Açlık hissini bastıran doğal bir madde

Açlık ve tokluk toplumda farklı bakış açılarına göre değerlendirilen fiziksel, sosyal, ekonomik, politik, tarihsel, psikolojik, biyolojik bir fenomendir.

Açlık nedir: Açlık, vücudun depolamış olduğu enerjiyi tüketmesi ile ortaya çıkan enerji arzusuna beyinin vücuda vermiş olduğu biyolojik bir uyarıdır. Çoğu zaman midede hissedilmesine rağmen, konsantrasyon eksikliği, baş ağrısı veya mide bulantısı gibi belirtiler ile kendini başka şekillerde de hissettirir.

Açlık, beyinde ortaya çıkan kompleks süreçtir

Açlık ve tokluk karmaşık biyokimyasal bir süreç olup bu süreçte halâ aydınlatılamamış birçok nokta bulunmaktadır.

Açlık ve tokluk konusunda bilinenlerden bazıları:

  • Açlık ve tokluk duygusu mide, bağırsaklar ve karaciğerden beyne giden sinyaller ile oluşur.
  • Açlıkla ilgili tüm mesajlar örneğin; açlık-tokluk hissi, enerji rezervi ve enerji düzenlemesi beynin hipotalamus bölgesinden yönetilir.
  • Gıda alımından hemen sonra karaciğerde glikoz ve glikojen parçalanır, yağ ve protein metabolizması devreye girerek karaciğer, mide ve bağırsaklarda bulunan çeşitli reseptörlere çeşitli neurotransmitter ulaşarak otonom sinir sistemi üzerinden hipotalamusa „Doydum“ sinyali gönderilir.
  • Ghrelin (indükleyici büyüme hormonu Release), amilin, leptin, peptide YY , glucagon-like peptid 1 ve insülin açlık ve toklukta rol oynayan önemli hormonlardır.

*** 

Açlık hissini bastıran kimyasal madde: Propionate

Açlığın şiddeti arttığı ve yeme atağının başladığı zamanlarda sağlıklı yemekler yiyerek açlığımızı gidermek yerine pizza, patates, kek, hamburger gibi kalori bakımından oldukça zengin yağlı ve tatlı yiyeceklerle yöneliriz, bu da kaçınılmaz olarak kilo sorununu beraberinde getirir.

İngiliz araştırmacılar şiddetli açlık anında kontrolsüz yemeyi önleyen yani iştahı frenleyen inulin propionate ester adında bir kimyasal geliştirdi.

Propionate’ın vücuttaki fonksiyonu

Daha önce yapılan araştırmalardan edindiğimiz bilgiler ışığında propionate’ın vücutta nerede ve hangi şartlarda üretildiğini ve vücutta ne gibi görevi olduğunu oldukça ayrıntılı olarak biliyoruz. Buna göre; meyve sebze, tahıl ve baklagiller gibi lifli yiyecekler bağırsaklardaki mikroorganizmalar tarafından fermantasyona uğratılarak kısa zincirli yağ asitlerine dönüştürülürler. Propionate da bu bozunma ürünlerinden biridir.

Propionate’ın vücutta artması peptide YY (PYY) ve glucagon-like peptid 1 (GLP-1) hormonlarının üretimini teşvik eder ki, bu da beyne tokluk hissinin geçmesi dolayısıyla iştahın bastırılarak yemenin sonlandırılmasına sebep olur. Bu bakımdan lifli gıdalarla beslenmek bağırsaklarda Propionate miktarının artmasına ve buna bağlı olarakta iştahın bastırılmasına sebep olur. [1] [2]

İştah bastırıcı olarak “Propionat”foto 2

Propionate’in iştah bastırıcı özelliği keşfedildikten sonra, propionate konusunda yapılan çalışmalar hız kazandı. Imperial College London dan Claire Byrne liderliğindeki araştırma grubu da bu maddeyi incelemeye alan gruplar arasında.

