etkileri olabilmektedir. Anti-VEGF ilaçların en büyük dezavantajı ise göz içine belirli aralıklara düzenli olarak enjeksiyon yapılmak zorunda kalınması. Bu durum hem hasta hem de doktor için sıkıntılı ve stresli bir durum.

Anti-VEGF damla: Birmingham Üniversitesi tarafından enjeksiyonun yerini alacak bir damla geliştirildi. Geliştirilen bu damla birkaç dakika içerisinde hücre zarından geçerek hücreye nüfuz etme özelliğine sahip bir peptitten (CPP:cell-penetrating peptide) oluşuyor.  İlaç göze damlatıldıktan hemen sonra dakikalar içerisinde retina üzerindeki sarı noktaya yani keskin görüşten sorumlu bölgeye ulaşıyor.

Geliştirilen bu göz damlasının hastanın bizzat kendisi tarafından uygulanabilecek olması yaş tip makula dejenerasyonu tedavisinde büyük kolaylık sağlayacak. (1)

Başka bir damla daha var: Trinity College/Dublin tarafından geliştirilen ve 2 Nisan 2014 tarihinde Science Translational Medicine dergisinde yayınlanan bir başka makalede Anti-VEGF ilaçlara alternatif ve yan etkisi hiç olmayan bir damlanın geliştirildiği belirtiliyor. (2)

2. Araştırma: Körlükle mücadele önemli bir protein keşfedildi

Retina distrofileri, görme işlevinin kronik ve ilerleyici bozukluklarından biridir. (Not: Distrofi: tıpta doku anomalileri olarak nitelendirilir). Çeşitli sebeplerden kaynaklanabileceği gibi genetik sebeplerden de kaynaklanabilir. Genetik kaynaklı retina distrofilerinin toplumda görülme sıklığı 4000 de 1 gibi oldukça seyrek sayılabilecek bir oranda bulunmaktadır. Sebebin yaklaşık 180 gende meydana gelen mutasyondan kaynaklandığı düşünülüyor. Genetik kaynaklı retina distrofilerinin mekanizmasının nasıl işlediği, hastalığın ortaya çıkmasında hangi proteinlerin rol oynadığı, bu proteinler ile görme sinirleri arasında nasıl bir olumsuz etkileşim olduğu uzun yıllar bilinmiyordu artık bu bilinmezlik ortadan kalktı.

Florida campus of The Scripps Research Institute (TSRI) tarafından yapılan ve 22 mart 2017 tarihinde Neuron dergisinde yayınlanan bir araştırmada retina distrofisine sebep olan α2δ4 adında bir proteinin kilit rol oynadığı ve bu protein eksikliğinin retina distrofisine sebep olduğu bulundu.

α2δ4 önemi nedir : α2δ4 proteininin neden önemli olduğu konusunu geçmeden önce konunun daha iyi anlaşılması için retinanın yapısı ve üzerinde bulunan sinir hücreleri / fotoreseptörler hakkında çok kısa bilgi vermek uygun olacak.

Retina ya da ağ tabaka, gözün iç kısmını çevreleyen ince, yarı saydam bir tabakadır. Retinanın arka kısmında ise keskin görmeyi sağlayan ışığa ve renklere duyarlı çeşitli fotoreseptörlerin yoğun olarak bulunduğu sarı nokta yer alır. Sarı noktaya gelen ışık, renk veya herhangi bir görüntü bir takım biyokimyasal reaksiyonlardan geçtikten sonra elektrik sinyallerine dönüştürülerek beyne ulaşır. Bu bilgi iletimini gözün içinden beyne doğru fotoreseptör hücreleri sağlar ve hücreler sırasıyla ganglion, bipolar, koni ve çubuk hücreleridir.

α2δ4 proteininin fonksiyonu : Ganglion hücreleri ile bipolar hücrelerinin bağlantı noktalarında yani sinapslarda ELFN1 adında bir protein görev yapar ve protein bipolar hücrelerindeki kalsiyum kanallarını açarak glutamat denen bir amino asit esterinin salınımına sebep olur. Glutamat ise ganglion ve bipolar hücrelerini birbirine yapıştırarak gelen sinyallerin koni ve çubuk hücreler aracılığıyla beyne ulaşmasını sağlar ve görme işlemi tamamlanır. Retina distrofi körlüğü denen şey işte bu yapışmanın gerçekleşmemesi durumunda ortaya çıkan bir hastalıktır.

Uzun yıllar ELFN1 proteinin ganglion hücreleri ve bipolar hücrelerinin birbirine yapışmasında rol oynadığı bilinmesine rağmen retina distrofi körlüğünde bu proteinin niye bu görevi yerine getiremediği, niye yapışmanın sağlanamadığı bilinmiyordu.

 α2δ4 yapışmayı sağlıyor : Florida Campus of The Scripps Research Institute (TSRI) tarafından yapılan araştırmada, α2δ4 adındaki proteinin  ELFN1 proteinini aktive ederek kalsiyum kanallarınının açılmasına olanak sağladığı ve buna bağlı olarak glutamat geçişine izin verdiği bulundu.

Deneyin nasıl yapıldığı hakkında kısa bilgi : Sıkıcı ayrıntılara girmeden deneyin nasıl yapıldığına da çok yüzeysel olarak değinelim: Farelerde α2δ4 proteinini sentezleyen genin devre dışı bırakılmasıyla birlikte ve farelerde retina distrofi körlüğünün başladığı, genin tekrar aktif hale getirilmesi ile kalsiyum kanallarının tekrar açılarak farelerin tekrar gördüğü tespit edildi.

Yeni çalışmalar yolda : Gerek yaşa bağlı gerekse genetik olarak ortaya çıkan retina distrofi körlüğünde fotoreseptörler ölüyor. Normalde ölen fotoreseptörlerin yerine yenisi gelmiyor ve şu an uygulanan tedavi yöntemleri ise var olan ölmemiş reseptörlerin korunmasına yönelikti. Her ne kadar kök hücre teknolojisi yeni olsada bu konuda yapılan araştırmalar umutları güçlendiriyor. Ölen fotoreseptörlerin yerine kök hücre transferi ile yenisini koymak ve yeni fotoreseptörlerin α2δ4 proteini ile koruyarak kalıcı ve sağlıklı bir göze sahip olmak yakın bir gelecekte mümkün görünüyor. (3)

3. Araştırma: CRISPR-Cas9 tekniği ile yaşa bağlı makula dejenerasyonu tedavisi

Yaşa bağlı makula dejenerasyonu sebeplerinden biri de genetik kaynaklıdır ve rahatsızlığa VEGFR2 geninde meydana gelen bir mutasyon sebep olmaktadır. Yukarıda da bahsedildiği gibi bu mutasyon gereğinden fazla VEGF proteini üretilmesine aracılık ederek retina tabakasının altındaki damarların anormal çoğalmasına sebep oluyor.

Başarılı bir çalışma : CRISPR-Cas9 teknoloji ile VEGFR2 genindeki mutasyonlu kısmı alınarak yerine başarılı bir şekilde genin mutasyonsuz yani sağlıklı formu injekte edildi. Transfer sonrası retina tabakasının altında kan damarlarının anormal çoğalması durdurularak makula dejenerasyonun önüne geçildi. (4)

İlave bilgi : CRISPR-Cas9 teknoloji de kök hücre teknoloji gibi yeni bir tedavi yöntemi olup kalıtsal hastalıkların tedavisinde büyük umut vaad ediyor. CRISPR-Cas9 tekniğinin prensibi, genomun istenilen bir kısmına ekleme-çıkarma ya da değişiklik yapmaya dayanıyor. Buna göre hastalığa sebep olan genin mutasyonlu kısmı CRISPR-Cas9 teknoloji ile kesilerek yerine sağlıklı parçanın eklenmesi ve hastalığa sebep olan mutasyonun ortadan kaldırılması mümkün.

4. Araştırma : Makula dejenerasyonuna yol açan iki mutasyon

Oldukça erken sayılabilecek bir yaşta başlayan ve x-linked retinoschisis (XLRS) olarak da isimlendirilen ve makula dejenerasyonuna sebep olan bu körlük tipi toplumda yaklaşık her 5,000 erkekte bir görülüyor. Hastalığın şimdilik geriye dönük tedavisi yok ama Manchester Üniversitesinin yapmış olduğu araştırmada ortaya çıkarılan iki mutasyon gelecekte x-linked retinoschisis hastalarına yeni tedavi imkanlarının yolunu açacak gibi görünüyor.

Tehlike iki mutasyon : Yapılan bu araştırmada RS1 geninde bulunan iki mutasyonun hatalı XLRS1 proteini kodlayarak retinada yavaş yavaş ilerleyen kademeli tahribata yani X-linked retinoschisis sebep olduğu bulundu.

Süreç nasıl işliyor : Sağlıklı bireylerde XLRS1 proteini retinanın hücresel organizasyonunda çok önemli bir rol oynamaktadır. Bu protein, birbirinin aynı sekiz proteinden oluşan sekizgen bir yapı oluşturarak (Homo-oligomerik-protein) retinada fotoreseptör ve bipolar hücrelerinin oluşmasına öncülük ediyor.

RS1 geninde meydana gelen bu iki mutasyon XLRS1 Proteinin sekizgen yapısını değiştirerek retina hücrelerinde tahribatına sebep oluyor ve bu tahribat oldukça erken sayılabilecek yaşlarda hastanın görme yetisini kaybetmesine sebep oluyor. Başka bir ifade ile sağlıklı gen retinayı korurken, mutasyonlu gen retinayı tahrip ederek körlüğe sebep oluyor.

Bu iki mutasyonun keşfinden sonra kök hücre ve CRISPR-Cas9 teknolojisi kullanılarak tahrip olan retina tabakası ve ölen sinir hücrelerinin tedavisinde yeni ufuklar açılacak. (6)

5. Araştırma : CRISPR-Cas9 tekniği ile Gece körlüğü tedavisi

Halk arasında gece körlüğü veya tavuk karası olarak da bilinen Retinitis pigmentosa, fotoreseptör hücrelerinin tahribatı ile başlayan ve ilerleyen safhada ciddi görme kaybıyla sonuçlanan genetik bir hastalıktır.

Hastalık, 3459 nükleotit uzunluğundaki RPGR genin 3070. pozisyonunda meydana gelen mutasyonun protein sentezini durdurmasından kaynaklanıyor. Bu pozisyonda Guanin (G) yerine gelen Timin (T), protein sentezine „DUR“ komutu veren kodu oluşturuyor. Yani gen sentezlemesi gereken 1152 amino asit uzunluğundaki protein yerine 1024 amino asit uzunluğunda kısa bir protein sentezliyor. Başka bir ifade ile gendeki mutasyon eksik protein sentezlenmesine, bu eksik protein de gece körlüğüne sebep oluyor.

Gece körlüğünde tedavi : Columbia University Medical Center (CUMC) ile Lowa Üniversitesi‘nin ortaklaşa yaptığı çalışmada RPGR gene’nin hatalı protein sentezleyen kısmı CRISPR-Cas9 teknoloji kullanılarak düzeltildi ve gece körlüğü tedavi edildi.

Gece körlüğü tedavisinde kullanılan CRISPR-Cas9 tekniği kısaca şu aşamalardan geçerek hastaya uygulandı.

  1. Hastanın cildinden küçük bir doku alındı ve laboratuvarda özel kimyasallar içerisinde çoğaltıldı.
  2. Alınan dokular daha sonra özelleşmiş fotoreseptör kök hücrelerine dönüştürüldü.
  3. Elde edilen kök hücrelerin RPGR genindeki mutasyonlu kısım CRISPR-Cas9 tekniği ile düzeltilerek RPGR geni sağlıklı forma getirildi.
  4. Düzenlenmiş kök hücreler göze transfer edilerek gözün tekrar görmesi sağlandı. (5)

6. Araştırma : Gen terapisi ile renk körlüğü tedavi edildi

Renk körlüğü, gözün retina tabakasında yer alan koni hücrelerinin genellikle genetik sebeplerden dolayı renkleri algılayamaması sonucu ortaya çıkan ve tedavisi şimdilik mümkün olmayan bir hastalıktır.

İyon kanallarındaki arıza : Hastalığa çoğunlukla CNGA3 veya CNGB3 genlerindeki mutasyonlar yol açıyor ve bu mutasyonlar koni hücrelerinde bulunan iyon kanallarında bir takım hasarlara yol açarak hücrlerin renkleri algılayamamasına sebep oluyor.

Tübingen Üniversitesi ve Ludwig-Maximilians-Münih Üniversitesi‘nin ortaklaşa yaptığı araştırmada renk körü farelerin iyon kanalları genetiği değiştirilmiş virüslerin yardımı ile tekrar fonksiyonel hale getirilerek farelerin renkli görmesi sağlandı.

Farelerde başarılı olan bu metodun insanlarda başarılı olup olmayacağını söylemek erken olsa da bu çalışma renk körü hastalar için bir umut olabilir. (7)


Benzer konuda hazırlanmış diğer yazılar


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. Topical Delivery of Anti-VEGF Drugs to the Ocular Posterior Segment Using Cell-Penetrating Peptides
  2. Interleukin-18 and IL-18 binding protein
  3. The Auxiliary Calcium Channel Subunit α2δ4 Is Required for Axonal Elaboration, Synaptic Transmission, and Wiring of Rod Photoreceptors
  4. Genome editing abrogates angiogenesis in vivo
  5. Precision Medicine: Genetic Repair of Retinitis Pigmentosa in Patient-Derived Stem Cell
  6. Structural analysis of X-linked retinoschisis mutations reveals distinct classes which differentially effect retinoschisin function
  7. Restoration of Cone Vision in the CNGA3−/− Mouse Model of Congenital Complete Lack of Cone Photoreceptor Function

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

B6 ve B12 vitaminleri akciğer kanseri riskini yükseltiyor

Vitaminlerin vücudumuzdaki önemi büyüktür. Gerek hastalıklardan korunmak gerekse sağlıklı kalabilmek için vücudumuzun vitaminlere ihtiyacı vardır. Bu nedenle vitaminler için katalizör görevi gören organik maddelerdir denebilir.

Vitaminler sindirim fonksiyonlarından bağışıklık sistemini güçlendirmeye kadar çok geniş alanda görev alırlar. Her vitaminin değişik bir ismi olmasına rağmen basitçe telaffuz edilebilmesi için genellikle harfler ile isimlendirilmişlerdir. 13 değişik vitamin vardır ve yağda ve suda çözünen vitaminler olmak üzere iki gruba ayrılırlar.

Yağda çözünen vitaminler

  1. Vitamin A (retinol)
  2. D vitamini (kalsitriol)
  3. E Vitamini (tokoferol)
  4. Vitamin K (K1, K2, K3, K4 “pıhtılaşma vitaminleri”)

Suda çözünen vitaminlerin vücutta depolanması düşük olduğu için fazlası vücut sıvıları ile dışarı atılır.

Suda çözünen vitaminler

  1. Vitamin C (askorbik asit)
  2. Vitamin B1 (tiamin)
  3. Vitamin B2 (riboflavin)
  4. Vitamin B3 (nikotinik asit, niasin)
  5. Vitamin B5 (pantotenik asit)
  6. Vitamin B6 (piridoksin)
  7. Vitamin B7 (biyotin, vitamin H)
  8. Vitamin B9 (folik asit)
  9. Vitamin B12 (kobalamin)

Yağda çözünen vitaminlerin fazlası yağ dokularında depolanır. Bu yüzden yağda çözünen vitaminlerin fazlası bazen zararlı olabilmektedir.

Vücudun ihtiyacı olan bu vitaminleri dengeli beslenerek, doğal yollardan hem de yeterli miktarda almak mümkün. Aşırı vitamin tüketilmesi durumunda ise metabolik bozuklukların ortaya çıkması kaçınılmaz olur.

Aşırı vitamin tüketiminin zararlarına birkaç örnek

Yapılan birçok araştırma ihtiyaçtan fazla alınan vitaminlerin vücuda faydadan çok zarar verdiğini gösteriyor.

  • Aşırı D vitamini tüketiminin zararları : Kemik vitamini olarak bilinen ve kemikleri korumaya yönelik alınan D vitaminin yüksek dozda alınması gıda alerjisini tetikliyor. (1) Ayrıca yüksek D vitamini tüketimi yaşlı insanlarda düşme riskini artırarak kemik kırılmalarına sebep olabiliyor. (2)
  • Aşırı E vitamini tüketiminin zararları : Yüksek dozda alınan E Vitamininin kemiklere zarar veriyor. (3)
  • Aşırı C vitamini tüketiminin zararları : Yüksek dozda alınan C Vitaminin böbreklerde taş oluşumuna  sebep olabiliyor. (4)

***

B6 ve B12 vitamini tüketimi ile akciğer kanseri arasında bir ilişki keşfedildi

B6 ve B12 vitaminlerinin sinir sistemini güçlendirerek kişiye zihinsel zindelik verdiği ve bu yüzden de bu iki vitaminin zararsız olduğu sanılıyordu. Gerçekten de yapılan araştırmalar B12 vitamini eksikliğinin konsantrasyonu zayıflattığı, hatta yaşlılık döneminde demans riskini artırdığını gösteriyor. Bu yüzden birçok yaşlı insana koruma amacıyla B6 ve B12 bakımından zengin gıdalarla beslenmeleri ve yüksek dozda B6 ve B12 vitamin tabletleri almaları tavsiye ediliyor. (5)

B6 ve B12 vitaminleri sanıldığı kadar zararsız  değil

Ohio State Üniversitesinden Theodore Brasky ve ekibinin 50 ila 76 yaşları arasında 77.000 katılımcı ile yapmış olduğu bir araştırma bu iki vitaminin bilinmeyen bir yan etkisinin varlığını ortaya çıkardı. Araştırmada katılımcılara son on yılda B6 ve B12 vitamini alıp almadıkları ve eğer alıyorlarsa hangi dozda aldıkları soruldu ve alınan dozaj ile akciğer kanseri vakalarının sayısı inceledi.

Erkekler iki ile dört kat daha yüksek risk taşıyor 

Araştırmada uzun süre yüksek dozda B6 veya B12 vitamini almış erkeklerde almayanlara göre iki kat daha fazla akciğer kanseri vakasının olduğu tespit edildi.

Sigara, riski yükseltiyor 

Araştırmada katılımcılara yaş, yaşam biçimi, kalıtsal ve çevresel faktörler ile sigara alışkanlığı gibi kanserle direkt ilgisi olan diğer  faktörler de soruldu ve hem sigara içen hem de yüksek dozda B6 veya B12 vitamini tüketen katılımcıların 4 kat daha fazla akciğer kanserine yakalandığı tespit edildi.

(Not: Kadınlarda B6 veya B12 vitamini tüketimi ile akciğer kanseri arasından anlamlı bir ilişkinin varlığı tespit edilemedi.)

Vitamin haplarının dozları genellikle çok yüksek

Kullanılan bir vitamin, bir ilaç veya bir hormonun kanda veya kan plazmasında veya kan serumundaki miktarı o preparatın konsantrasyonunu oluşturur. Bir ilacın vücutta başarılı bir şekilde kullanılabilmesi ancak o ilacın kanda belirli bir seviyeye ulaşması ile mümkündür. Eğer bir ilâcın veya vitaminin kandaki seviyesi çok düşükse o preparat vücutta etkili olamaz. Eğer ilâcın veya vitaminin kandaki miktarı çok yüksekse yan etkileri olabilir. Hatta bazı durumlarda zehirlenmelere bile sebebiyet verebilir.

B6 ve B12 vitamininde durum nedir : Yetişkin erkeklerde önerilen günlük doz, B6 vitamini için için 1.5 mg, B12 vitamini için 3 mg civarındadır. Ancak piyasada satılan vitamin takviyeli gıda maddeleri ve vitamin tabletlerindeki B6 ve B12 miktarı tavsiye edilen günlük dozun çok çok üstünde olabiliyor. Hatta piyasada tablet başına 5 mg’a kadar varan B12,  250 mg a kadar varan B6 vitamin tabletleri bulmak mümkün.

Yapılan araştırmalar günlük B6 ve B12 ihtiyacımızı yüksek dozda tabletlere gerek kalmadan et, nohut ve tahıllardan rahatlıklar karşılanabileceğini gösteriyor. Uzmanlar yaşlılarda durumun biraz farklı olduğunu bu yüzden yaşlıların yüksek dozda B6 ve B12 vitamini alımının ancak doktor kontrolünde yapılması gerektiğini belirtiyorlar.

Araştırmalar devam ediyor

Yüksek dozda B6 ve B12 vitamini ile akciğer kanseri arasında nasıl bir biyolojik bağlantının olduğu henüz bilinmiyor. Ayrıca bu olumsuz etkinin neden kadınlarda görülmediği de açıklığa kavuşturulması gereken bir başka konu.

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

Long-Term, Supplemental, One-Carbon Metabolism–Related Vitamin B Use in Relation to Lung Cancer Risk in the Vitamins and Lifestyle (VITAL) Cohort

Diğer kaynaklar

  1. Maternal and newborn vitamin D status and its impact on food allergy development in the German LINA cohort study Link
  2. Monthly High-Dose Vitamin D Treatment for the Prevention of Functional Decline Link
  3. Vitamin E decreases bone mass by stimulating osteoclast fusion Link
  4. Ascorbic Acid Supplements and Kidney Stone Incidence Among Men: A Prospective Study Link
  5. Vitamin B12, cognition, and brain MRI measures: a cross-sectional examination Link

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Obezite Alzheimer riskini yükseltiyor

Obezite Nedir?

Obezite, vücutta yağ dokusunun aşırı artmasıyla ortaya çıkan komplike metabolik bir rahatsızlıktır. Fazla kalorili gıdalarla beslenmek, hareketsiz bir yaşam tarzı, genetik yatkınlık hastalığın temel sebepleri arasındadır. Dünya Sağlık Örgütünün belirlemiş olduğu sınıflamaya göre Vücut kitle indeksinin (VKİ) 25 kg/m2 ila 30 kg/m2 olduğu durumlarda kişiye obez teşhisi konmaktadır. (1)

Obezitenin kardiyovasküler hastalıklar, diyabet ve kansere sebep olduğu ve hatta genetik yapıyı bile değiştirdiği biliniyor. Son yapılan araştırmalar ışığında obezitenin beyin yapısına da zarar verdiği artık biliniyor. Örneğin, 2016 yılında yapılan ve Neurobiology of Aging dergisinde yayınlanan bir makalede, obezitenin beyinde beyaz madde* miktarını düşürdüğünü belirtiliyor (2) (3) (4).

Beyaz madde* : Merkezi sinir sisteminde nöron ve miyelinli aksonların oluşturduğu topluluklara verilen addır. Beyaz madde beyinin iç kısımlarda, omuriliğin ise dış kısımda yer alır.

Obezite ile Alzheimer arasından bir bağ olabilir

Uzun zamandır Alzheimer’in yaşlılıkla ilgili olduğu düşünülüyordu ama son yapılan araştırmalar obezite ile Alzheimer arasında da bir ilişki olabileceğinin işaretlerini veriyor. Bu araştırmalardan biri de Human Brain Mapping dergisinin 11 Nisan 2017 tarihli sayısında yayınlandı. Bu araştırma hakkında bilgi vermeden önce araştırmaya konu olan ve beyindeki çeşitli bölgeleri birbirine bağlayan Nöral Ağdan kısaca bahsetmek gerekiyor.

Nöral Ağ nedir : Nasıl ki kara yolları, demir yolları, hava yolları çeşitli şehirleri birbirine bağlıyorsa, beyinde de benzer bir sistem bulunmaktadır. Nöral Ağlar beynin çeşitli bölgeleri arasında enformasyon akışını sağlar. Eğer Nöral Ağ herhangi bir nedenle zarar görürse alzheimer, şizofreni, parkinson, multipler sklerose ve felç gibi önemli nörolojik hastalıklar ortaya çıkmaktadır. (5) (6) (7) (8)

Beyinin erken yaşlanmasına neden olan süreç nedir ?

Max Planck Enstitüsü‘nden Veronica Witte bu sorunun cevabını bulmak amacıyla farklı vücut kitle indeksine (VKİ) sahip ve yaşları 60-80 arası değişen 700 sağlıklı bireyin beyin fonksiyonlarını karşılaştırmalı olarak inceledi ve ilginç sonuçlar elde etti.

Bozulmuş Nöral Ağ / sinir ağları

Elde edilen sonuçlar vücut kitle indeksi arttıkça yani şişmanlık arttıkça beyinin belirli bölgelerinde yer alan nöral ağların azaldığını ve buna bağlı olarak da iletişimin zayıfladığını gösteriyor. Başka bir ifadeyle yüksek yağlanma beyinin daha hızlı bir yaşlanma sürecine girmesine sebep oluyor. İlginç olan başka bir konu da Manyetik Rezonans Görüntüleme (fMRI) çekimlerinde tespit edildi. Çekimlerde nöral ağlardaki bu iletişim kopukluğunun beynin pasif moda geçmesiyle (Default Mode Network) ortaya çıktığını gösteriyordu.

Default Mode Network nedir : Default Mode Network, insanın kendisiyle baş başa kaldığı yani beynin dışarı ile aktivitesini kestiği, kendi iç dünyasında düşüncelere daldığı, beynin adeta rölantide çalıştığı andır. Beyin bu modda sakladığı anıları, geçmiş tecrübeleri çağırarak çeşitli düşüncelere dalar ve çeşitli fikirler geliştirir. Default Mode Network aynı zamanda kişinin en yaratıcı düşünceleri ürettiği ve sorunları en üst düzeyde çözdüğü modun adıdır. Tuvalette, banyoda, yatakta uzanırken, jogging yaparken veya bisiklet sürerken akla gelen parlak düşünceler hep bu Default Mode Network’ta gerçekleşir.

Sonuç

Şişmanlar Alzheimer riski taşıyor olabilir !

Şimdiye kadar kısmen kabul gören ama kısmen de pek benimsenmeyen zayıf bir hipoteze göre şişmanlığın alzheimer karşı koruyucu bir etkisinin olduğu düşünülüyordu. Yapılan bazı istatiksel çalışmalar da bu görüşü destekler nitelikteydi. (9) Yapılan bu araştırma ile birlikte bu görüşün geçerliliği iyice tartışılır hale geldi.

Her ne kadar bu araştırma obezitenin de alzheimer için önemli bir risk faktörü olabileceğini göstersede deneklerin ileride kesin olarak alzheimer olup olmayacağı henüz şimdilik bilinmiyor. Ama şimdiye kadarki araştırmalardan elde edilen sonuçlar bize Default Mode Network modunda az sayıda Nöral Ağın aktif olmasının Alzheimer’in ön belirtisi olduğunu gösteriyor. Kesin bir kanıya varabilmek için katılımcıların ileriki yaşamlarındaki sağlık durumlarının tekrar incelenmesi gerekiyor.

Geriye dönüş mümkün mü? 

Obezite nedeni ile beyinde Nöral Ağların azalması, yani potansiyel alzheimer riskini yaşam stilini radikal bir şekilde değiştirilerek geriye döndürmek veya en azından durdurmak mümkün mü? Bu soruya evet veya hayır demek şimdilik mümkün değil. Konunun açıklığa kavuşabilmesi için yeni çalışmalara ihtiyaç var.


Konu ile ilgili hazırlanmış diğer makaleler


Kaynak

Higher body mass index is associated with reduced posterior default mode connectivity in older adults

Diğer kaynaklar

  1. Obesity and overweight
  2. Schwergewichtiger Risikofaktor für Krebs
  3. Epigenome-wide association study of body mass index, and the adverse outcomes of adiposity
  4. Obesity associated with increased brain age from midlife
  5. Modern network science of neurological disorder.
  6. A common brain network links development, aging, and vulnerability to disease.
  7. Increased Resting-State Gamma-Band Connectivity in First-Episode Schizophrenia Schizophr Bull. 
  8. Cortico-Cerebellar Structural Connectivity Is Related to Residual Motor Output in Chronic Stroke.
  9. BMI and risk of dementia in two million people over two decades: a retrospective cohort study

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Kromozomal hastalıklar (Trizomi 21, Trizomi 18 ve Trizomi 13)

Son Güncelleme:29.05.2025

Genler, canlıların temel kalıtım birimleri olup, işlevlerini doğru şekilde yerine getiremediklerinde birçok hastalığın ortaya çıkmasında önemli rol oynarlar. Genetik kodlarımızdaki küçük bir hata bile ömür boyu sürecek sağlık sorunlarına yol açabilir, hatta bu hatalar çocuklarımıza geçerek onların da aynı hastalıktan muzdarip olmasına neden olabilir.

Yaşam tarzımıza dikkat ederek bazı genetik hastalıkların (örneğin tip 2 diyabet veya bazı kanser türleri) ortaya çıkmasını önleyebiliriz. Bazı genetik hastalıkları ise ilaç tedavisiyle kontrol altında tutmak mümkündür.

Genetik hastalıklar kimi zaman yaşlılıkta, kimi zaman gençlikte, çocuklukta veya anne karnında, döllenmeden hemen sonra kendini gösterebilir. Genetik hastalıkların çoğu geç çocukluk dönemi ile yetişkinlik döneminde ortaya çıkar. Genel kabul gören görüşe göre, genetik rahatsızlıkların %75’inin belirtileri ileri yaşlarda görülür.

Aşağıdaki yazıda ele alınan ve doğumla birlikte ortaya çıkan genetik hastalıkların toplumda görülme sıklığı sadece %4’tür.

Bu yazıda, kromozomlar düzeyinde meydana gelen ve henüz tedavisi mümkün olmayan üç ağır genetik hastalık ele alınacaktır: Trizomi 21 (Down Sendromu), Trizomi 18 (Edwards Sendromu) ve Trizomi 13 (Patau Sendromu). Bu üç hastalık da kromozomal kökenli olup, yumurta döllendikten sonraki hücre bölünmeleri sırasında meydana gelen bir hatadan kaynaklanır. Hata ne kadar geç bölünmede gerçekleşirse, hastalığın semptomları da o kadar hafif olma eğilimindedir.

Ayrıca, hatanın hangi kromozomda olduğu, kromozomun tamamında mı yoksa bir parçasında mı olduğuna bağlı olarak semptomlarda farklılıklar görülür. Konuyu daha anlaşılır ve mümkün olduğunca basite indirgeyerek, biyolojik arka planını da açıklayarak anlatmaya çalışalım.

***

1. Bölüm

Genetik hastalıklar meydana geliş şekline göre üç ana grupta toplanır

  1. Kromozomal rahatsızlıklar : Kromozom sayısı veya yapısında meydana gelen değişikliklerden kaynaklananlardır. (Bu makalenin ana konusudur.)
  2. Monogenetik rahatsızlıklar :Tek bir gende meydana gelen değişikliklerden kaynaklananlardır. Bu değişiklikler, belirli bir enzim veya proteinin kaybına ya da hatalı sentezlenmesine neden olabilir.
  3. Poligenetik rahatsızlıklar :Birden fazla genden veya çevresel faktörlerin birçok genin faaliyetini etkilemesi sonucu ortaya çıkan hastalıklardır.

Kromozomal Rahatsızlıklar Nedir

Her insan hücresinin içinde bir çekirdek ve bu çekirdeğin içinde genetik materyal DNA bulunur. DNA, hücre çekirdeği içinde spiral merdiven şeklini andıran bir yapıya sahiptir; bu yapıya DNA çift sarmalı denir.

DNA çift sarmalı, 23’ü anneden, 23’ü babadan gelen toplam 46 adet kromozomun etrafında çok sıkı bir şekilde paketlenmiştir. Yani her hücrede 23 çift ya da 46 tek kromozom bulunur. Konuyu daha iyi anlamak için olayı makro düzeyde düşünerek şöyle örnekleyelim:

Vücudumuzdaki milyarlarca hücreden herhangi birini alıp içini açtığımızda, ortasındaki çekirdeği çıkarıp içine baktığımızda 2 adet 1. kromozom, 2 adet 2. kromozom, 2 adet 3. kromozom… ve bu şekilde 22 çift otozomal kromozom olduğunu görürüz.

Burada küçük bir parantez açıp önemli bir noktayı belirtmek gerekir: Bu 22 çift otozomal kromozoma ek olarak, bireyin erkek ya da kadın olmasını belirleyen iki adet de cinsiyet kromozomu bulunur. Bunlar X ve Y kromozomlarıdır. Kadınlardaki cinsiyet kromozom çifti XX, erkeklerdeki kromozom çifti ise XY‘dir.

  • Her kız çocuk anneden bir X, babadan bir X kromozomu alır.
  • Her erkek çocuk anneden bir X, babadan bir Y kromozomu alır.

Döllenmeden Önce ve Sonra Kromozom Sayısı

Her hücrede 46 adet kromozom bulunur dedik, ancak bu, yumurta döllendikten sonraki kromozom sayısıdır. Döllenme öncesine dönecek olursak, istisnai bir durumla karşılaşırız. Bu istisnai durum, annedeki yumurta hücresi ile babadaki sperm hücresindeki kromozom sayılarıyla ilgilidir. Bu hücrelerdeki kromozom sayısı 46 değil, 23 adettir.

Yumurta döllendiği andan itibaren o yumurta artık embriyodur ve kromozom sayısı 46 adet olur (23’ü anneden, 23’ü babadan). Embriyo döllendikten sonra belirli aralıklarla bölünerek kendini kopyalamaya başlar. Her kopyalamada hücre sayısı iki katına çıkar, yani bölünme 2, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256, … şeklinde ilerler. Her bölünmede aynı zamanda 46 adet kromozom da kopyalanarak yeni hücrenin içinde yerini alır. Bölünme ilerledikçe dokular ve organlar oluşmaya başlar ve 9. ay sonra milyarlarca hücreden oluşan embriyo gelişimini tamamlayarak doğum gerçekleşir.

Bölünmede Hata Olursa

Yukarıda her bölünmede 46 kromozomun da kopyalandığını belirttik, ancak bu kopyalanma her zaman kusursuz olmayabilir. Bazen bu bölünmeler sırasında kopyalama işleminde hatalar oluşabilir. Yapılan araştırmalar, 35 yaş üzeri hamileliklerde hata riskinin daha fazla olduğunu göstermektedir.

Bu hatalar nelerdir? Kopyalamada irili ufaklı hatalar olabilir. Bu hataları iki farklı kategoride değerlendirmek gerekir: Birincisi gen düzeyinde olan hatalar, ikincisi ise kromozom düzeyinde olan hatalar. Hemen belirtelim, kromozom düzeyindeki hataların tahribatı çok daha ağır olur.

  • Gen düzeyindeki hatalar: Bazen tek bir gende, tek bir nükleotidin değişmesiyle oluşan hatalar olabileceği gibi, bazen birden fazla nükleotidin değişmesi şeklinde de olabilir. Bu tür hatalar bazen birden fazla gende de görülebilir. Gen düzeyindeki hatalar sadece nükleotit değişmesi ile sınırlı kalmaz, kimi zaman bir veya birden fazla nükleotitin tamamen ortadan kalkması şeklinde de ortaya çıkabilir (delesyonlar).
  • Kromozom düzeyindeki hatalar (kromozom sapmaları): Bu hatalar kimi zaman kromozom sayısıyla, kimi zaman ise kromozomun yapısıyla ilgili hatalar olabilir.
    • Sayısal hatalar: Bölünme sırasında kopyalanan kromozomun 1 adet eksik ya da 1 adet fazla olması şeklinde olabilir. Bu durumda kromozom sayısı 46 yerine 45 ya da 47 olur.
    • Yapısal hatalar: Bölünme sırasında kopyalanan kromozomun bir parçasının kopması (delesyon), bir parçasının fazla olması (duplikasyon), bir parçasının yönünün ters yönde olması (inversiyon) veya bir parçasının başka bir kromozoma yapışması (translokasyon) şeklinde olabilir.

Her ne durumda olursa olsun, hata meydana geldiği andan itibaren artık yeni hücreler hep hatalı kromozomlar taşıyacaktır. Bu yüzden hata ne kadar geç bölünmede gerçekleşirse, hatalı kromozomu taşıyan hücre sayısı o kadar az olacaktır. Dolayısıyla hastalığın semptomları da o kadar hafif olacaktır.

Kromozom sayısı veya yapısından kaynaklanan bütün bu rahatsızlıklara genel olarak kromozomal hastalıklar adı verilir.

2. Bölüm: Sık Görülen Üç Kromozomal Hastalık

Bu bölümde sık rastlanan ve tedavisi bugün için mümkün olmayan üç hastalıktan bahsedilmektedir. Her üç hastalığın ortaya çıkmasında da annenin hamilelik yaşının önemli rol oynadığını belirtmeden geçmeyelim.