Claire Byrne ve ekibi, kimyada ester­leşme tepkimesi olarak adlandırılan yöntem ile lifler sınıfından bulunan ve doğal bir polisakkarit olan inulin’i, propionate’a bağlayarak inulin propionate esteri elde ettiler. Daha sonra bu esterden 10 gram alarak süt içine karıştırdılar ve karışımı 20 kişiden oluşan denek grubunun bir kısmına verdiler. Denek grubunun diğer kısmına ise (kontrol grubu) içerisinde sadece inulin olan ama propionate içermeyen içecek verdiler.

Kısaca özetleyecek olursak; 1. gruba inulin+propionate, 2. gruba sadece inulin verildi.

Not: Burada İnulin propionate ester yapmadaki amaç deneklere bir seferde hacim olarak küçük, içerik olarak zenginleştirilmiş Propionate vererek beyindeki değişimi tespit etmek. (10 gramlık zenginleştirilmiş Propionate, 60 gramlık lifli gıda yemeye eşdeğer)

Beynin ödüllendirme merkezinde neler oluyorOhne Titel

Verilen süt içildikten sonra iki grupta bulunan deneklerin beyinlerinde ne gibi değişiklerin olduğunu tespit etmek amacıyla Manyetik rezonans görüntüleme (MR) tekniği ile beyin tomografisi çekildi. Beyin tomografisi çekilirken deneklerin iştah durumlarını tetiklemek amacı ile çikolata, kek pizza gibi kalori bakımından zengin gıdaların fotoğrafları gösterildi.

Sonuç

  • İnulin+propionate verilen 1. gruptakilerin beyinlerinin ödüllendirme merkezinde düşük aktivite ölçüldü. Yani bu grupta açlık hissi veya yeme hissi oluşmadı.
  • Saf inulin verilen 2. gruptakilerin beyinlerinin ödüllendirme merkezinde yüksek aktivite ölçüldü. Başka bir ifade bu gruptakiler yiyeceklere daha fazla ilgi gösterdiler.
  • Deneyin ikinci aşamasında deneklere bir tabak spagetti verildi ve inulin propionate ester grubu tabaklarına konulan spagettinin sadece %10’nu yediler.

Bu araştırma, propionate’nin açık bir şekilde iştah bastırıcı etkisinin olduğunu ve aşırı yemek yeme isteğininin önüne geçtiğini gösteriyor. Gelecekte Propionate takviyeli yiyecekler üretilerek obezite gibi önemli bir sağlık sorunun önüne geçmede yardımcı bir faktör olarak kullanılabilir.

Konuyla ilgili açıklama yapan Claire Byrne, “Günlük 60 gram lifli gıda yiyerek bağırsakların 10 gram gropionate üretmesi sağlanabilir, bu da iştahın frenlenmesi için yeterlidir” dedi. [3]

Lifli yiyeceklerden bazılarının listesi 

avokado, greyfurt, incir, kayısı, şeftali, kivi, portakal, kuru fasulye, mercimek, nohut, kuru barbunya, tam buğday ekmeği, börülce, bulgur, makarna, ıspanak, bezelye, ay çiçeği, badem fındık, fıstık, kuru üzüm…..

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. http://gut.bmj.com/content/early/2014/11/17/gutjnl-2014-307913
  2. http://www.nature.com/ncomms/2014/140429/ncomms4611/full/ncomms4611.html
  3. http://ajcn.nutrition.org/content/104/1/5

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Kronik Yorgunluk Sendromunun bağırsak florası ile bağlantılı olduğu keşfedildi.

Kronik Yorgunluk Sendromu nedir

Altı aydan daha uzun süre devam eden, uyuma ve dinlenme ile geçmeyen aşırı fiziksel ve zihinsel yorgunluğa Kronik Yorgunluk Sendromu (KYS) adı verilir.

Kronik Yorgunluk Sendromu sadece bir yorgunluk olmakla kalmayıp kas ağrısı, baş ağrısı, boyun ağrısı, eklem ağrısı, uyku bozukluğu gibi sorunları da beraberinde getiren kompleks bir hastalıktır. [1] Hastalığın kesin sebebi tam olarak bilinmemekle birlikte aşırı stres, beslenme alışkanlığı, genetik yatkınlık ve viral enfeksiyonlar gibi faktörlerden şüpheleniliyor.

Hastalığın sebebinin tam olarak bilinmemesi doktorların hastalığa kesin teşhis koymasını zorlaştırıyor. Doktorlar, Kronik Yorgunluk (YKS) şikayeti ile gelen hastaların yapılan muayenesinde somut bir bulguya rastlamazsa, hastalığın psikolojik ya da kuruntudan kaynaklandığı yargısına varıyorlar ki, bu yaklaşımın doğru olmadığı ilerleyen zamanda anlaşılıyor.

Son zamanlarda Kronik Yorgunluk Sendromu (KYS) hakkında yapılan araştırmalar hastalığın net bir şekilde biyolojik nedenlerden kaynaklandığını gösteriyor.cfs

Bu konuda yapılan araştırmalardan bazıları Kronik Yorgunluk Sendromu (KYS) hastalarının beyninde karakteristik anormallikler[2] ile bağışıklık sisteminde önemli değişiklikler olduğunu gösteriyor[3].

Kronik Yorgunluk Sendromu (KYS) hastalarının bağırsak florasında keşfedilen değişiklikler

Cornell Üniversitesinden Ludovic Guilloteaux ve ekibinin 48 KYS hastası ile 39 sağlıklı insanın dışkı ve kan örneklerini karşılaştırarak yaptığı araştırma bağırsak florası ile Kronik Yorgunluk Sendromu arasında şüpheye yer bırakmayacak şekilde bir bağlantının olduğunu gösteriyor. [4] Ludovic Guilloteaux ve ekibi, bu araştırma için deneklerden aldığı dışkı ve kan örneklerinde bağırsak bakterilerinin DNA ları ile kanda bulunan beş farklı inflamasyon belirteçlerin konsantrasyonunu ölçütüler.

Untitled-3

Bağırsaktaki bulgular

Bağırsaktaki bulgulara geçmeden önce konunun daha iyi anlaşılması için kısaca Bağırsak florasından bahsetmek gerekiyor.

Bağırsak florası, sindirim sisteminde yaşayan ve vücuda alınan gıdaları sindirmekle görevli, sayıları 10 milyon ile 1 katrilyon arasında değişen yaklaşık 500-1000 değişik türdeki mikroorganizmanın genel adıdır.

Sağlıklı bir insanda bağırsak florasındaki bakterilerin %98’i faydalı bakterilerden oluşur ve bunlar bağırsakta kaldığı müddetce faydalı görevlerine devam ederler. Eğer bu bakteriler bir şekilde bağırsaktan kana geçerse iltihabi reaksiyonlar başlayarak kişinin hastalanmasına sebep olur.[5]

Bağırsak florasının azlığı veya belirli bakterilerin bağırsakta bulunmaması Crohn hastalığı gibi kronik ve iltihabi bağırsak hastalıklarının ortaya çıkmasına yol açar. Bu bakımda bağırsak florasındaki bakterileri gerek sayısının gerekse çeşidinin eksilmemesi önemlidir.

Guilloteaux ve ekibi yaptıkları bu araştırma ile Kronik Yorgunluk Sendromu (KYS) hastalarının bağırsak florasında sağlıklı insanlara göre daha az mikroorganizmanın bulunduğunu ve var olanların da daha az hareketli olduğu tespit etti.

Kanda bulgular

Kronik Yorgunluk Sendromu (KYS) bulunan hastaların kanında bir inflamasyon belirteci olan Lipopolisakkarit-Bağlayıcı Protein (LBP) seviyesinin yüksek olduğu gözlendi. Bu durum, hastanın bakteriyel bir enfeksiyon ile karşı karşıya olduğu anlamına geliyor. Lipopolisakkarit-Bağlayıcı Protein (LBP), bakteriyel enfeksiyonu fark ederek vücudu savunma için alarma geçirir. Yani LBP‘nin kanda yükselmesi bağışıklık sisteminin bakteriyel bir enfeksiyona karşı verdiği doğal bir yanıttan başka bir şey değildir.

Bakteri kana nereden ve nasıl geçiyor

Sağlıklı bir bağırsak duvarından kana bakteri, mantar, parazit ve toksik atıkları geçemez. Çünkü bağırsak duvarının yapısı buna müsade etmez. Ancak hasarlı bağırsaklarda (sızıntılı bağırsak, ingilizce:leaky gut) veya Geçirgen Bağırsak Sendromu hastalarında bakteriler ve toksik maddeler bağırsak duvarından kana sızarak kanı enfekte eder.