  • Down Sendromu (Trizomi 21)
  • Edwards Sendromu (Trizomi 18)
  • Patau Sendromu (Trizomi 13)

1. Down Sendromu (Trizomi 21)

Down Sendromu (Trizomi 21), en sık görülen kromozomal anomali formlarından biridir ve her ırk ve toplumda aşağı yukarı eşit oranda görülür. Görülme sıklığı 1:500 ile 1:800 arasındadır.

Sebepleri: Hücre bölünmesi sırasında meydana gelen bir hata, 21. kromozomun iki kopya yerine üç kopyasının yapılmasına sebep olur. Sağlıklı insanlarda 46 tek kromozom bulunurken, Down Sendromlu (Trizomi 21) hastalarda bölünmede meydana gelen bu hata nedeniyle 21. kromozom 3 adet bulunur.

Alt Grupları:

  • Serbest Trizomi 21 (Freie Trisomie 21): Hücre bölünmesi sırasında meydana gelen bir hatadan (non-disjunction) dolayı, 21. kromozom vücut hücrelerinde iki yerine 3 adet bulunur. Trizomi 21 hastalarının %95’inde tüm vücut hücreleri 3 adet 21. kromozom bulundurur. Her 100 Trizomi 21 sendromlunun %70’i bu formdadır.
    • Karyotip: 47,XX+21 veya 47,XY+21
  • Translokasyon Trizomi 21: Bu da hücre bölünmesi sırasında meydana gelen bir hatadan kaynaklanır. Trizomi 21 hastalarının %3 ila %4’ü bu forma sahiptir. Bu formda da 21. kromozom vücut hücrelerinde üç adet bulunur, ancak bu, başka bir kromozoma yapışık durumdadır. Yapışık olduğu kromozomlar genellikle 13, 14, 15 ya da 22. kromozomlardır. Nadir olarak 23. (cinsiyet) kromozoma yapışık durumda olanlar da vardır.
    • Karyotip: Hangi kromozoma yapışık olduğuna göre değişir. Örneğin: 46,XX,t(21;14) ve 46,XY,t(21;14).
  • Mozaik Trizomi 21: Bu tipte, 21. kromozom bazı vücut hücrelerinde üç adet bulunurken, bazılarında 2 adet bulunur. Bilim insanları Down Sendromluların yaklaşık %30’unun bu formda olduğunu tahmin etmektedirler.
    • Karyotip: 46,XX / 47,XX,+21 veya 46,XY / 47,XY,+21
  • Kısmi Trizomi 21: Bu tip çok nadir görülen bir form olup, tüm dünyada sadece birkaç yüz kişide bulunmaktadır. Bu formda 21. kromozom tüm vücut hücrelerinde iki adet bulunur. Yani 21. kromozom hücrelerde sayı olarak normaldir, ancak 21. kromozomun küçük bir kısmının yine 21. kromozom üzerinde çift olarak bulunması söz konusudur. Bu formun şiddeti de bu kısmın ne derece etkili olduğuna bağlı olarak değişir.
    • Karyotip: 46,XXder(21)(q23.2;q22.11) veya 46,XYder(21)(q23.2;q22.11)

Semptomlar: Down Sendromunun (Trizomi 21) semptomları kişiden kişiye çok farklılık göstermekle birlikte, vücut gelişimi ve zihinsel yetenek hemen hepsinde dikkat çeken özellikler arasındadır. Bazı özellikler hemen doğumla birlikte fark edilirken, bazı özellikler ileriki dönemlerde ortaya çıkabilmektedir.

Belirgin bazı özellikler şöyledir:

  • Gerek çocukluk, gerekse gençlik dönemi boyunca küçük bir vücut yapısı
  • Onikiparmak bağırsağında darlık (duodenal atrezi)
  • Bebeklerde kas zayıflığı (hipotoni)
  • Doğumsal kalp hastalığı (%40 ile %60 arasında kalp kusurları)
  • Gastrointestinal sistemde değişiklikler (pankreasta oluşum bozukluğu, çok genişlemiş kalın bağırsak ve rektum deformasyonu)
  • Gözlerde miyopluk ve astigmatizma (%75)
  • Şaşılık (%50)
  • Gözyaşı kanallarında tıkanıklık (%20)
  • Doğumsal katarakt (%3)

Down Sendromu Teşhisi

Günümüzde tıp, Down Sendromu (Trizomi 21) teşhisini bebeğiniz doğmadan önce koyabiliyor. Bu teşhis için çeşitli yöntemler kullanılıyor. Bunlardan biri, ultrasonla bebeğin ense kalınlığını ölçmek. Kalın bir ense, Trizomi 21’in yanı sıra, Trizomi 13 (Patau Sendromu) veya Trizomi 18 (Edwards Sendromu) gibi farklı trizomilerin de belirtisi olabilir.

2012’den beri uygulanan fetal DNA testi (NIPT) de Down Sendromu hakkında ön bilgi veriyor. Bu test, kesin bir teşhis koymasa da, şüpheli durumlarda ek testlerle teyit edilmesi gerektiğini belirtiyor.

Kesin Teşhis Yöntemleri

Ultrason veya NIPT testi sonucunda şüpheli bir durum varsa, kesin teşhis için kromozom analizi yapılıyor. Kromozom analizi farklı yöntemlerle gerçekleştirilebilir:

  • Koryonik Villus Örneklemesi (CVS): Plasentadan küçük bir parça alınarak yapılır.
  • Kordosentez: Bebeğin göbek bağından kan alınarak yapılır.
  • Amniyosentez: Bebeğin içinde yüzdüğü amniyotik sıvıdan bir miktar alınarak yapılır.

Down Sendromu Terapisi

Down Sendromunu tamamen iyileştirmek, mevcut teknolojiyle mümkün değil. Ancak, Down Sendromlu bireylerin hayatlarını kolaylaştırmak, sosyal hayata katılmalarını sağlamak ve kendi kendilerine yetebilmeleri için eğitimler verilebilir. Bu eğitime ne kadar erken başlanırsa, başarı şansı o kadar yüksek olur.

Önemli terapötik önlemler arasında, konuşma, okuma ve yazma becerilerinin geliştirilmesi yer alıyor. Bu eğitimin özel eğitimli profesyonellerce verilmesi çok daha verimli sonuçlar sağlar.

Fiziksel ve Zihinsel Gelişim Desteği

Fiziksel ve zihinsel yeteneklerin geliştirilmesi ve sürdürülmesi için fizyoterapi ve ergoterapi önemli. Ayrıca, kendilerine uygun sporlar yaparak kaslarını güçlendirmeleri de gerekiyor.

Ailelerin sosyal yardımlaşma grupları ve kendi kendine yardım gruplarıyla bir araya gelerek tecrübe paylaşmaları da hem Down Sendromlu çocuğa hem de ailesine yalnız olmadıkları hissini vererek olumlu sonuçlar sağlıyor.

Ek Sağlık Sorunları ve Tedavi

Down Sendromlu bireylerde hipotiroidi veya tekrarlayan solunum yolu enfeksiyonları gibi ek rahatsızlıklar görülebilir. Doktor uygun görürse, bu durumlara yönelik ilaçlı tedavi uygulanabilir.

2. Edwards Sendromu (Trizomi 18)

Edwards Sendromu (Trizomi 18), ağır kromozom bozukluklarından biridir. Toplumda görülme sıklığı çeşitli kaynaklara göre 1:3000 ile 1:8000 arasındadır.

Sebepleri: Tıpkı Down Sendromunda (Trizomi 21) olduğu gibi, annenin hamilelik yaşı önem arz etmektedir. Yapılan araştırmalar, 18 yaşında hamile kalmış bir kadının hamileliğinin 12. haftasından itibaren yaklaşık 1:2500 risk taşırken, 40 yaşında hamile kalmış bir kadının hamileliğinin 12. haftasından itibaren yaklaşık 1:180 Trizomi 18 riski taşıdığını göstermektedir. Yine yapılan araştırmalar, Trizomi 18 olan bir embriyonun %80’inin hamileliğin 12. haftasında öldüğünü göstermektedir. Ayrıca, Trizomi 18’in kız çocuklarda daha fazla görüldüğü de araştırmalarla ortaya konmuştur (Trizomi 18’li 100 çocuktan 75’i kız, 25’i erkektir). Trizomi 18’de de tıpkı Trizomi 21’de olduğu gibi, vücut hücrelerinde iki yerine üç adet 18. kromozom bulunmaktadır.

Alt Grupları:

  • Serbest Trizomi 18 (Freie Trisomie 18): Edwards Sendromluların vücut hücrelerinde 18. kromozom üç adet bulunur. Serbest Trizomi 18 formunda, kromozom vücut hücrelerine ilaveten sperm ve yumurta hücrelerinde (gametlerde) de bulunur. Tüm Edwards Sendromluların %95’i bu formdadır.
    • Karyotip: 47,XX,+18 veya 47,XY,+18.
  • Mozaik Trizomi 18: 18. kromozom bazı vücut hücrelerinde iki adet, bazılarında üç adet bulunur. Yumurta döllendikten sonraki bölünmelerde hata ne kadar geç başlarsa, hastalığın şiddeti de o kadar az görülür. Bu form, Edwards Sendromluların %3’ünü oluşturur.
    • Karyotip: 46,XX/47,XX,+18 veya 46,XY/47,XY,+18.
  • Kısmi Trizomi 18: Bu formda 18. kromozom tüm vücut hücrelerinde iki adet bulunur. Yani hücrelerdeki 18. kromozom sayısı normaldir, ancak bazen 18. kromozomun küçük bir parçası yine 18. kromozom üzerinde çift olarak bulunur. Bu formun şiddeti, bu ilave parçanın ne derece etkili olduğuna bağlı olarak değişir.
  • Translokasyon Trizomi 18: Kromozomun bir parçasının başka bir kromozomda yer almasıyla ortaya çıkan çok nadir bir formdur. Bu form Edwards Sendromluların %1’ini oluşturur. Kromozom seti, parçalı kromozomun hangi kromozoma bağlandığına göre değişir. Örneğin, 22. kromozoma bağlı olması halinde 46,XX,t(18;22) veya 46,XY,t(18;22) şeklinde isimlendirilir.

Semptomlar: Gelişim bozukluğu ana rahminde başlar. Eğer çocuklar ana rahminde ölmeyip de doğarlarsa, çok düşük kiloda doğarlar. Trizomi 18 ile doğan çocuklarda gelişim bozuklukları ve iç organlarda karakteristik deformasyonlar bulunur. Yapılan araştırmalar, çocukların %80’inin kalp kusurları ile doğduğunu göstermektedir.

Belirgin bazı özellikler şöyledir:

  • Genel olarak baş çok küçük (mikrosefali)
  • Nispeten küçük ağız-çene açıklığı (mikrostomi)
  • Gözlerde anomaliler
  • Göz kapağı sütunları kısadır
  • Alın ve yüzde ağır deformasyonlar (holoprozensefali)
  • Ayak başparmağının diğerlerinden ayrık durması (“sandalen furche”)
  • El parmaklarının birbiri üzerine gelmesi
  • Kulaklarda deformasyon (displastik kulaklar)
  • Çocukların %15’inde yarık dudak ve damak
  • Deforme olmuş iskelet yapısı
  • Kas zayıflığı (hipotoni)
  • Eksik kaburga veya omurlar
  • Özellikle kalp, böbrek ve üreter, gastrointestinal sistem ve beyinde görülen organ malformasyonları

Teşhis: Hamilelik süresince yapılan ultrason tetkikleri ile yaklaşık olarak Edwards Sendromu (Trizomi 18) için bir ön tanı konulabilir. Ultrason tetkiklerinde bebeğin az hareket etmesi ve gelişmenin normal tempoda seyretmemesi Trizomi 18 için bir işaret olabilir. Fakat bu konuda en kesin teşhis kromozom testi ile ortaya çıkar. Yapılan kromozom testi, bebeğin Edwards Sendromu (Trizomi 18) olup olmadığını %100 doğrulukta ortaya çıkarır. Hatta kandaki lenfosit hücreleri ile yapılan genetik testler, Trizomi 18’in hangi alt formda olduğunu da gösterir. 35 yaş üzeri hamilelikler bu konuda risk oluşturduğu için mutlaka genetik testler yaptırılmalıdır.

Terapi: Edwards Sendromunun (Trizomi 18) hiçbir tedavisi yoktur. Birçok bebek daha doğmadan anne karnında ölür. Doğan çocuklar ise organ hasarlarının durumuna göre 12 aya kadar yaşayabilir. Nadir de olsa yetişkinlik yaşına kadar ulaşan çocuklar da vardır, ancak bunlar sadece istisnai durumlardır. Yaşayanlar arasında kız çocukları erkeklere göre daha uzun hayatta kalırlar. Hayatta kalanların ilerleyen sürede ölüm sebepleri arasında kalp yetmezliği ve solunum yetmezliği birinci sırada yer alır.

3. Patau Sendromu (Trizomi 13)

Patau Sendromu (Trizomi 13), Trizomi 21 ve Trizomi 18 gibi tedavi edilemeyen ağır kromozomal bozukluklardan biridir. Bozukluk, 13. kromozomun vücut hücrelerinde iki adet yerine üç adet bulunmasından kaynaklanır. Yukarıda anlatılan diğer iki hastalık gibi, bunda da annenin hamilelik yaşı önemlidir. Yani anne olma yaşı ilerledikçe risk de artar.

Bebekler anne karnında genellikle yeterli beslenemediği için yüksek derecede organ anomalileri ile doğarlar. Özellikle beyin, böbrek, kalp ve bağırsaklarda ciddi anomaliler görülür. İleri formlarında tek göz, yarık dudak ve damak ve altı parmaklılık (polidaktili) da görülebilir.

Patau Sendromu ile doğan çocuklar, tıpkı diğerleri gibi ne iyileştirilebilir ne de tedavi edilebilirler. Anne karnında ölmeyip doğan çocukların çoğu yaşamın ilk 6 gününde ölürken, bazıları bir yıl kadar yaşayabilir. Bunda da kız çocuklar erkek çocuklara göre biraz daha uzun yaşarlar. Patau Sendromu toplumda görülme sıklığı yaklaşık 1:10.000’dir.

Alt Grupları:

  • Serbest Trizomi 13 (Freie Trizomi 13): Patau Sendromluların %80’ini bu form oluşturur. Cinsiyet kromozomlarından birinde (yumurta veya sperm hücresi) fazladan bir 13. kromozom bulunması, döllenme sonrası vücut hücrelerinde üç adet 13. kromozom bulunmasına sebep olur.
    • Karyotip: 47,XX,+13 veya 47,XY,+13.
  • Mozaik Trizomi 13: 13. kromozom bazı vücut hücrelerinde iki adet, bazılarında üç adet bulunur. Yumurta döllendikten sonraki bölünmelerde hata ne kadar geç başlarsa, hastalığın şiddeti o kadar az görülür. Mozaik Trizomi 13 olan çocukların vücut hücrelerinde hem 47 kromozom, hem de 46 kromozom bulunur.
    • Karyotip: 46,XX/47,XX,+13 veya 46,XY/47,XY,+13.
  • Kısmi Trizomi 13: Bu formda 13. kromozom tüm vücut hücrelerinde iki adet bulunur. Hücrelerdeki 13. kromozom sayısı normaldir, ancak bazen 13. kromozomun küçük bir parçası yine 13. kromozom üzerinde çift olarak bulunur. Bu formun şiddeti de bu parçanın ne derece etkili olduğuna bağlı olarak değişir.
  • Translokasyon Trizomi 13: 13. kromozomun bir parçasının başka bir kromozoma yapışması ile ortaya çıkan ve çok nadir görülen bir formdur. Parça genellikle 14, 15, 21 veya 22. kromozoma yapışık olarak bulunur. Bu form Patau Sendromluların %1’ini oluşturur. Kromozom seti, parçanın hangi kromozoma bağlandığına göre değişir. Örneğin, 14. kromozoma bağlı olması halinde 46,XX,t(14;13) veya 46,XY,t(14;13) şeklinde isimlendirilir.

Semptomlar: Dış görünüş ve iç organlardaki gelişim bozukluğu döllenmeden hemen sonra anne karnında başlar. Semptomlar her çocukta farklı şiddette ve farklı şekillerde görünür. Doğum öncesi yapılan ultrason tetkiklerinde Trizomi 13 varlığına işaret eden bazı bulgular görülür, kesin teşhis kromozom testi ile ortaya çıkarılır.

Belirgin bazı özellikler şöyledir:

  • Kalp yetmezliği (çocukların yaklaşık %80’inde)
  • Nispeten küçük bir vücut yapısı
  • Çocukların yaklaşık %12’sinde nispeten küçük baş
  • Çocukların yaklaşık %45’inde yarık dudak ve damak
  • Nispeten küçük ve birbirine nispeten yakın gözler (hipotelorizm)
  • Çocukların yaklaşık %30’unda ürogenital sistem ve böbrek bozuklukları
  • Beyinde malformasyonlar (örneğin, holoprozensefali)
  • Burun deliklerinde malformasyon
  • Kulaklarda anomaliler
  • Yüz iskeletinde anomaliler
  • Parmaklarda deformasyonlar (örneğin, polidaktili)

Trizomi 13 ile doğan çocuklar genellikle kör veya sağır olurlar ve genellikle kalp yetmezliği veya solunum yetmezliğinden çok erken ölürler.

Teşhis: Doğum öncesi yapılan ultrasonografi (sonografi) tetkiklerinde fetusta malformasyonların (örneğin; beyin malformasyonu, yarık dudak ve damak ve altı parmak gibi anomaliler) bulunması durumunda mutlaka kromozom analizi yapılarak bebeğin Trizomi 13 olup olmadığı kontrol edilir. Hatta bu testlerde varsa hangi formda olduğu da tespit edilebilir. Genel olarak söylemek gerekirse, 35 yaş üzeri hamileliklerin hepsinde mutlaka kromozom analizi yaptırılması gerekir.

Terapi: Trizomi 13 de Trizomi 18 gibi henüz tedavi edilebilir bir hastalık değildir. Hayatta kalan bebekler için birtakım operasyonlar ve sınırlı fizyolojik tedaviler yapılabilir, ancak bunlar sadece var olan durumu biraz daha iyileştirmeye yönelik tedavilerdir.