Yapılan bu araştırmadan elde edilen önemli başka bir bulgu ise, Kronik Yorgunluk Sendromu (KYS) hastalarının bağırsak duvarının geçirgen olduğu ve bağırsaklarda bulunan bakterilerin kana geçerek iltihaplanmaya sebep olduğunun keşfedilmiş olması.

Tedavide yeni umut

Şu ana kadar Kronik Yorgunluk Sendromunun (KYS) etkili bir tedavisinin olmaması hastalık hakkında somut biyolojik delillerin olmamasından kaynaklanıyordu.

Guilloteaux ve ekibi bu araştırma ile kronik yorgunluk sendromu olan hastaların bağırsaklarında daha az sayıda bakterinin konakladığını, bağırsak duvarlarının geçirgen olduğunu ve bu nedenle bağırsaktan kana bakteri geçişi olduğunu, bunun da kanda iltihabi reaksiyonların ortaya çıkmasına sebep olduğunu keşfettiler.

Bu önemli keşifle birlikte Kronik Yorgunluk Sendromu (KYS) teşhisinin kan ve dışkı testi ile çok daha kolay bir şekilde tespit edilebilmesinin yolu açılmış oldu.

Sonuç

Bağırsak florası ve bağırsak duvarındaki bu değişimin Kronik Yorgunluk Sendromunun (KYS) ortaya çıkmasında sebep mi yoksa sonuç mu olduğu şimdilik tam olarak bilinmiyor ama araştırmayı yürüten Giloteaux konu hakkında yaptığı açıklamada, geliştirilecek ilaç ve uygun diyet planları ile bağırsak florasının tekrar dengeye sokularak hastaların normal yaşantıya dönebileceklerini umut ettiğini belirtti.

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. http://annals.org/article.aspx?articleid=708271
  2. http://pubs.rsna.org/action/doSearch?SeriesKey=&AllField=CFS
  3. http://advances.sciencemag.org/content/1/1/e1400121
  4. http://microbiomejournal.biomedcentral.com/articles/10.1186/s40168-016-0171-4
  5. http://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0140673603124890
Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Etnik grupların genlerinde o gruba özel bölgeler bulunmaktadır

Etnik grupların DNA larında, sadece o gruba özel belirli bölgeler bulunabilmektedir. Toplumdan 031218_hapmap_300_0topluma değişen bu özel bölgeleri The International HapMap Project adlı proje çerçevesinde araştırılmaktadır. Örneğin; İsrailde yaşayan Ashkenaz ve Sephar adlı etnik gruplarda, Afrika’da yaşayan Yoruba adlı etnik grupta, Çin’de yaşayan Han-Chinese adlı etnik grupta ve İngiltere’nin kuzey-doğusu Wales’de yaşayan etnik grupta, özel DNA bölgeleri bulunmaktadır.

Sadece bazı  etnik grupların DNA larında görülen bu ender bölgeler o toplumun geriye doğru izlerini taşımaktadır. Bu özel bölgelerin bozulmadan kalması ancak o etnik gruptaki bireylerin sürekli birbiri ile gen alış veriş yapması ile mümkün olmaktadır. (Cinsel birleşme anlamında)

Tehlikeleri 

Grup içi gen alışverişlerinden doğan çocuklarda aynı özel bölgeler bulunacaktır. Bu aslında genetik olarak tehlikeli bir durum çünkü aynı genetik hastalığı taşıyan iki bireyden doğan çocukların hasta olma olasılığı çok daha yüksek olmaktadır.(Bazı genetik hastalıklar ancak hem anneden hem babadan alınan genlerin her ikisinde birden hasarlı bölgenin bulunması ile ortaya çıkmaktadır.) Bu yüzden akraba ve genetik olarak yakın grupların evlilikleri her zaman büyük risk taşımaktadır.