Sonuç

Her üç vakada da (Trizomi 21, Trizomi 18 ve Trizomi 13), hücre bölünmesi sırasında meydana gelen bir hata, kromozomların iki adet yerine üç adet kopyalanmasına sebep olmaktadır. Hata sonucunda ortaya çıkan hasarın boyutu, hatanın büyüklüğüne göre değişir. Hasarın neden bu kadar büyük olduğu konusuna gelince, ayrıntılar elbette tam olarak bilinmiyor. Kanaatimce bu konuda bilinenler, bilinmeyenlerin on binde biri bile değildir. Üç kromozomun (21, 18, 13) her birinde yaklaşık 350 ile 600 arasında gen vardır. Muhtemelen fazladan bu kadar genin çalışması, organ ve dokularda geri dönüşü mümkün olmayan bozukluklara sebep olmaktadır.


Kromozom bozuklukları ile ilgili hazırlanmış diğer makaleler


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  • Chromosome 21 and down syndrome: from genomics to pathophysiology. Link
  • Neurobehavioral disorders in children, adolescents, and young adults with Down syndrome Link
  • Behavioral phenotype of individuals with Down syndrome. Link
  • Current dilemmas in Down syndrome clinical care: celiac disease, thyroid disorders, and atlanto-axial instability.Link
  • Speech intelligibility and childhood verbal apraxia in children with Down syndrome Link
  • Families of children with Down syndrome:What we know and what we need to know Link
  • The brain in Down syndrome (TRISOMY 21). Link
  • Down’s syndrome. Link
  • Down syndrome and associated congenital malformations. Link
  • Developmental disabilities grown up: Down syndrome. Link
  • Trisomy 13 mosaicism: study of serial cytogenetic changes in a case from early pregnancy to infancy. Link
  • Trisomies 13 and 18: population prevalences, characteristics, and prenatal diagnosis, metropolitan Atlanta, 1994-2003Link
  • Trisomy 13 mosaicism in a phenotypically normal child: description of cytogenetic and clinical findings from early pregnancy beyond 2 years of age.Link
  • Transcriptome analysis of human autosomal trisomy.Link
  • Pediatric Cardiac Care Consortium. Effectiveness of cardiac surgery in trisomies 13 and 18 (from the Pediatric Cardiac Care Consortium-3.Link
  • The origin of trisomy 13. Link
  • Patau syndrome with a long survival (146 months): a clinical report and review of literature.Link
  • Trisomy 13 and trisomy 18 in a defined population: epidemiological, genetic and prenatal observations..Link
  • Congenital malformations among liveborn infants with trisomies 18 and 13.Link
  • Population-based analyses of mortality in trisomy 13 and trisomy 18. Link
  • Heart Malformations in Children With Down Syndrome Link
  • Rates and survival of individuals with trisomy 13 and 18 Data from a 10-year period in Denmark link
  • Patau syndrome with a long survival. A case report link
  • http://www.zeit.de/2015/04/praenataldiagnostik-down-syndrom-krankenkasse,
  • Klaus Sarimski: Entwicklungspsychologie genetischer Syndrome (3. Auflage, 2003)
  • Der Test link

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Sayılarla yaşamın istatistiği

Hayat nedir? Hayatın tarih boyunca binlerce tanımı yapıldı. Birçok din, birçok filozof, birçok bilim insanı bu soruya kendince cevaplar verdi ve vermeye de devam ediyor. Ama hayatın evrensel açık bir tanımı halâ bulunamadı.

Mademki hayatın standart bir tarifi yok mademki hayat baktığın pencereden senin gördüklerin, o halde biz de bu makaleye kendimizce uygun bir tanım yapalım o zaman.

Hayat, doğumla ölüm arasında geçen sürede ürettiklerimiz, tükettiklerimiz ve yaptıklarımızın toplamıdır. Hayat ilk nefesle başlar, son nefeste biter.

Aşağıda ortalama 75 yaşına kadar yaşayan bir insanın bu süre içerisinde yediği, içtiği, yaptığı, ürettiği, tükettiği bazı şeylerin ortalama bir istatistiği bulunmaktadır. Ayrıca vücudumuzdaki çeşitli organ, doku, hücre, organik ve inorganik elementlerle ilgili çeşitli sayısal istatistikler bulunmaktadır.

Neye ne kadar zaman harcıyoruz?

  • 23 yıl uykuda geçiriyoruz
  • 1.5 yılın Restoranlarda olmak üzere 7,5’ı yılı yemekte geçiriyoruz.
  • Kadınlar mutfakta 3.16 yıl (günde 65 dakika), erkekler ise 1.45 yıl (günde 28 dakika) geçiriyorlar.
  • Banyoda 3,5 yıl geçiriyoruz.
  • Erkekler hobileri için 380 gün, (günlük 20 dakika), kadınlar 152 gün (günde 8 dakika) geçiriyor.
  • Temizlik için 6 yıl, televizyon seyrederek 12 yıl, işte ise 6 yıl geçiriyoruz.
  • 1,45 yıl telefonlaşarak geçiriyoruz. (günlük 28 dakika)
  • 219 gün trafik sıkışıklığında bekliyoruz. (yılda 70 saat.)
  • Hayatımız boyunca 100.000 kez öpüşüyoruz ve öpüşmede geçen toplam süre 14 gün (1980’li yıllarda öpüşme süresi 5.5 saniye, günümüzde ortalama 12 saniye.).
  • 540.000 kez gülüyoruz ve gülerek geçirdiğimiz zamanın toplamı 11 gün (günde 6 dakika)
  • 2 yıl 10 ay gevezelik ve sohbet ediyoruz
  • 3 ay doktorda beklemekle geçiriyoruz
  • 1 yıl sinema, tiyatro ya da konserde geçiriyoruz.
  • 9 ay çamaşır ve ütü yaparak geçiyor.

Neyi ne kadar tüketiyoruz

  • Vücut ağırlığımızın yaklaşık 700 katı gıda tüketiyoruz. (Örnek 75 kg x 700 = 52.500 kg gıda)
  • 45.000 litre sıvı içecek tüketiyoruz. Bu, yaklaşık 10 tonluk 4,5 su tankerini doldurabilecek miktara karşılık geliyor. (Tüketilen sıvının ayrıntıları ise şöyle. Su: 9600 litre, Bira: 9300 litre, Şarap: 8100 litre, Süt: 5.000 litre, Kahve: 10.800 litre, Çay: 1875 litre.)
  • Her insan yaşamı boyunca temizlik ve duş gibi ihtiyaçları için tükettiği su miktarı yaklaşık 1.558.550 litre.
  • Beyin hücrelerimiz yaklaşık 2 ton üzüm şekeri/dekstroz tüketiyor.

Neyi ne kadar üretiyoruz

  • 5.550 litre tükürük üretiyoruz (Günlük 1 litre)
  • 40.500 litre idrar üretiyoruz (Yılda 540, günde 1,5 litre. Bu miktar aşağı yukarı 150 litrelik 270 küvet dolduruyor)
  • Tuvalette yaklaşık 6 ay vakit geçiriyor ve bu süre içerisinde 5 ton dışkı üretiyoruz (günlük 192 gram) Ayrıca yaklaşık 2100 rulo tuvalet kağıdı tüketiyoruz
  • Cildimizde bulunan 3 milyon ter bezi erkeklerde 14.000 litre, kadınlar 12.000 litre ter üretiyor (Bu yaklaşık 1,5 su tanker dolusu miktar yapıyor)
  • Nefes alıp-verirken 321.200.000 litre hava tüketiyoruz.
  • Her kadın hayatı boyunca ortalama 400 yumurta, her erkek 400 milyar sperm üretiyor.
  • Gözlerimiz 4.900 litre gözyaşı ve sıvısı üretiyorlar. (1-2 dakika ağlandığında her biri 15 miligram olan yaklaşık 50 gözyaşı çıkarılıyor ve yaklaşık 66.000 gözyaşı bir litre yapıyor).
  • 547.500 kez ve atmosfere metan gaz bırakıyoruz.
  • 8.000 kg ambalaj olmak üzere 43.800 kg çöp üretiyoruz.

Neyi ne kadar yapıyoruz

  • Hayatımız boyunca 473.040.000 nefes alıyoruz (Dakikada 12, saatte 720, günde, günde 17.280, yılda 6.307.200 kez)
  • Sigara içenler 525.000 kez sigara püfletiyor (yılda 7.000 kez)
  • Erkekler 7.875 kez seks, 2.000 kez mastırbasyon yapıyor ve saatte 44,8 km hızla 53 litre sperm dışarı bırakıyor.
  • Hayatımız boyunca yaklaşık 50 milyon adım atıyoruz . Bu da yaklaşık 40.000 kilometre yapıyor. Spor yapanlar ise yaklaşık 150 milyon adım atarak 150.000 km yol kat ediyor. Bu da yaklaşık 3 kez dünya etrafında tur atma anlamına geliyor.
  • 105.372 kez rüya görüyoruz .
  • 4.000 kez sex yapıyoruz.
  • Çiftler 10’ar saat orgazm oluyorlar.
  • Erkekler 246.375’kezi gece olmak üzere 301.125 kez ereksiyon oluyorlar.
  • 3000 kez bağırıyoruz.
  • Eğer hayatımız boyunca konuştuğumuz kelimeler dijital ortamda CD’lere aktarılsa 14.285.714.285.700 adet CD dolardı (British Telecom tarafından hesaplanmış).

Sayılarla vücudumuz

Kan hücreleri ve miktarı 

  • Yetişkin bir vücutta 5-7 litre arası kan bulunuyor. Bu miktar vücut kütlesinin yaklaşık 1/12 tekabül ediyor. 1 mm³ kanda 5 milyon alyuvar, 5.000-7.000 akyuvarlar hücreleri, 300.000 trombosit bulunur.
  • Kalbimiz 3 milyar kez atarak, 240 milyon litre kan pompalıyor ve kanımız bu süre içerisinde 96.560 km yol katediyor.
  • Kana kırmızı rengini veren alyuvarlar hayatımız boyunca kendini yaklaşık 210 kez yeniliyor. Eğer vücudumuzdaki tüm alyuvarları yan yana dizebilseydik ekvator boyunca dünya etrafını 4 kez dolanırdı.
  • Böbreklerimiz 20 milyon litre kanı filtreden geçirerek temizliyor.
  • Kırmızı kan hücreleri (alyuvarlar) 120-130 gün, karaciğer hücreleri 10-15 gün, beyaz kan hücreleri 1-3 gün de bir kendilerini yeniliyorlar.

Kas ve iskelet sistemi

  • İnsan iskeleti 206 – 210 kemikten oluşuyor ve kemiklerin toplam ağırlığı yaklaşık 10 kg. Ayrıca bunlara ilaveten 14-24 Sesamoid kemik ve 32 diş bulunmaktadır.
  • Kemiklerin mukavemeti de oldukça etkileyici. Örneğin uyluk kemiği 15.000, kaval kemiği 16.500 Newton luk bir güce dayanabiliyor.
  • Yetişkin bir kişide 206 kemik, 650 kas ve 10 – 100 trilyon (1013−1014) hücre bulunuyor. Eğer hücreler yan yana koyarak zincir bir oluşturulsa, bu zincir dünyanın etrafında 50 kez dolanırdı.
  • Vücudumuzda yaklaşık 400’ü iskelet kası olmak üzere toplam 639 kas bulunmaktadır. Kasların toplam vücut ağırlığına oranı % 25-30 civarındadır.
  • Kesici diş kaslarının gücü yaklaşık 200, çiğneme dişlerinin gücü 700-1.000 Newton arasındadır.
  • Vücudumuzdaki kemikler % 50 su, 15.75 % yağ, % 12.4 kıkırdak, % 21.85 mineral bileşenlerinden oluşuyor. Mineral bileşenlerin en büyük kısmını ise kalsiyum oluşturuyor.
  • Gülerken yüzde bulunan 14 kas aktif hale geçiyor.

Organ ve dokular

  • Yetişkin insan vücudunda yaklaşık 10 ile 100 milyar arası hücre bulunur (1013−1014)
  • Ortalama bir hücrenin boyu 10 ile 20 mikron arasındadır (1 mikron= 1/1000 mm)
  • En küçük hücreler beyincikteki granül hücrelerdir ve boyları 3-4 mikron arasındadır. Lenfositler 5-6 mikron, kırmızı kan hücreleri 7.5 mikron civarındadır.
  • Vücudumuzda her saat yaklaşık 1 milyon yeni hücre oluşuyor
  • Yetişkin bir insanın vücut yüzeyi yaklaşık 1,8–2 m²
  • Normal, yetişkin bir insan yoğunluğu yaklaşık 1055 kg • m−3
  • Normal, yetişkin bir insan hacmi ~0,075 m³
  • Vücudumuzu meydana getiren organik ve inorganik kimyasal elementlerin oranı şöyle; Su: % 60-70, Karbonhidrat: % 0.6, Protein % 15, Yağ: % 10, Mineral tuzlar: % 5
  • Yetişkin bir insanın vücut yüzeyi yaklaşık 1,8–2 m²
  • Vücudumuzda bulunan 100 den fazla makro elementlerin oranı şöyle; Oksijen: % 63, Karbon: % 19, Hidrojen: % 9, Azot: % 5, Kalsiyum: % 1, Fosfor: % 0.7, Kükürt: % 0.64, Sodyum: % 0.26, Potasyum: % 0.22, Klor: % 0.18.
  • Tırnaklarımızı ömür boyu hiç kesmezsek 28 metre uzunluğa ulaşıldı
  • Saçlarımız ömür boyu hiç kesmezsek 9,36 metre uzunluğa ulaşıldı

Kaynaklar

  1. Quellen:„Der Mensch in Zahlen“, Spektrum Akademischer Verlag; „American Time Use Survey“; „The Book of Times“, Verlag Wiliam Morrow; Zeitschrift P.M. Fragen & Antworten (Januar Ausgabe)
  2. Geo Wissen(36/2005)
  3. Der Mensch in Zahlen link
  4. Der Mensch in Zahlen link
  5. Was der Mensch in einem Leben so alles tut. link
  6. Der Mensch in Zahlen link
  7. Zahlen über Zahlen – Statistiken des Lebens link
  8. Der Mensch in Zahlen link

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Körlük ve kök hücre tedavisi

Kök hücre tedavisi tıpta oldukça yeni sayılabilecek bir tedavi yöntemidir. Göz hastalıklarında uygulanması ise daha da yeni sayılır. Uygulama her ne kadar yeni olsa da bu konuda beklentileruntitled-9 oldukça yüksek.

Kök hücre tedavisinin gözde uygulanmasının yaklaşık 4-5 yıllık bir geçmişi var, bu nedenle şu ana kadar elde edilen sonuçlara bakarak tedavinin ne derece başarılı olduğunu söylemek, başarının ne derece kalıcı olacağı konusunda fikir beyan etmek kanımca biraz erken bir söylem olur. En azından şimdilik. Ama yinede yapılan çalışmalar ve bu çalışmalardan elde sonuçlar bu konudaki umutları güçlendirmeye devam ediyor.

Konuya ticari açıdan ilgi duyan dünya çapında büyük sağlık kuruluşları, enstitüler, klinikler var. Bunlar bir yandan harıl harıl konu hakkında araştırma yaparken, diğer yandan çalışmalarını hastalar üzerinde uygulayabilmek için ülkelerin ilgili devlet dairelerinden gerekli izin alma mücadelesi veriyorlar.

Aşağıda bu konuda gerekli izinleri almış ve çalışmalara başlamış birkaç sağlık kuruluşu ile bunların uyguladıkları farklı kök hücre tekniklerinden bahsedilmektedir. Hemen belirtelim, embriyonik kök hücre tedavisinin başarısı şimdilik tartışmalı…

Konuya girmeden önce kök hücre nedir, neden önemlidir ve görevi nedir, kaç çeşit kök hücre vardır gibi genel birkaç konuya değinelim.

Kök hücre nedir?16924267_10154889122612211_550857971_n

İnsan vücudu özelleşmiş yüzlerce farklı hücre tipine sahiptir. Bunlar vücudun günlük sağlıklı işleyişini sağlarlar. Beyindeki hücreler düşünmemizi, kalpteki hücreler kalbin atışını, böbrekteki hücreler kanımızın temizlenmesini sağlar, yani özelleşmiş hücreler vücudun günlük işleyişinden sorumludur ve her birinin eşsiz görevi vardır.

Kök hücrelerin önemli ve eşsiz özelliği ise özelleşmiş hücrelere dönüşmesidir. Başka bir ifade ile kök hücreler özelleşmiş hücrelerin atasıdır. Kök hücreler henüz daha bölünmemiş hücrelerdir. Bölünmeye başladıktan sonra ancak özelleşmiş hücrelere dönüşürler. Örneğin derideki kök hücreler bölünerek pigment üreten hücrelere dönüşür ve bunlar da deri rengini oluşturur.

Kök hücreler sağlığımız için neden önemlidir?

Vücudumuz herhangi yeri yaralandığında kök hücreler hemen harekete geçerek o bölgede ölen hücrelerin aynısı üreterek o organın yeniden işlevsel hale gelmesini sağlar. Ayrıca vücuttaki hücreler rutin olarak ölür ve bunların yerine yenisinin gelmesi kök hücreler sayesinde olur. Örneğin gözün saydam tabakası korneayı oluşturan hücrelerin yaklaşık 10 günlük bir ömrü vardır. 10 gün sonra korneadaki kök hücreler harekete geçerek ölen hücrelerin yerine yeni kornea hücreleri oluşturarak görmemizin devamını sağlar. Eğer korneadaki kök hücreler hasar görmüş veya işlevini kaybetmişse görme yeteneğimizi kaybederiz.

Kök Hücre çeşitleri ve “Embriyonik kök hücrenin” önemi?

Çok farklı kök hücre çeşidi vardır. Her organda, her dokuda farklı kök hücreler bulunur. Örneğin kandaki kök hücre yeni kan hücreleri, kalpteki kök hücre kalp hücrelerini üretir ama embriyonik kök hücrenin istisnai bir durumu vardır, o da bunların her türlü hücreye dönüşme özelliğine sahip olmasıdır. Yani embriyonik kök hücrenin gözdeki kornea hücresine dönüşmesi mümkün, tabii bunun için önce laboratuvarda bir takım işlemlerden geçtikten sonra kullanılması mümkün.

***

Körlük: Görme yeteneğinin kısmen veya tamamen kaybedilmesi olarak tanımlanan körlük yaşlılık, kaza, yanık, şeker hastalığı genetik gibi çeşitli sebeplerden kaynaklanabilir.

Aşağıda kök hücre tedavisi uygulanan iki farklı körlük tipi ve bunların tedavisinde elde edilen sonuçlar anlatılmaktadır. Birincisi kaza ve yanık gibi sebeplerle oluşmuş kornea hasarlarından dolayı oluşmuş körlük, ikincisi Yaşa bağlı makula dejenerasyonu (YBMD) körlüğü.

1- Kornea hasarlarına karşı Kök Hücre tedavisi

Kornea, gözün en ön kısmında bulunan ve beş değişik katmandan oluşan saydam bir dokudur. En önemli görevi ışığı odaklamak ve gözü dış etkenlerden korumak ve net görmeyi sağlamak olarak sıralanabilir. Çeşitli kornea hastalıkları ve çeşitli sebeplerden kaynaklanan kornea tahribatları bulunmaktadır. Bunların bazıları tedavi ile iyileştirilirken, özellikle kimyasal yanık kaza ve genetik sebeplerden kaynaklanan korne tahribatları önemli görme kayıplarına hatta körlüğe kadar varan ciddi sorunlara sebep olurlar.

Kök hücre tedavisi ile korneanın yenilenmesi aslında kişinin kendi gözünden alınan kök hücre ile tedavi edilmesi prensibine dayanmaktadır ve bu uygulamada Holoclar adında bir kimyasal kullanılmaktadır.

Holoclar nedir

Holoclar, kök hücre bazlı bir ilaç olup kornea tedavisinde kullanılır. Bu ilacın tedavide kullanılmasına Avrupa Komisyonu tarafından 2015 yılında koşullu olarak izin verildi ve şimdilik uygulama sıkı kurallara bağlı olarak yapılıyor. Bu bağlamda hastaların Holoclar ile tedavi olabilmesi için retinanın ağır yanık veya ileri derecede tahrip olması koşulu aranıyor.

Uygulama nasıl oluyor

Bu tedavi için gerekli olan kök hücre hastanın kendisinden alınacağı için hastanın öncelikle bir gözünün sağlıklı olması veya her iki gözü görmüyorsa en azından herhangi bir gözünde korneanın çok küçük bir kısmının sağlıklı olması gerekiyor.

“Limbal Kök Hücreler” tedavinin temelini oluşturuyor

Hasarlı kornea hücrelerini hızla tamir etme özelliğine sahip olan Limbal kök hücreleri sağlam kornea hücrelerinden cerrahi bir müdahale ile çıkarılarak laboratuvar ortamında çoğaltılır ve Holoclar içerisine konur. Limbal kök hücreler, kornea ve göz bebeğinin sınırındaki bağ dokuda % 3,5 gibi çok küçük bir oranda bulunurlar. Bu nedenle yapılan iş oldukça zahmetli bir o kadar da profesyonellik gerektiriyor.

Sonuçlar umut verici

112 hastaya yapılan kök hücre tedavisinin sonuçları bu konudaki umutları güçlendiriyor. Tedavi uygulanan hastaların bir yıl sonra yapılan muayenelerinde hastaların dörtte üçünde görmenin iyileştiği belirtiliyor. Ayrıca tedavinin uzun süreli etkili olup olmayacağını söylemenin şimdilik erken olduğu belirtiliyor…

Yan etkiler yok denecek kadar az

Biyopsi yapılan kısmın 1-2 mm² gibi küçük bir alan olması hasarın da küçük olmasına sebep oluyor. Bu nedenle iltihaplanma, glokom gibi komplikasyonların sınırlı olduğu belirtiliyor ama yine de dikkatli söylemek gerekirse tedavi olacakların % 3 ile % 10 gibi bir yan etki riskini göze alması gerekiyor.

Fiyat

2008 yılında kurulan ve merkezi İtalya’nın Modena şehrinde bulunan Holostem Firması fiyat ve tedavi edilen hasta sayısı konusunda sorulan sorulara firmanın politikası gereği bilgi vermiyor ama çeşitli internet sitelerinde tedavi olacakların dolar bazında 5 ile 6 rakamlı paralar ödeyeceği yönünde bilgiler var.

2- Makula Dejenerasyonu için Embriyonik kök hücre tedavisiretina-stamcel

Makula, diğer adıyla sarı nokta retina tabakasının ortasında yer alan ve çok küçük bir alanı kapsayan bölgedir. Bu bölge gözün keskin görmeden sorumlu bölgesidir.

Makula dejenerasyonu (YBMD), gerek yaşa bağlı  olarak, gerekse çevre cinsiyet, genetik, UV ışınları gibi diğer sebeplerden kaynaklanan makula hasarları anlamına gelmektedir.

Dünya çapında 25 – 30 milyon makula dejenerasyonu hastası bulunduğu tahmin ediliyor ve bu sayıya her yıl yaklaşık 500 bin yeni hasta daha ilave oluyor. Yaşa bağlı makula dejenerasyonu erken veya geç ortaya çıkmasına göre iki farklı tipte görülmektedir.

  1. Kuru tip makula dejenerasyonu : Yaşa bağlı makula dejenerasyonu hastalarının %80-90’ını bu tipe girer. Hastalık her ne kadar yavaş ilerlese de ileriki evrelerde ciddi görme bozukluklarına sebep olur.
  2. Yaş tip makula dejenerasyonu : Yaşa bağlı makula dejenerasyonu hastalarının yaklaşık % 10-15 inde görülür. Hastalık hızla ilerler ve ciddi görme kayıplarına sebep olur.

Aşağıda kök hücre tedavisine konu olan ve geç evrede ortaya çıkan 1. Tip yani kuru makula dejenerasyonu anlatılmaktadır.

Kuru makula dejenerasyonu ve kök hücre tedavisi

Yukarıda kısaca bahsedildiği gibi hastalık yavaş yavaş ilerler ve retina hücreleri yavaş yavaş işlevini kaybederken görme kalitesi giderek azalır ve sonunda tamamen kaybolur. Konuyu biraz daha açacak olursak, Kuru makula dejenerasyonu hastalarının görme kaybı özelleşmiş Retina pigment epiteli hücrelerinin (RPEH) azalması sonucunda ortaya çıkıyor

Ocata Therapeutics adında sağlık araştırmaları yapan bir firma (şimdiki adı Rejeneratif Tıp Astellas Enstitüsü) yaptığı araştırmalar sonucunda embriyonik kök hücre tedavisinin yaşa bağlı kuru makula dejenerasyonu hastalarının iyileşmesine yardımcı olabileceğini belirtiyor. Firma bu amaçla yaptığı çalışmalarda embriyonik hücrelerden yeterli miktarlarda Retina pigment epitel hücrelerini (RPEH) üretmenin bir yolunu bulduğunu belirtiyor.

İnsanda ilk uygulamalar

Firma ilk olarak 2010 yılının Kasım ayında embriyodan elde ettiği Retina pigment epitel hücrelerini (RPEH) insanlarda test etmek için izin aldı. İlk test genetik bir hastalık olan Stargardt hastalarında denendi. 2011 yılının Ocak ayında 9 Kuru makula dejenerasyonu hastası için ikinci bir izin daha çıkarak toplam uygulama sayısı 30 kişiye yükseltildi.

Sonuç

2014 yılı sonunda her iki testin sonucu açıklandı ve sonuçların olumlu olduğu belirtildi. Firma çıkan sonuçları kısaca şöyle özetledi.

  • Körlüğün ilerlemesi birçok hastada durdu.
  • Bazı hastalar görme yetisini tekrar geri kazandı.
  • 10 hastanın kök hücre tedavisinden sonra görme kalitesi yükseldi, hatta bazılarında iki katına çıktı.
  • Yedi hastanın durumunda bir değişiklik olmadı, sadece birinin durumu daha kötüye gitti.

Tedavi başarılı mı yoksa başarısız mı? 

Uzmanlar, retinal tedavideki bu başarının kök hücre tedavisinden kaynaklandığına pek inanmıyorlar. Ancak nakledilen retinal hücreleri dokudaki yeni bozulmaların önüne geçtiği konusunda hemfikirler. Ocata Therapeutics şirket yetkilileri de daha sonra uzmanların görüşleri doğrultusunda fikir beyan ederek bir bakıma tedavinin başarısında başka faktörlerin rol oynayabileceğini itiraf ettiler.

Anlaşılan o ki, sarı nokta tedavisinde, kısmen de olsa bir başarı var ama bu başarının direk kök hücre tedavisi ile ilişkilendirilmesi şimdilik erken bir yargı. Kesin bir şey söylemek için araştırmanın daha fazla hastada denenmesi gerekiyor. Firma yetkilileri yaptığı açıklamada daha fazla hastanın yer alacağı yeni bir araştırmaya hazırlandıklarını belirttiler.

Firmaların ilgisi yoğun

Makula dejenerasyonu embriyonik kök hücre tekniği kullanarak tedavi edilme fikrine birçok firma ilgi gösteriyor. Örneğin İsrail şirketi Cell Cure Kudüs’te bir klinikte tıpkı Ocata Therapeutics firması gibi kuru makula dejenerasyonu tedavisi yapıyor (link).

London Project to Cure Blindness adlı Londra orijinli bağışlarla araştırma yapan yani ticari olmayan bir kuruluş da aynı şekilde kuru makula dejenerasyonu tedavisi yapıyor. Hatta bu kuruluş iki şirket aksine tek tek hücrelerin yerine önceden oluşturulmuş epitel tabakası implante ediyor (link).

İlaç devi Pfizer firması da 2015 yılının ağustos ayından itibaren yaş makula dejenerasyonu için izin almış durumda.


Göz hastalıkları ile ilgili hazırlanmış diğer makaleler


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  • Abbott, Behind the scenes of the world’s first commercial stem-cell therapy, Nature, Marc 2015 (link)
  • EMA, Holoclar: Ex vivo expandierte autologe menschliche Hornhautepithelzellen, die Stammzellen enthalten, Zusammenfassung für die Öffentlichkeit, Februar 2015 (link)
  • Limbal stem-cell therapy and long-term corneal regeneration, NEJM, June 2010 (link)
  • Holoclar: Zusammenfassung der Merkmale des Arzneimittels, Juni 2016 (link)
  • Pro Retina Deutschland eV ( Link )
  • Humanen embryonalen Stammzellen abgeleiteten retinalen Pigmentepithel bei Patienten mit altersbedingter Makula – Degeneration und Stargardt Makuladystrophie: Follow-up von zwei Open-Label – Phase 1/2 Studien , The Lancet 2014 ( Link )
  • Press Release Cell Cure, 03.11.2014 ( link )
  • Press Release Moorfields Eye Hospital, 29.09.2015 ( link )
  • Treatment of Macular Degeneration Using Embryonic Stem Cell-Derived Retinal Pigment Epithelium: Preliminary Results in Asian Patients – May 2015 ( link )

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Köpek balığı, parkinson ve alzheimer tedavisinde bir umut olabilir

Camgöz köpek balığı kendi ihtiyacı için Skualamin adındaki bir protein alzheimer ve parkinson tedavisinde umut olabilir.

Cambridge Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmada alzheimer ve parkinsonun ortaya çıkmasında önemli rol oynayan Alfa-Synuclein adındaki bir proteinin, Camgöz Köpek balığının (Squalus acanthias) ürettiği Skualamin sharkadındaki bir başka protein tarafından bloke edilerek etkisiz hale getirdiği keşfedildi. (1)

Bu önemli keşif, Skualamin in yakın bir gelecekte parkinson ve alzheimer gibi nörodejeneratif hastalıkların tedavisinde ilaç olarak kullanılabileceği umudunu güçlendiriyor. hemen belirtmekte yarar var. Araştırma şimdilik laboratuvarda hücre kültürleri ile yapıldı ve testler başarılı sonuçlar verdi.

Alfa-Synuclein, vücuttaki görevi nedir

Alfa-Synuclein, beyinde çözünebilir küçük bir protein olup SNCA-Geni tarafından sentezlenir. Bu protein, hücre zarında kanallar oluşturarak bu kanallardan hücre için gerekli Dopamin hormonunun girmesini sağlar.

Özetle söylemek gerekirse Alfa-Synuclein, sağlıklı bir hücrede gerekli olan bir proteindir ve bu protein beyne gerekli olan dopamin hormonunun girmesine olanak sağlar. Burada yeri gelmişken dopaminin görevi ve önemine değinmeden geçmeyelim.

Dopamin nedir, neden önemlidir 

Dopamin, vücut tarafından üretilen ve kimyasal haberci özelliği olan çok fonksiyonlu bir Nörotransmitterdir. Bütün neurotransmitter gibi dopamin de hem sinir hücrelerinin kendi arasında, hem de sinir hücreleri ile kas hücreleri arasındaki sinyallerin taşınmasına aracılık eder.

Dopamin vücutta kalp atışı ve kan basıncının ayarlanması gibi önemli görevlerinin yanı sıra, beynin ödüllendirme mekanizmasında da görev alır. Bu bağlamda dopamin hayattan zevk almamızı mutlu olmamızı kısacası hayata sıkı sıkıya bağlanmamızı sağlar. Beyinde dopamin miktarının düşmesi vücutta dramatik sonuçların ortaya çıkmasına sebep olur.

Nedir bu dramatik sonuçlar

Vücutta dopamin eksikliği, başta depresyon olmak üzere, kas titremesi ve hareketlerin kontrol edilememesi gibi bir takım zorlukların ortaya çıkmasına sebep olur. Uzun süre düşük seyretmesi durumunda ise parkinson gibi ağır ohne-titelhastalıkların ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Uzun süreli dopamin eksikliğinin olumsuz etkilerinden bir de uzun süreli hafıza kaydının tutulduğu Epizodik Bellekte* de kendini gösterir. Bu durum ilerleyen zamanda alzheimer gibi ağır unutkanlık hastalığının ortaya çıkmasına yol açar. (2) Dopaminden kısaca bahsettikten sonra artık tekrar Alfa-Synuclein proteini ve fonksiyonlarına dönebiliriz.

Epizodik bellek*: Alzheimer hastalığında beynin ilk etkilendiği bellek kısmıdır.

SNCA-Geninde meydana gelen bir mutasyon bu proteinin olumlu etkisini olumsuza çeviriyor

SNCA geninde meydana gelen bir mutasyon Alfa-Synuclein proteini nin farklı sentezlenerek, farklı katlanmasına sebep olur. Yapılan birçok araştırmada Alfa-Synuclein’in yanlış katlanması ile parkinson ve alzheimer arasında bir ilişki olduğu daha önce yapılan bir çok araştırma ile zaten kanıtlanmıştı. Alfa-Synuclein’in yanlış katlanması başta toksik etki ve dopamin alımının engellenmesi gibi önemli metabolik rahatsızlıklara sebep olmasının yanı sıra küçük parçacıklar halinde (Lewy body) beyindeki sinir hücrelerinin üzerinde (hatta içerisinde de) birikerek Alzheimer’e sebep olmaktadır. (3)

Özetle söylemek gerekirse; Alfa-Synuclein yanlış katlanması birçok zincirleme reaksiyonun başlamasına ve akabinde parkinson ve alzheimer gibi nörodejeneratif hastalıkların ortaya çıkmasına sebep oluyor. Camgöz köpek 16143208_10154773913627211_2338166834979660495_nbalığının ürettiği Skualamin ise Alfa-Synuclein’in yanlış katlanmasından kaynaklanan bütün bu olumsuzlukların önüne geçiyor

Eğer Skualamin klinik deneylerde de başarılı sonuçlar verirse parkinson ve alzheimer tedavisinde Skualamin ilaç olarak kullanılabilecek.

***

Skualamin, 1990 yılından beri bilinen bir madde ve laboratuvarlarda sentetik olarak üretiliyor ve uzun zamandan beri eczanelerde satılıyor. Antibiyotik etkisi nedeni ile tıpta virüslerin etkisini kırmak amacıyla kullanıyor. Ayrıca Skualamin tıbbi araştırmalar için oldukça enteresan bir madde. Makalenin yazarlarından Vendruscolo yaptığı açıklamada, Skualamin kanser başta olmak üzere birçok hastalığın araştırmasında kullanılabileceğini belirtti.

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++


Alzheimer ve Parkinson ilgili hazırlanmış diğer yazılar


Kaynaklar

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Hangi spor ömrü uzatıyor

Sağlıklı kalmak için yapılması ve uyulması gereken birçok koşul var bunlardan biri de hiç kuşkusuz düzenli spor yapmak.

Spor yaparak olası birçok hastalıktan korunmak mümkün. Örneğin Kalp-Damar sistemini geliştirmesi, kandaki triglycerid seviyesinin azaltıp, iyi kolesterolü (HDL) artırması, sindirim sisteminin iyi çalışmasına yardımcı untitled-7olması, kasları ve bağışıklık sistemini güçlendirmesi, şeker toleransını iyileştirerek diyabet riskini düşürmesi gibi birçok faydası bulunmaktadır.

Sporun faydaları konusunda yapılmış ve yapılmakta olan o kadar birçok araştırma var. Önemli birkaç araştırmaya başlıklar halinde kısaca vermeden geçmeyelim.

  • Saatte iki dakika yürüyüş yapmak bile ömrü uzatıyor (1).
  • Fiziksel aktivite, şişmanlığa sebep olan FTO adındaki gen’in aktivitesini düşürerek kilonun kontrol altında tutulmasına ve metabolik bozulmanın önüne geçiyor (2).
  • Dans etmek gibi kısmen hafif sayılabilecek sportif aktiviteler yaşlılıkta zihinsel performansı yükseltiyor (3).
  • Fiziksel aktivite, depresyon mücadeleye yardımcı olan PGC-1α1 protein nin kandaki seviyesini artırıyor (4).

Kısaca spor için yaşam kalitesini yükselten ve ortalama ömrü uzatan ve popüler kültürün vazgeçilmez bir aktivitesidir diyebiliriz.

Her spor dalının etkisi farklı

Toplumda, “Hangi sporu yaparsan yap faydalıdır, yeterki hareket olsun“ gibi genel bir kanı hakim olmakla birlikte, yapılan araştırmalar çeşitli spor dallarının insan sağlığına ve ömrüne etkisinin farklı olduğunu gösteriyor.