Türkiyede durum

Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yaşayan etnik grupların, örneğin Alevilerin, Kürtlerin Çerkezlerin, Lazların, Tatarların ve daha onlarca irili ufaklı etnik grupların genlerinde bu özel bölgelerin (Polymorphism) bulunması kaçınılmazdır.

Konuyla ilgili kaynaklar :

https://www.genome.gov/10001688/international-hapmap-project/

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

İlk olarak Multipl Skleroza sebep olan bir mutasyon keşfedildi.

1

Multipl skleroz (MS), bağışıklık sisteminde bulunan T-hücrelerinin sebebi henüz tam olarak bilinmeyen bir nedenle sinir hücreleri üzerinde bulunan koruyucu ve yalıtım özelliği olan Miyelin Kılıfa zarar vermesiyle ortaya çıkan bir bağışıklık sistemi hastalığıdır. Miyelin kılıfın zarar görmesi, beyin ile vücut arasında koordinasyon sorunlarının başlamasına ve buna bağlı olarak da konuşma, görme gibi temel vücut fonksiyonlarında problemlerin ortaya çıkmasına sebep olur.

MS hastalığının başlamasına sebep olan bu biyolojik sürecin nedenleri henüz tam olarak bilinmiyor. Bununla birlikte hastalığın ortaya çıkmasında beyin-kan bariyerinin geçirgenliği, bağırsak florası, güneş ışığı ve D vitamini alımı gibi konuların rol oynadığı biliniyor. Bu bulguların hastalığın ilk ortaya çıkmasında ne derece etkili olduğu halâ tam olarak bilinmiyor.

İlk olarak genetik bir mutasyon keşfedildi

MS vakalarının bölgelere ve etnik kökenlere göre farklı oranlarda görülmesi hastalığın ortaya çıkmasında genetik mutasyonların etkili olabileceği fikrini güçlendirmesine rağmen yapılan çalışmalarda uzun süre bu konuda elle tutulur bir bilgiye ulaşılamamıştı.

British Columbia Üniversitesi tarafından yapılan ve haziran 2016 tarihinde  Neuron dergisinde yayınlanan bir araştırmada ilk olarak multipl skleroza sebep olan genetik bir mutasyon keşfedildi.

Büyük bir genetik araştırmaUnbenannt-1

Araştırmaya 4400 multipl skleroz hastası ile bu hastaların 8600 yakın akrabası katıldı. Araştırmanın ilk aşamasında iki ailede iki jenerasyon üst üste beş multipl skleroz vakasının olduğu öğrenildi. Hiç kuşkusuz bu tespit  genetik açıdan oldukça büyük anlam ifade ediyordu. Bu yüzden ekip araştırmayı bir adım daha ileri götürerek bu iki ailedeki MS hastası kişilerin genetik analizlerini yaptı ve analizler sonunda NR1H3 geninde çok nadir rastlanan bir mutasyon bulundu.

İlginç bir durum: Daha sonra araştırmaya katılan yaklaşık 13.000 kişinin gen analizi yapıldı ve katılımcıların bazılarının NR1H3 geninde bu mutasyon bulundu ama ilginç bir şekilde mutasyon bulunan bu kişilerin sadece % 70’nin MS hastası olduğu tespit edildi. (Bu garip durumun sebebi henüz bilinmiyor.)

Bu mutasyon ne anlama geliyor

NR1H3 geni, bir regülatör-protein olan NR1H3 proteinini kodluyor. Mutasyonlu geni taşıyanlarda bu protein kodlanamıyor.

LXRA proteinin görevi nedir

Bu proteinin görevi sinir hücrelerindeki iltihaplanmaları önleyici proteini kodlayan başka bir genin çalışmasını teşvik etmek. Başka bir ifade ile NR1H3 proteini indirekt olarak miyelin kılıfın zarar görmesine sebep olan iltihapları engelliyor.

Konu ile ilgili yapılan açıklamada, mutasyonlu geni taşımasına rağmen henüz Multipl Skleroz olmamış kişilerin çevresel faktörlerden daha çabuk etkilenerek hastalığa daha kolay yakalanmalarının mümkün olduğunu bildiriyor. Başka bir ifade ile bu mutasyonu bulundurup da henüz hasta olmayanlar bir anlamda uçurumun kenarında olduklari bildiriyor.