Aşağıda bu konuda Sydney Üniversitesi’nden Emmanuel Stamatakis’in başkanlığında yapılmış bir araştırma bulunmaktadır. Araştırma, özellikle bazı spor, dallarının kardiyovasküler hastalıkları önlemede ve insan ömrünü uzatmada daha etkili olduğunu göstermesi açısından önemli. Hemen belirtmek fayda var, bu çalışma bir korelasyon çalışmadır. Başka bir ifade ile katılımcılara soru-cevap şeklinde sorularak yapılmış karşılaştırmalı istatistiksel bir çalışmadır. Yani katılımcıların laboratuvar ve patolojik sonuçlarının ele alındığı tıbbi bir araştırma değildir. Ayrıca bu araştırmanın başka bir zayıf noktası daha var, o da 80.306 kişi gibi çok büyük bir kitle ve 14 yıl gibi uzun bir süre yapılmış olmasına rağmen katılımcıların çoğuna fiziksel aktivitelerinin şekli ve sıklığı konusunda sadece bir kez soru sorulmuş olması ve katılımcıların daha sonraki fiziksel aktiviteleri bilinmiyor olması.

Her ne kadar konunun tıbbi boyutu şimdilik bilinmese de her istatistiksel araştırmada olduğu gibi bu araştırma da bize “sporun çeşidi ile sağlıklı yaşam ve uzun ömür arasında bir bağlantının olduğunu” söylüyor. Hiç kuşkusuz bu araştırmadan elde edilen sonuçlar ışığında yapılacak tıbbi ve biyolojik çalışmalar konunun metabolik boyutuna açıklık getirecek.long-life-tab1

Hangi spor ömrü uzatıyor

Madem ki her spor aynı oranda fayda sağlamıyor o halde uzun ve sağlıklı yaşamak için hangi spor yapmalıyız.  Bu sorulara Finlandiya’da bulunan Tampere UKK Enstitüsü, spor hekimliği bölümünden ve makalenin başyazarı olan Pekka Oja tarafından cevap arandı.

Bu araştırma, 1994 – 2008 yılları arasında İngiltere ve İskoçya’dan 80.306 kişi ve 11 değişik araştırma dosyasının incelenmesi ile yapıldı. Yaş ortalaması 52 olan katılımcılara 9 yıl boyunca belirli aralıklarla son dört haftada yaptıkları fiziksel aktiviteleri ve bu fiziksel aktiviteler esnasında nefes alıp vermede sorun yaşayıp yaşamadıkları, terleyip terlemedikleri ve genel sağlık durumları hakkında bazı sorular soruldu. Araştırmanın yapıldığı yıllar içerisinde 1.909’ü kalp ve damar hastalıklarından olmak üzere toplam 8790 katılımcı hayatını kaybetti.

Araştırmadan ortaya çıkan önemli sonuçlardan bazıları şöyle

En uzun ömür, tenis, squash (duvar tenisi) ve badminton (tüytop) sporu yapanlarda 

  • Katılımcıların yarısından biraz azının haftalık önerilen sürenin altında ve düzensiz spor yaptığı ve ölüm oranlarının bu grupta daha çok olduğu tespit edildi. Buradan şöyle bir sonuca varmak mümkün: Spor yapmak, ölüm riskini düşürüyor. Yani spor yaparak daha sağlıklı hatta daha uzun ve yaşamak mümkün ama disiplini bırakmamak kaydıyla.
  • Araştırmadan ortaya çıkan başka bir önemli sonuç ise Tenis, Squash (duvar tenisi) ve badminton (tüytop) gibi sporlarları yapanların diğer gruptaki sporculara göre % 47 oranında daha az ölüm riski taşıyorlar.
  • Aerobik, yüzme ve bisiklet de önemli ölçüde ölüm riskini düşüren ve daha uzun yaşamayı sağlayan sporlar arasında.
  • Koşu, yürüyüş ve futbolun ölüm riskini düşürdüğü yönünde bir bağlantı bulunamadı.
  • Raket sporları, yüzme ve aerobik yapanlarda kalp yetmezliği ve kardiyovasküler hastalıklardan ölümlere daha az rastlandı.

Sonuçlar hakkında açıklama yapan grup lideri Emmanuel Stamatakis, “Sporun hem şekli hem de yoğunluğu hastalıklara karşı korunmada ve ölüm riskini düşürmede etkili. Hatta bazı spor dalları düşük, bazıları yüksek yoğunlukta pozitif etki gösteriyor ve biz şu an için bunların altında yatan metabolik mekanizmanın ne olduğunu henüz bilmiyoruz” dedi. Emmanuel Stamatakis ayrıca bu araştırmanın sadece soru-cevap şeklinde bir korelasyon çalışma olduğunu, başka bir ifade ile karşılaştırmalı anket çalışması olduğunu, kesinlikle patolojik laboratuvar çalışması olmadığını bu yüzden araştırma sonuçlarının çok fazla abartılmaması gerektiğini belirtti.


Sporla ilgili hazırlanmış diğer yazılar


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

Associations of specific types of sports and exercise with all-cause and cardiovascular-disease mortality: a cohort study of 80 306 British adults

  1. http://cjasn.asnjournals.org/content/10/7/1145
  2. http://journals.plos.org/plosmedicine/article?id=10.1371/journal.pmed.1001116
  3. http://journal.frontiersin.org/article/10.3389/fnagi.2013.00005/full#h1
  4. http://www.cell.com/cell/abstract/S0092-8674(14)01049-6

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Tip 2 Diyabete karşı alınacak basit önlemler ve teşhis-tedavide gelişmeler

Şeker hastalığı „Diabetes mellitus“

Diabetes mellitus (Şeker hastalığı) genellikle genetik ve çevresel etkenlerin birlikte oluşturduğu ve kanda glikoz seviyesinin aşırı yükselmesi ile sonuçlanan kronik metabolik bir hastalıktır. Halk arasında şeker hastalığı olarak da geçen Diabetes mellitus tarihte bilinen en eski hastalıklardan biridir. Diabetes mellitus tarihte ilk olarak karşımıza eski Mısır yazıtlarında çıkmaktadır. Hastalık, yazıtlarda diyabet hastalarının idrarının tatlı olması anlamına gelen Tatlı sıvı yani Diabetes mellitus olarak geçmektedir.

untitled-12

***

Şeker, vücut için iyi bir enerji kaynağı olup karışık bir metabolik süreç sonunda hücrelere alınır. Sağlıklı insanlarda gıdalar yolu ile alınan şeker hücrelere taşınarak enerji kaynağı olarak kullanırken şeker hastalarında bu mekanizma düzgün çalışmadığı için kan şekerinin yükselmesine neden olur.

Şeker hastalığının Tip 1 Diyabet ve Tip 2 Diyabet olmak üzere iki ana grubu bulunmaktadır. Bu iki ana grubun dışında hastalığın alt grupları da bulunmaktadır. Bu grupların her birinin ortaya çıkma sebebi farklı olsa da hepsinin oluşturduğu temel sorun aynıdır.

Aşağıda, birçok insanı yakından ilgilendirecek Tip 2 Diyabet hakkında oldukça yeni sayılabilecek teşhis, tedavi ve hastalığa karşı önceden alınabilecek önlemler konusunda bazı bilimsel çalışmalar ve bu çalışmalardan ortaya çıkan sonuçlar yer almaktadır. Bu çalışmalara geçmeden önce hafızaları tazelemek adına Tip 2 Diyabet hakkında genel birkaç bilgiyi değinmekte fayda var.

Tip-2 diyabet nedir 

Tip-2 diyabet, pankreas tarafından üretilen insülinin yeterli üretilmemesi sonucu vücutta kan şekeri düzeyinin yükselişe geçmesiyle sonuçlanan metabolik bir hastalıktır. Hastalık uzun vadede başta kan damarları ve sinirler olmak üzere birçok organda geriye dönüşü olmayan kalıcı hasarlar meydana getirir. Kalp krizi, felç, böbrek yetmezliği, retina hasarı ve erektil disfonksiyon bu zararlardan bazılarına örnek teşkil etmektedir.

Tip 2 diyabet sadece yaşlılarda görülmüyor?

Geçmişte Tip 2 diyabet için yaşlılık hastalığı denirdi. Gerçekten de Tip 2 diyabet geçmişte gençler arasından pek görülmeyen, genellikle yaşlılarda görülen bir hastalıktı. Günümüzde hazır gıdalarda kullanılan katkı maddeleri, hareketsiz bir yaşam, aşırı kilo alımı ve çevresel faktörler gençlerin ve çocukların metabolizmalarının çok erken bozulmasına sebep oluyor. Bu da gençler ve çocuklar arasında başta Tip 2 diyabet olmak üzere diğer metabolik hastalıkların hızla yaygınlaşmasına sebep oluyor.

idf

Yapılan istatistiksel çalışmalar sadece ABD de genç nüfusun yaklaşık dörtte birinde öncü diyabet belirtilerinin olduğunu gösteriyor.

Uluslararası Diyabet Federasyonu (IDF), 6. Diyabet Atlasının verilerine göre dünyada her onbir yetişkinden biri diyabet hastası. Yine aynı kuruluşun verilerilerine göre dünyada yaklaşık 415 milyon diyabet hastası bulunuyor. (Kaynağa buradan ulaşabilirsiniz)

Sağlık Bakanlığının yaptığı istatistikler Türkiye’de yedi milyonun üzerinde diyabet hastası olduğunu gösterse de gerçek sayının çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor.

2015 ve 2016 yıllarında yapılan çalışmalarından bazıları

Tip 2 diyabet için yapılan araştırmalardan çıkan ortak sonuç, hastalığın genetik yatkınlık ile yanlış yaşam tarzından kaynaklandığını işaret ediyor. Başka bir ifadeyle Epigenetik faktörler hastalığın ortaya çıkmasında önemli rol oynuyor. Aşağıda hastalığı ortaya çıkaran sebepler anlatılırken ayrıca Epigenetik konusuna da değinilmektedir.

Spor, Tip 2 diyabeti düşürüyor1

Fiziksel egzersiz insülin duyarlılığını artırarak Tip 2 diyabet riskini düşürüyor: Alman Diyabet Araştırma Merkezi (DZD) tarafından yapılan bir araştırma, spor yaparken TGFß adındaki bir molekülün özellikle kas hücrelerinde aktif hale geçerek kan şekerini düşürdüğünü gösteriyor.

TGFß ne yapıyor: TGFß, glikoz ve yağ yakma konusunda negatif rol oynayan ve insülin duyarlılığını azaltan genleri baskılayarak insülin duyarlılığının yükselmesine, buna bağlı olarak kandaki şekerin dengelenmesine sebep oluyor. Not: Araştırmaya katılanların beşte birinde sporun bu pozitif etkisi görülmedi. (1)

Kas egzersizlerinin erkeklerde Diyabet 2 riskini düşürdüğünü gösteren benzer bir araştırma da 2012 yılında Jama Intern Med dergisinde yayınlandı. (11)

Tip 2 Diyabet kalıtsal mı

Tip 2 diyabet kalıtsal bir hastalık mı yoksa bir yaşam tarzından kaynaklanan bir hastalık mı. Bu soruya kesin olarak evet veya hayır demek şimdilik pek mümkün olmamakla beraber, yapılan birçok çalışma hastalığın ortaya çıkmasında genetik mutasyonlar kadar çevresel faktörler ile yaşam tarzının da önemli rol oynadığını gösteriyor. Gerek genetik çalışmalar gerekse epigenetik çalışmalar hızla devam ederken Nature dergisinin 04 Ağustos 2016 tarihli sayısında yayımlanan makalede hastalıkta rol oynayan  bazı mutasyonlara dikkat çekiliyor.

Güney ve Doğu Asya, Amerika ve Afrika’dan toplam 120.000 sağlıklı ve Tip 2 diyabetli kişinin 2katıldığı karşılaştırılmalı genetik çalışmada 15.700 kişinin genlerinin bazı bölgelerinde 126 anlamlı varyant olduğu ve bu varyantların TCF7L2, ADCY5, CCND2 ve EML4 genlerinde olduğu ve bunların da diyabetle ilişkili olduğu tespit edildi.

Epigenetik önemli bir faktör: Yukarıda değinildiği gibi her ne kadar hastalığın ortaya çıkmasında genetik mutasyonlar rol oynasa da yapılan araştırmalar genetik mutasyonların tek başına sebep olmadığını, sorunun ortaya çıkmasında asıl belirleyici olanın epigenetik faktörler olduğunu gösteriyor. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse Tip 2 diyabet, yaşam stili ve çevresel faktörlerin mutasyonlu genin çalışmasını teşvik veya baskılaması sonucu ortaya çıkıyor veya ömür boyu ortaya çıkmıyor. Bu bağlamda sağlıklı beslenme, düzenli spor ve vücut ağırlığının sağlıklı sınırlar içerisinde olması önem kazanıyor.

Not: Daha önce 90.000 kişi ile yapılan Genomweiten Assoziationsstudien (GWAS) adlı başka bir genetik araştırmada da genlerdeki bu varyantlar varlığı tespit edilmişti. (2)

Şişmanlık, Tip 2 diyabet için risk oluşturuyor (Göbek, bel ve kalça yağlanması farklı risk oluşturuyor)

Hiç kuşkusuz diyabet ve kardiyovasküler hastalıkların ortaya çıkmasında şişmanlık önemli rol oynuyor ama Tip 2 diyabetin ortaya çıkmasında şişmanlıktan daha önemli olan fazla kiloların vücudun hangi bölgesinde yoğunlaşmış olması…

Yağlanmaya göre ve vücut şekli3

  • Elma vücut Tipi: Karın bölgesi yağlanma tipi. Bu yağlanma tipi iç organların yağlanmasına sebep olduğu için diyabet için risk oluşturuyor.
  • Armut vücut Tipi: Kalça bölgesi yağlanma tipi. Bu yağlanma tipinde yağlar deri altında yoğunlaştığından diyabet için risk oluşturmuyor.

Fazla kiloların bel, kalça veya göbek bölgesi gibi vücudun değişik yerlerinde yoğunlaşması kandaki metabolitlerin (organik bileşiklerin) miktarını da etkiliyor. Örneğin kadınlarda fazla kiloların bel bölgesinde birikmesi kanda 21 metabolitin miktarını değiştiriyor.

  • Yapılan analizler kanında düşük miktarda Lesitin bulunan kadınların bel bölgesinde yağlanmanın daha fazla, kanında yüksek miktarda Lesitin bulunan kadınların ise kalça bölgesinde yağlanmanın olduğunu gösteriyor. Başka bir ifadeyle kanda fazla miktarda lesitin bulunması diyabet riskinin varlığını işaret ediyor.
  • Erkeklerde fazla kiloların göbek bölgesinde birikmesi bel ve kalçada birikmesi daha fazla diyabet riskinin olduğunu işaret ediyor. Erkeklerde kalçada yağlanma diyabet riski için fazla bir şey ifade etmiyor. (3)

Yağlı yiyecekler Tip 2 diyabet riskini artırıyor

Yağlı gıdaların kalori bakımından zengin gıdalar olduğu ve yenildikten sonra uzun bir süre tok tuttuğu düşünülür. Gerçekten durum böyle mi acaba ?

Köln üniversitesi’nden Jens Brüning in yaptığı araştırma durumun böyle olmadığını aksine yüksek yağlı gıdalarla beslenen farelerin üçüncü günün sonunda beyninin şeker kaynaklarının tükendiğini ve derhal şeker alınması için alarm verdiğini gösteriyor.

Yağlı gıdaların alımıyla birlikte neden şeker alma ihtiyacı artıyor?: Bu konuya geçmeden önce sağlıklı bir insanda beynin şeker ihtiyacını nasıl karşıladığını kısaca anlatmakta gerekiyor. Şeker, yaşamsal önem sahip iyi bir enerji kaynağıdır ve bütün hücrelerin enerji için şekere ihtiyacı vardır ve beyin hücreleri için şekerin önemi daha da büyüktür. Gıdalar yolu ile alınan şeker, özel moleküller aracılığı ile beyin hücrelerine taşınır.

Şeker beyne nasıl alınıyor: Sağlıklı insanlarda beyin enerjisiz kaldığında hemen reaksiyon4 göstererek enerji sağlamanın yolunu arar. Bunun için bağışıklık sistemi tarafından büyüme faktörü VEGF devreye sokulur ve GLUT-1 adında şeker taşıyıcı özel moleküllerin oluşturulması için komut verilir. Yeni oluşan GLUT-1 (Glucosetransporter) molekülleri kandaki şekeri alarak beyne taşır. Bu işlemin yaşamsal iki önemi vardır. Birincisi, kandaki şekerin normal seviyeye düşürülmesi, ikincisi hücrelerin ihtiyacı olan enerjinin şeker ile karşılanması.

Yağlı gıdalar şeker alımını engelliyor: Yağlı yiyeceklerde bulunan doymuş serbest yağ asitleri, Kan-Beyin Bariyerine şeker taşıyan GLUT-1 proteinlerinin miktarını azaltıyor. Bu da şekerin kanda kalarak kan şekerinin yükselmesine ve aynı zamanda beynin şekersiz kalarak alarm vermesine sebep oluyor (4). Beyin bir taraftan şeker alınması için vücuda komut verirken, diğer taraftan doymuş serbest yağ asitleri şekerin hücrelere gitmesi engelleyerek Tip 2 Diyabet nin oluşmasına yol açıyor.

Sonuç olarak şunu diyebiliriz: Uzun süre yüksek yağlı yiyeceklerle beslenmek metabolizmada bir takım olumsuzluklara sebep oluyor ve bu da diyabet 2 riskini yükseltiyor.

Açlığın Tip 2 diyabet üzerinde olumlu etkisi

Moleküler düzeyde aç kalınırsa ne olur?

Son yıllarda Tip 2 diyabet ve diğer metabolik rahatsızlıkların tedaviye dönük araştırmalarında İntermittent fasting (Aralıklı açlık) olarak adlandırılan bir yöntem uygulanıyor.

Aralıklı açlık modu ve GADD45β proteinin Tip 2 diyabete olumlu etkisi

GADD45β proteini, 19 kromozomda bulunan GADD45β geni tarafından kodlanan ve 5karaciğere yağ asitlerinin alımını kontrol eden önemli bir proteindir. GADD45β ‘nin bilinen bu görevinin dışında başka bir fonksiyonunun daha olduğu keşfedildi.

Alman Diyabet Araştırma Merkezi (DZD) ile Alman Kanser Araştırma Merkezinin (DKFZ) ortaklaşa yaptığı bir araştırmada GADD45β protein nin Tip 2 diyabete etkisi olup olmadığı araştırıldı ve GADD45β nin bilinen fonksiyonunun dışında Tip 2 diyabete iyi gelen pozitif bir fonksiyonunun olduğu keşfedildi.

Nedir bu yeni fonksiyon: Metabolizma Aralıklı açlık moduna girmesiyle birlikte vücut derhal daha fazla GADD45β üretilmesi için komut veriypr ve üretilen GADD45β karaciğerin daha az yağlanmasını sağlayarak kan şekerini normal seviyeye getiriyor.

Sonuç 

  • Aralıklı açlık modu, ilgili genin çalışmasını teşvik ederek daha fazla GADD45β proteini üretilmesine sebep oluyor. Bu da kan şekerinin düzene girmesine yardımcı oluyor ve aynı zamanda karaciğer yağlanmasını da engelliyor (5)
  • Fazla yemek, ilgili genin çalışmasını bloke ederek daha az GADD45β proteini üretilmesine sebep oluyor. Doğal olarak bu istenmeyen bir durum. Çünkü kan şekeri yükseliyor, karaciğer yağlanıyor.

Kırmızı et, Tip 2 diyabet riskini artırıyor6

Kırmızı et tüketiminin Tip 2 diyabet riskini artırdığını gösteren birçok araştırma bulunmakta. Bu araştırmalardan biri de Alman Diyabet Araştırma Merkezi (DZD) tarafından uzun yıllar süren, 27.500 kişiyi kapsayan büyük çaplı bir araştırma. DZD nin yaptığı bu araştırmanın sonuçları günlük 150 gram kırmızı et tüketenlerde (sığır, kuzu ya da domuz eti olabilir) Tip 2 diyabet riskinin % 80 oranında arttığını gösteriyor.

Kırmızı etin metabolizmaya olumsuz etkisi

Kırmızı et tüketen ve aynı zamanda Tip 2 Diyabet hastası olan 2681 kişinin yapılan analizleri, bu kişilerin kanında yüksek miktarda ferritin, düşük miktarda glisin ve yüksek miktarlarda dört farklı yağın bulunduğunu gösteriyor.

Bu ne anlama geliyor?

Ferritin artması ve Glisin’in azalması vücutta Tip 2 diyabete giden yolda zincirleme reaksiyonların oluşmasına sebep oluyor.

  1. İhtiyaç fazlası ferritin hücrede oksidatif strese neden olur. Bu durum serbest radikallerin vücutta artması anlamına gelir ki, bu da vücut için olumsuz bir durumdur.
  2. Glisin ise vücudu zararlılardan arındıran bir proteindir. Oksidatif strese ile oluşan demir bileşikleri Glisin sayesinde vücuttan atılır. Et tüketimi glisin’in azalmasına buna paralel olarak demir bileşiklerinin vücutta artmasına sebep olur.
  3. Artan demir bileşikleri de iltihaplı tepkimelere, iltihaplı tepkimeler de Tip 2 diyabet in başlamasına sebep olur. (6)

Ailenin yaşam tarzındaki yanlışlık doğacak çocuğu diyabet hastası yapabiliyor

Genetik olarak diyabet riski taşımayan bir aile epigenetik nedenlerle (çevrenin genlere etkisiyle) doğacak olan çocuklarının diyabet hastası olmasına sebep olabiliyor. Konuya Helmholtz Zentrum München’de (DZD) yapılan bir araştırma ile açıklık getirildi.7

Araştırmanın daha iyi anlaşılması için uygulanan metodu basamak basamak anlatmakta fayda var.

  1. Önce sağlıklı erkek bir fareden sperm hücresi alındı ve bu sperm hücresi sağlıklı bir dişiden alınan yumurta hücresi ile tüp içerisinde döllendi. (vitro-Fertilisation)
  2. Aynı erkek fare bir süre çok yağlı yiyeceklerle beslenerek obez yapıldı ve fare obez yapıldıktan sonra tekrar sperm hücresi alınıp yine aynı dişi den alınan başka bir yumurta hücresi ile tüp içerisinde döllendi.
  3. Birinci ve ikinci döllenmiş yumurta genetik olarak birbirinin aynı olan iki dişi bir farenin rahmine transfer edildi.

Sonuç: Doğan iki yavru genetik olarak aynı olmasına rağmen birinci yavru sağlıklı, ikinci yavru obez doğdu. Yapılan kan analizlerinde birinci yavrunun kan şekeri normal çıkarken, ikinci yavrunun Tip 2 diyabet hastası olduğu tespit edildi.

  • Soru: İkinci farenin geninde ne değişti de obez oldu? Daha doğrusu epigenetik 8faktör babanın genini nasıl değiştirdi.
  • Cevap: Aslında babanın gen diziliminde bir değişiklik olmadı, sadece yüksek yağlı gıdalar nedeniyle babanın ilgili genine bir Metil Grubu bağlanarak genin fazla çalışması teşvik edildi ve babanın bu Metil Gruplu geni yavruya geçti ve yavru bu yüzden obez doğdu.

Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Ebeveynlerin yaşam stili genlerin kalitesini belirliyor. Sağlıklı yaşayan, sağlıklı beslenen, spor yapan anne babanın çocuklarının sağlıklı doğma şansı yüksek. Eğer anne baba, sigara içiyor ve alkol kullanıyor, hareketsiz ve stresli bir yaşam sürüyorsa, sağlıksız koşullarda yaşıyorsa genetik olarak sağlam olsalar bile çocuklarının sağlıksız doğma olasılığı yüksek oluyor. (7) (8)

Bağırsak florası ve Tip 2 Diyabet arasındaki ilişki

Yapılan birçok araştırma Tip 2 Diyabet hastaları ile normal kişilerin bağırsak florası ve bağırsak hormonlar arasında farklılıklar olduğunu gösteriyor. Aşağıda bu konuda yapılmış üç değerli araştırma bulunmaktadır.

1- Araştırma: Tip 2 diyabet hastaları için “İzomaltuloz Şekeri” daha iyi

Alman Diyabet Araştırma Merkezinin (DZD) yapmış olduğu araştırma, Tip 2 diyabet hastalarının normal şeker yerine Disakkarit izomaltuloz (Palatinose) kullanmalarının daha uygun olacağını gösteriyor.

İzomaltuloz’un bu olumlu etkisi, bağırsaklarda görev yapan ve vücudun insülin ekonomisini düzene sokan GLP-1 ve GIP adında iki hormonun salınımında değişikliklere sebep olmasından kaynaklanıyor.

İzomaltuloz şekeri insülin miktarını artırırken, kan sekerini düşürüyor

Tip 2 diyabet hastası 10 yetişkin ile yapılan bu araştırmada hastaların bir kısmına 50 gr izomaltuloz, diğer kısmına ise 50 gr beyaz şeker verildi. Bir süre sonra yapılan kan analizleri izomaltuloz verilen deneklerin kanında şekerin % 20 daha az, insülin % 55 daha fazla olduğunu gösterdi. Ayrıca bağırsaklarda yapılan ölçümlerde İzomaltuloz verilen deneklerin diğer gruptakilere göre GIP miktarının daha az, GLP-1 miktarının daha fazla olduğu bulundu.

İki şeker de tatlı ve kalorileri aşağı yukarı aynı ama kimyasal yapılarındaki farklılıklar 9bağırsaklarda farklı ezilmelerine sebep oluyor. Normal şeker bağırsaklarda çabuk emilirken izomaltuloz yapısı gereği daha uzun süre kalıyor.

Sonuç: Bu araştırma açık bir şekilde Tip 2 diyabet hastalarının normal şeker tüketmek yerine izomaltuloz şekeri tüketmenin daha iyi olacağını gösteriyor. (9)

2- Araştırma: Probiyotik Lactobacillus reuteri insülini düzenleyici etkisi

Tip 2 Diyabet hastalığının bağırsak florası ile ilgili olduğunu gösteren bir diğer araştırma da Düsseldorf’ta bulunan Alman Diyabet Merkezi tarafından yapılan araştırma. Bu araştırmada günlük olarak Probiyotik lactobacillus reuteri kullanımının, özellikle yemeklerden sonra kandaki şekerin yüksek veya düşük olmasına göre bağırsaklarda GLP-1 ve GLP-2 hormonlarını artırıyor. Ve bu artış insülin üretiminin % 49 oranından yükselmesine sebep oluyor.

Probiyotikler nedir?

Probiyotikler, insan vücudunda özellikle bağırsaklarda görev yapan ve bağırsak florasını düzenleyen doğal dost bakterin ve mayaların genel ismidir. Lactobacillus reuteri ise bu gruba dahil olan ve doğumdan itibaren insan vücudunda ve hatta anne sütünde bile bulunan doğal bir bakteridir. Lactobacillus reuteri aynı zamanda, vücutta bulunan zararlı patojenler karşı da mücadele eder.

Probiyotikler, yoğurt, peynir, kefir, bitter çikolata, ayran, keçi sütü gibi gıdalarda bulunduğu için bu gıdaları tüketerek bu bakterileri dışarıdan almak mümkün.

Sonuç olarak bu araştırma Lactobacillus reuteri ile hazırlanmış ilaçlarların Tip 2 diyabetin tedavi edilebilir veya en azından bu hastalarda kan şekerinin önemli oranda aşağı çekilebilir. (9)

3- Araştırma: Tip 2 diyabet riskini önceden tespit etmek mümkün olabilir !

Yukarıda da belirtildiği gibi yapılan birçok araştırma sağlıklı kişilerle Tip 2 diyabet hastalarının bağırsak florasının farklı olduğunu gösteriyor. Bu bilgi ışığında Tip 2 diyabet daha henüz 10başlamadan yani kişi henüz sağlıklıyken, bağırsak florasındaki bakterilerin çeşidi veya sayısı veya bağırsak florasındaki başka kriterler o kişinin risk altında olup olmadığını hakkında bir ipucu verebilir mi ?

Münih Alman Diyabet Merkezi tarafından yapılan araştırmada tam da bu soruya cevap arandı. Hemen belirtelim, cevap bulundu ama araştırma gebelik diyabeti sorunu yaşayan küçük bir grupla yapıldığı o yüzden şimdilik kesin bir şey söylemek için henüz erken. Zira sonuçların bir kez daha teyid edilmesi için büyük gruplar ile bir dizi araştırmanın daha yapılması gerekiyor.

Bu araştırmada dikkate değer ne bulundu?

Yapılan bu araştırmadan çıkan sonuçlar risk altındaki kişilerin bağırsağında Prevotellaceae adın bir bakteri ailesinin artışa geçtiğini gösteriyor. Bu bakterinin ürettiği enzim bakteri yüzeyindeki koruyucu mukus tabakasına zarar vererek bağırsağın bariyer fonksiyonunu azaltıyor. Bu durum ise iltihaplanmalara yol açarak insülin duyarlılığının azalmasına dolayısıyla kan şekerinin yükselmesine sebep oluyor. (10)


Diyabet hakkında hazırlanmış diğer makaleler


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. TGFβ contributes to impaired exercise response by suppression of mitochondrial key regulators in skeletal muscle
  2. The genetic architecture of type 2 diabetes
  3. Specific Metabolic Markers Are Associated with Future Waist-Gaining Phenotype in Women
  4. Myeloid-Cell-Derived VEGF Maintains Brain Glucose Uptake and Limits Cognitive Impairment in Obesity
  5. Fasting-induced liver GADD45β restrains hepatic fatty acid uptake and improves metabolic health
  6. Amino acids, lipid metabolites, and ferritin as potential mediators linking red meat consumption to type 2 diabetes
  7. Epigenetic germline inheritance of diet-induced obesity and insulin resistance
  8. Early hypermethylation of hepatic Igfbp2 results in its reduced expression preceding fatty liver in mice
  9. Effects of Palatinose and Sucrose Intake on Glucose Metabolism and Incretin Secretion in Subjects With Type 2 Diabetes
  10. The stool microbiota of insulin resistant women with recent gestational diabetes, a high risk group for type 2 diabetes
  11. A Prospective Study of Weight Training and Risk of Type 2 Diabetes Mellitus in Men

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Duygusal gözyaşı nedir? Göz yaşı ile milyonları hipnotize etmek mümkün mü?

Ağlama, sıklıkla ağrı, üzüntü, korku, öfke ya da sevinç içindeyken gerçekleşen insani bir reaksiyondur. Ağlama sadece belirli bir duygunun ifadesi değil, bazen bir amaca ulaşmak için manipülatif amaçla başvurulan etkili bir yöntemdir de.

İnsanlar neden ağlar? Bu sorunun cevabı bilimde tartışmalı bir konu. İlk olarak bu soruyu soranlardan bir de Charles Darwin di. Charles Darwin bu konu hakkında birbirinin karşıtı olan ama aynı zamanda birbirini dışlamayan iki teoriden bahsetmişti. Bunlardan ilki, ağlamanın bir sosyal etkileşim ve iletişim biçimi olduğu yani ağlamanın bir sosyal davranış biçimi olduğu, ikincisi ise vücudun fiziksel ve psikolojik strese karşı verdiği koruyucu fizyolojik bir reaksiyon olduğu… Hiç kuşkusuz her iki tezin de kabul edilir makul argümanları bulunmaktadır.

***

Gözyaşı toplumda öyle etkili araç ki, iki damla gözyaşı ile milyonları etkilemeniz mümkün. Zira Niklas Holzberg’in “Ars Amatoria Ovid” adlı kitabında dediği gibi “Gözyaşı sizi kazanan taraf yapar. Ellerinizle ıslanmış gözlerinizi ve yanaklarınızı silerken çeliği bile yumuşatabilirsiniz. [29]

Gözyaşı, gerek çocuklarda gerekse yetişkinlerde kimi zaman gizlenerek, kimi zaman da açık açık gösterilerek etkili bir yaptırım aracı olarak kullanılmaktadır. Birçoğumuz çocukların bu yönteme sıklıkla başvurduğuna şahit olmuşuzdur. Çocuklar kadar olmasa da yetişkinler de manipülatif amaçlı gözyaşı dökmeye pek hevesli görünüyorlar. Özellikle Ortadoğu ülkelerinde politikacı ve din adamları tarafından yaygın olarak manipülatif amaçlı dökülen gözyaşları, milyonları hipnotize eden, orduları ele geçiren hatta koca koca ülkelerin yönetimlerini değiştiren tehlikeli bir silah haline dönüşebiliyor. Hiç kuşkusuz liderlerinin iki damla gözyaşı ile hipnotize olan ve çoğu zaman histeri nöbetine girip kendini kaybeden bu kitlelerin de bilimsel olarak ele alınıp incelenmesi gerekiyor.

Gözyaşı gibi güçlü bir sosyal etkileşim aracı maalesef bilimde yeterince ele alınıp incelenmemiştir. Aşağıda Ludwig-Maximilians Üniversitesi tarafından yapılan ve 2 Temmuz 2009 yılında Ophthalmologe dergisinde yayınlanan az sayıdaki araştırmalardan biri bulunmaktadır. Ayrıca konuyu zenginleştirmek amacıyla ağlamakla ilgili günlük literatür ve bazı kitaplardan alıntılar yapılarak makaleye ilave edilmiştir.

Araştırmada gözyaşı nedir, kaç çeşit gözyaşı vardır, içeriğinde hangi bileşenler vardır, ağlama nedir, kaç çeşit ağlama vardır, ağlamanın toplumdaki yeri nedir gibi ilginç konular yer almaktadır.

Gözyaşının kimyasal bileşenleri

 Yapı ve kimyasal bileşen olarak 3 değişik tipte gözyaşı vardır.

  1. Temel gözyaşı
  2. Refleks gözyaşı
  3. Duygusal gözyaşı

İlk ikisi hem hayvanlarda hem insanlarda üretilirken, duygusal gözyaşı yüksek beyin yapısı nedeni ile de sadece insanlarda üretilir.

Temel gözyaşı

Temel gözyaşı üretimi dakikada 0.19-1.2 µl arasında [28, 42] olup, hacmi 2,74 – 10 µl dir. [42, 72] Temel gözyaşı üretimi yaş ilerledikçe azalır. [42] Normal bir gözde Temel gözyaşı pH değeri yaklaşık 7.4, kuru20 gözlerde ise bu değer 7.8 çıkmaktadır.

Elektroforezi tekniği ile yapılan analizlerde temel gözyaşında 80 farklı protein ve polipeptitin bulunduğu ve bunların % 50’sinin enzim olduğu tespit edildi. En fazla bulunan üç protein sırasıyla, Lizozim (% 24-47), Lactoferrin (% 23–29) ve Lipocalin dir (% 15–33). [20, 23]

Temel Gözyaşının görevleri

  1. Optik: Korneanın yüzeyinindeki düzensizliği dengelemek.
  2. Tropik: Korneaya oksijen ve besin sağmak,
  3. Antibakteriyel: S-IgA, Izo-Aglütinin, Lizozim, Laktoferrin, Proteaz inhibitörleri gibi Antibakteriyelleri içerdiği için gözü mikroplara karşı korumak.
  4. Temizleyici: Atık maddeleri ve iltihap oluşturabilecek zararlı maddeleri temizlemek.

Refleks gözyaşı

Göz, fiziksel veya kimyasal bir uyaran ile karşı karşıya kaldığında buna tepki olarak Refleks gözyaşı üreterek gözün tahriş olmaması için bu uyaranları gözden uzaklaştırır. Refleks gözyaşına en bilindik örnek soğan doğrarken gözden dökülen yaşlardır. Refleks gözyaşı üretimi herhangi bir tehlike anında dakikada 100 µl kadar üretilir [28]. Böyle bir uyarılma durumunda gözyaşında potasyum (K+) konsantrasyonu azalırken sodyum (Na+) konsantrasyonu artar. [28]

Ayrıca refleks gözyaşındaki protein konsantrasyonu 6.0 mg / ml iken, temel gözyaşında protein miktar 9.1 mg /ml. [21]

Refleks Gözyaşının görevleri

  1. Soğuktan korur
  2. Mekanik hasarların vermiş olduğu zararı onarır
  3. Keskin kokulardan korur
  4. Zararlı kimyasal maddelerden korur

 Duygusal gözyaşı

Duygusal gözyaşı, yüz kaslarının değişimi ile birlikte gözyaşı bezlerinden sıvı salgılanması ile ortaya çıkan karmaşık bir salgı-motor (secretomotor) tepkimedir.

Duygusal gözyaşları içgüdüsel sesler ve bazı durumlarda hıçkırıkla birlikte ortaya çıkar [55]. Duygusal 66gözyaşı üretimi dakikada 400 µl civarında olup Refleks Gözyaşında olduğu gibi yüzey anestezi etme görevi yoktur [53].

Duygusal gözyaşı ile ilgili şu ana kadar çok az araştırma yapıldı. Yapılan bu araştırmalardan biri de William Frey ait. William Frey yapmış olduğu araştırmada duygusal gözyaşında refleks gözyaşına göre cinsiyetten bağımsız % 24 daha fazla protein olduğunu [19], ayrıca buna ek olarak, kadınlarda yüksek seviyelerde Prolaktin, Manganez, Potasyum ve Serotonin olduğunu tespit etti. [7, 19, 41, 66] Bu verilerden yola çıkan William Frey, duygusal gözyaşının vücuttan toksik maddelerin atılmasına katkı sağladığı fikrine vardı. [18] Üzüntülü bir anda hıçkırıklar eşliğinde duygusal gözyaşları dökülebileceği gibi, mutlu bir anda kahkahalar eşliğinde de duygusal gözyaşları dökülebiliyor. [54]

İlginç bir ayrıntı: Üzüntülü bir anda göze bir kaç damla su damlatarak simüle gözyaşlarının dökülmesi tetiklenebiliyor [49]. (Mori H, we feel sorry because we cry.)

***

Duygusal ağlamayı etkileyen faktörler

Tom Lutz „Tränen vergießen. Über die Kunst zu weinen“ adlı kitabında şöyle diyor: „Gözyaşının bir dili ve bu dilin bir dil bilgisi kuralı vardır. Bu kurallar, kültür, kişinin toplumdaki yeri (mesleki ve ekonomik durumu), cinsiyet, hormonlar, beyin biyokimyası, yetiştirilme, bireysel eşik gibi birçok yan öğeye göre şekillenir. Gözyaşının ne zaman ve ne şekilde döküleceğini bu şekillenmiş kurallar belirler.“ [40]

Hormonlar ve ağlama (Prolaktin, Progesteron ve Östrojen)

Duygusal ağlama da sinirlilik, duygusallık gibi premenstrüel sendromun bir parçasıdır. [30] Prolaktin bir kadınlık hormonu olup gerek menstruation sırasında, gerek hamilelikte, gerekse emzirme sırasında kanda ve gözyaşı sıvısında artışa geçer. Prolaktin hormonunun gözyaşı sıvısında bulunduğu hayvanlarla yapılan benzer deneylerde de birçok kez teyid edildi ama yapılan araştırmalar kadınlarda ağlama ile gözyaşında Prolaktin hormonu artışı arasında bir ilişki bulunmadığını, buna karşın sürekli ağlayan erkeklerin gözyaşında, kadınlık hormonu Prolaktinin ağlamayan erkeklere göre çok daha fazla bulunduğunu gösteriyor. [69]

Bu sonuçlar erkeklerde sürekli ağlama halinin hormonal bir dengesizlikten kaynaklandığını düşündürüyor. [68]

Not: Kadınlarda hamilelik ve menstruasyon sırasında duygusal ağlama atağının progesteron ve östrojen seviyesi ile ilgili olduğu düşünülüyor. [69]

Etnik farklılıklar ve ağlama

Her toplumun, her etnik grubun kendine has kültürel değerleri, dini inançları, gelenekleri ve interaktif kuralları vardır. Etnik grupların kendine has bu özellikleri fiziksel veya ruhsal acı karşısında veya herhangi bir sosyal olay karşısında farklı tepki vermesine sebep olabiliyor. Aynı olay karşısında bir grup abartılı tepki verirken, başka bir grup tepkisiz kalabiliyor.

Örneğin Akdeniz ülkelerinde yaşayan insanların acıya karşı verdiği abartılı ağlama tepkisi diğer etnik gruptaki insanlara göre çok daha fazla. İngilizler, İsveçliler ve Almanlar daha az ağlıyorlar. [34]

Uluslararası yapılan bir araştırmada yetişkin-ağlayanların en çok bulunduğu ülkeler arasında Türkiye ilk sırada yer alıyor. Türkiye’yi sırasıyla Şili ve Kuzey Amerikalı kız öğrenciler, İtalyanlar ve Kuzey Amerika ve Avusturyalı erkek öğrenciler takip ediyor. En az ağlayan ülkeler ise erkeklerde Peru, Bulgaristan, İspanya, kadınlarda Nijerya. [69]

Duygusal ağlamanın sebepleri de etnik gruplara göre farklılık gösteriyor. Örneğin Japonlar ilişkilerden kaynaklanan üzüntülere ağlarken, batılılar ölüm ve ayrılığa daha fazla ağlıyor. Türklerde en çok ağlayan gruplarları dinsel orijinli gruplar oluşturuyor. Bu gruplar daha çok sanal hikayeler ile bu sanal hikayelerdeki kahramanların yaşantılarına gözyaşı döküyor. Türkiye’de en az ağlayan grubu ise Liberaller oluşturuyor. [34]

Bali’de Hindu geleneğinden dolayı cenaze törenlerinde çok seyrek ağlanırken, Yeni Zelanda’daki Maoriler bol bol gözyaşı dökerler. [34]

Sosyal farklılıklar, mesleki ve ekonomik durum ve ağlama

Duygusal ağlama sıklığındaki farklılık sadece etnisiteye özel bir durum değil. Yapılan araştırmalar duygusal ağlama sıklığının aynı zamanda sosyal sınıf, ekonomik koşullar, meslek ve eğitim durumuyla da yakından ilgili olduğunu gösteriyor.

Eğitim durumu, mesleki kariyer, ekonomik durum yükseldikçe duygusal ağlama da o nispette azalıyor. Örneğin, meslek grupları içerisinde din adamları, terapistler, hemşireler, düz işçiler daha sık ağlarken, doktorlar, mühendisler, borsacılar, kamyon şoförleri, askerler daha az ağlıyor. [34]

Ağlamada bireysel eşik

Duygusal ağlamanın eşiği de kişiden kişiye değişebiliyor. Ruh hali, yorgunluk, menstrüasyon, hayal kırıklığı, hamilelik, hormonal dalgalanma, üzüntü, öfke, fiziksel koşullar duygusal ağlamanın başlamasını yakından etkiliyor. Güçlü ego ve dışa karşı mesafeli duran bireyler empatik kişilere göre daha az ağlıyorlar. [69]

Cinsiyet farklılığı ve ağlama

Yapılan araştırmalar, yıl içerisinde kadınlar ve erkeklerin 13 yaşına kadar aşağı yukarı eşit sayıda ağladığını, 13 yaşından sonra bu sayının kadınlarda % 30 ile 64, erkeklerde % 6 ile 17 arasında değiştiğini gösteriyor. [69]

Erkeklerin ağlama süresi 2 ile 4 dakika arası değişirken bu süre kadınlarda 6 dakika. Araştırmalardan ortaya çıkan enteresan bir sonuç da erkeklerin % 15’i, kadınların % 65’i hıçkırarak ağlıyor. [18, 27] Başka enteresan bir sonuç ise kadınların % 6’sı, erkeklerin % 45’i hiç ağlamayan grupta yer alıyor. Kadınların en fazla ağladıkları durumlar genellikle çatışma, kişisel olarak yetersiz kaldıkları ve kaybettikleri durumlar ile zaman zaman duygusal ve sosyal olaylar karşısında yetersiz kaldıkları durumlar. [69] Araştırmalardan çıkan sonuçlardan bir başkası da ağlamanın kadınlarda saldırganlığı bastırdığı yönünde. [34] Erkekler daha çok empati ve ayrılıklarda ağlıyor. [69]

Batı Avrupa ve ABD’de sosyal statülü ve yüksek ücretli işlerde çalışan kadınlar daha az ağlıyor. Yapılan araştırmalar son zamanlarda “Duyarlı Erkek” modası oluştuğunu, bu yüzden birçok erkeğin sırf kompliman veya dalkavukluk olsun diye ağladığını gösteriyor. Hatta istatistikler dalkavukluk olsun diye ağlayan erkek sayısının ağlamayan erkek sayısından bile fazla olduğunu gösteriyor. [34, 37, 69]

Günümüzde birçok ortadoğu kökenli politikacı, sanatçı ve kanaat önderi diye adlandırılan manupulatif gruplardaki erkeklerin kameralar önünde salya sümük ağlayarak show yaptıkları bir moda akımı başladı. [34]

 Manipülatif ağlama

Timsahlar avlarını yerken ağızlarını çok fazla açtıkları için gözyaşı bezleri üzerinde bir baskı oluşur, bu baskı neticesinde timsahın gözlerinden yaş gelir. [36] Bu olay “Timsah gözyaşları” deyiminin doğmasına sebep olmuştur. Yani bu kişinin ağlarken aslında vicdan azabında samimi olmadığını belirtmek için söylenmiş bir sözdür.

Sempati kazanmak, karşı tarafa suçluluk duygusu yüklemek, birisini uzaklaştırmak veya yanına çekmek için gözyaşından daha etkili bir araç yoktur. Bazı politikacılar ve deneyimli sinema ve tiyatro sanatçıları planlı gözyaşı dökebilmek için gözyaşı bezlerini disipline ederek kitleleri manipüle edebilmektedirler. Duygu içermeyen ve amacı karşıdaki kişiyi sadece aldatmak olan bu ağlama Manipülatif ağlamadır (Manipulative tears). Bunun halk arasındaki karşılığı ise Timsah Gözyaşlarıdır. [34]

Yapılan araştırmalar bu yönteme kadınların erkeklerden daha sık başvurduklarını gösteriyor. Ancak, aldatma ya da manipülatif ağlama bazen bilinçaltından da kaynaklanabiliyor, yani kişi bunu bilinçsizce de yapabiliyor. [34]

Patolojik / Sahte ağlama “Timsah gözyaşları”

Patolojik gözyaşı, “Timsah gözyaşları” gibi sahte olsa da ne manipülatif, ne de duygusal ağlamadan kaynaklanan bir gözyaşıdır.

Tıpta Crocodile tears phenomenon, Gustolakrimales phenomenon ya da Bogorad Syndrome gibi çeşitli isimler ile anılan bu ağlama biçimi gözyaşı bezlerinde meydana gelen genetik bir mutasyondan kaynaklanmaktadır. [5]

Bu ağlama tarzı genellikle tuzlu ve ekşi gıdalar yerken rahatsız edici bir şekilde gözden yaş gelmesi ile kendini gösterir.

Sebep: Tükürük bezlerine giden hatalı sinir hücrelerinin yemek esnasında gözyaşı bezlerine baskı yapması ile ortaya çıkar. [2, 3, 43]

Bazı patolojik ağlama hastaları başka bir nörolojik sebepten dolayı kimi zaman 24 saat süren ağlama nöbetine girebilirler. Bu durum Merkezi Sinir Sistemindeki (MSS) hasarlı sinir kümelerinin Serebral Korteks ile Beyinciğe dokunmasından kaynaklanır. [54]

Patolojik ağlamanın nadiren görülen ağır formlarından biri de Gelastik Epilepsi ile birlikte meydana gelen yani hem ağlama hem gülme krizinin aynı anda olmasıdır. [8, 17, 54]

Patolojik ağlamalar ağır beyin hasarı belirtisi olabilir bu nedenle hastaların kapsamlı beyin incelemesi yapılması gerekir.

Depresyon ve ağlama

Kottler JA, „Die Sprache der Tränen“ adlı kitabında depresyon ve ağlama için şöyle diyor “Ağlamak, depresif insanlar için nefes almak gibidir.” [34]

Ağlama, belirli sınırlar içinde vücutta yapıcı ve onarıcı özelliği olan sağlıklı bir metabolik fonksiyondur. Ancak sürekli ve kontrol dışı ağlama nöbetine girmek bir depresyon belirtisidir ki, bu ağlama sağlıksız bir ağlamadır, tedavi edilmesi gerekir.

Alacrima (hiç ağlayamama veya Triple-A-Sendromu)

Alacrima, AAAS Genindeki bir mutasyondan dolayı gözyaşı bezlerinin gözyaşı üretememesidir.

AAAS Geninin görevi: AAAS geni Adracalin adında bir protein kodlar. Bu proteinin görevi hücrenin çekirdek zarında kanalların oluşmasını yani gözyaşı kanallarının oluşmasını sağlamaktır. AAAS Geninde meydana gelen mutasyon gözyaşı oluşumunu engeller.

Alacrima, toplumda 1:1.000.000 görülen genetik bir rahatsızlıktır. Bu kişiler duygusal olarak ağlasalar da gözlerinden yaş gelmez. Alacrima’ya sebep olan nöronal arıza gebeliğin 4-6 haftalarında meydana gelir. [44] Alacrima genellikle Duane sendromu (şaşılık), Möbius Sendromu (yüz felci) ile birlikte görülen bir rahatsızlıktır. [32, 44, 46, 70]


Benzer konuda hazırlanmış diğer yazılar


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  • 2– Axelsson A, Laage-Hellman JE (1962) The gusto-lachrymal reflex. The syndrome of crocodile tears. Acta Otolaryngol 54:239–254PubMedCrossRef
  • 3– Alf Axelsson & Jan-Erik Laage-Hellman(1962) The Gusto-Lachrymal Reflex: The Syndrome of Crocodile Tears CrossRef
  • 5– Bogorad FA (1979) The symptom of crocodile tears. F. A. Bogorad. Introduction and translation by Austin Seckersen. J Hist Med Allied Sci 34:74–79PubMedCrossRef
  • 6– Brodsky MC, Fray KJ (1998) Brainstem hypoplasia in the Wildervanck (cervico-oculo-acoustic) syndrome. Arch Ophthalmol 116:383–385PubMed
  • 7– Brunish R (1957) The protein components of human tears. AMA Arch Ophthalmol 57:554–556PubMed
  • 8– Cantu RC, Drew JH (1966) Pathological laughing and crying associated with a tumor ventral to the pons. Case report. J Neurosurg 24:1024–1026PubMedCrossRef
  • 17– Feinstein A, Feinstein K, Gray T, O’Connor P (1997) Prevalence and neurobehavioral correlates of pathological laughing and crying in multiple sclerosis. Arch Neurol 54:1116–1121PubMed
  • 18– Frey WH (1985) Crying. The mystery of tears. Winston Press, Minneapolis
  • 19– Frey WH, Sota-Johnson D, Hoffman C, McCall JT (1981) Effect of stimulus on the chemical composition of human tears. Am J Ophthalmol 92:559–567PubMed
  • 20– Fullard RJ (1988) Identification of proteins in small tear volumes with and without size exclusion HPLC fractionation. Curr Eye Res 7:163–179PubMedCrossRef
  • 21– Fullard RJ, Snyder C (1990) Protein levels in nonstimulated and stimulated tears of normal human subjects. Invest Ophthalmol Vis Sci 31:1119–1126PubMed
  • 23– Gachon AM, Richard J, Dastugue B (1982) Human tears: normal protein pattern and individual protein determinations in adults. Curr Eye Res 2:301–308PubMedCrossRef
  • 27– Hastrup JL, Baker JG, Kraemer DL, Bornstein RF (1986) Crying and depression among older adults. Gerontologist 26:91–96PubMed
  • 28– Heiligenhaus A (2007) Anatomie und Physiologie der Tränendrüse. In: Messmer EM (Hrsg) Diagnose und Therapie des Trockenen Auges. UNI-MED, Bremen, S 13–18
  • 29– Holzberg N (2000) Ovid „Liebeskunst. Ars Amatoria“. Artemis & Winkler, Düsseldorf
  • 30– Horsten M, Becht M, Vingerhoets A (1997) Crying and menstrual cycle. Psychosom Med 59:102–103
  • 32– Kasar PA, Khadilkar VV, Tibrewala VN (2007) Allgrove syndrome. Indian J Pediatr 74:959–961PubMedCrossRef
  • 34– Kottler JA (1997) Die Sprache der Tränen. Diana, München
  • 36– ropiunigg U (2003) Indianer weinen nicht. Kösel, München
  • 37– Labott SM, Ahleman S, Wolever ME, Martin RB (1990) The physiological and psychological effects of the expression and inhibition of emotion. Behav Med 16:182–189PubMed
  • 40– Lutz T (2000) Tränen vergiessen. Über die Kunst zu weinen. Europa, Hamburg
  • 41– Martin XD, Brennan MC (1994) Serotonin in human tears. Eur J Ophthalmol 4:159–165PubMed
  • 42– Mathers WD, Lane JA, Zimmerman MB (1996) Tear film changes associated with normal aging. Cornea 15:229–234PubMedCrossRef
  • 43– McCoy FJ, Goodman RC (1979) The crocodile tear syndrome. Plast Reconstr Surg 63:58–62PubMed
  • 44– Miller MT, Stromland K, Ventura L (2008) Congenital aberrant tearing: a re-look. Trans Am Ophthalmol Soc 106:100–115PubMed
  • 46– Minn D, Christmann D, De Saint-Martin A et al (2002) Further clinical and sensorial delineation of Schinzel-Giedion syndrome: report of two cases. Am J Med Genet A 109:211–217CrossRef
  • 49– Mori H, Mori K (2007) A test of the passive facial feedback hypothesis: we feel sorry because we cry. Percept Mot Skills 105:1242–1244PubMedCrossRef
  • 53– Mutch JR (1944) The lacrimation reflex. Br J Ophthalmol 28:317–336PubMedCrossRef
  • 54– Parvizi J, Anderson SW, Martin CO et al (2001) Pathological laughter and crying: a link to the cerebellum. Brain 124:1708–1719PubMedCrossRef
  • 66– van Haeringen NJ, Glasius E (1976) The origin of some enzymes in tear fluid, determined by comparative investigation with two collection methods. Exp Eye Res 22:267–272CrossRef
  • 68– Vingerhoets AJ, Assies J, Poppelaars K (1992) Prolactin and weeping. Int J Psychoanal 39:81–82PubMed
  • 69– Vingerhoets AJ, Cornelius RR, van Heck GL, Becht ML (2000) Adult crying: A model and review of the literature. Rev Gen Psychol 4:354–377CrossRef
  • 70– Vucicevic-Boras V, Juras D, Gruden-Pokupec JS, Vidovic A (2003) Oral manifestations of triple A syndrome. Eur J Med Res 8:318–320PubMed
  • 72– Walter S, Behrens-Baumann W (2007) Zusammensetzung des Tränenfilms. In: Messmer EM (Hrsg) Diagnose und Therapie des Trockenen Auges. UNI-MED, Bremen, S 32–37

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.