Yeni tedaviler için fırsat

Uzmanlar, bu mutasyonun her 1000 MS hastasının sadece biride bulunduğunu tahmin ediyorlar. Her ne kadar MS hastalarının çok küçük bir kısmı bu nadir bir mutasyonu taşıyor olsa da bu keşif MS’i ilk ortaya çıkaran mekanizmanın veya mekanizmaların anlaşılması açısından önem arz ediyor.

Sonuç

Dünya çapında yaklaşık 2-2,5 milyon MS hastası olduğu tahmin ediliyor ve hastalığın ileri aşamalarında hastaya uygulanabilecek pek fazla tedavi seçenekleri kalmıyor.

Makalenin başyazarı Vilarino-Guell, “Bu keşif, MS’in ilk ortaya çıkmasında rol oynayan temel sebeplerin anlaşılmasına ve hastalığın semptomlarını ortadan kaldıracak yeni tedavi metotlarının geliştirilmesine olanak sağlayacak” dedi.

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

Nuclear Receptor NR1H3 in Familial Multiple Sclerosis

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Güzel bir popo sağlıklı olmanın göstergesi

Güzel bir popo kadınları hem daha zeki, hem de kronik hastalıklara karşı daha dirençli yapıyor

Şimdiye kadar güzellik konusunda yapılan araştırmalardan ortaya çıkan önemli bulgulardan biri de güzelliğin sağlığın bir göstergesi olduğu yönünde. (Ayrıca güzellik, evrimin önemli bir parçası olan doğal seleksiyonun da tetikleyici bir gücüdür.)

Oxford Üniversitesi Churchill Hastanesinin 16.000 kadınla yapmış olduğu bir araştırma, ortalamadan daha büyük popoya sahip kadınların hem daha sağlıklı, hem kronik hastalıklara daha dayanıklı, hem de daha zeki olduğunu gösteriyor.

Uzmanlar bu şaşırtıcı sonucun sebebinin yağ metabolizmasında kaynaklanabileceğini zira popo ve kalçada yüksek miktarda bulunan omega-3 yağ asitlerinin beyin gelişimini teşvik ederek hem zekayı olumlu yönde etkileyebileceğini hem de eğer kadın hamile ise bu olumlu etkinin bebeğin beyin gelişiminde de kendini gösterebileceğini belirtiyorlar.

Uzmanlar ayrıca, omega-3 yağ asitlerinin, kalp ve damar hastalıklarına karşı koruma etkisinin olması, kanın normal pıhtılaşmasını sağlaması, hipertansiyonu düşürmesi, bağışıklık sistemi hastalıklarına karşı koruması gibi önemli faydalarının olması nedeniyle büyük popolu ve geniş kalçalı kadınları sağlık konusunda daha avantajlı olduğunu belirtiyorlar. (1)

Güzel bir popo ve kalçanın kadına sağladığı metabolik avantajlar şöyle

  • Düşük kolesterol seviyesi
  • Daha az kalp ve diyabet problemi
  • Beyin gelişiminde önemli rol oynayan omega 3 yağlarının daha fazla üretilmesi
  • Daha zeki çocuklar doğurma
  • Daha uzun ve daha sağlıklı bir yaşam

Not: Kaliforniya Santa Barbara ve Pittsburgh Üniversitelerinin birlikte yaptığı benzer bir araştırmadan da aşağı yukarı aynı doğrultuda sonuçlar elde edildi. (2)

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

  1. Women With Big Butts Are Smarter And Resistant To Chronic Illnesses
  2. Waist-hip ratio and cognitive ability: is gluteofemoral fat a privileged store of neurodevelopmental resources?

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Hassas Bağırsak Sendromu ve bağırsak içerisinde gaz ölçümü

PrintHassas bağırsak sendromu ya da diğer adıyla İrritabl Bağırsak Sendromu (IBS), birçok insanın hayatında en az bir kez yaşadığı ve genellikle stres ve beslenme alışkanlığından kaynaklanan sindirim sistemi işlevsel bozukluğudur.

Ağrı şişkinlik ve dışkılama alışkanlığında bozukluk şikayetiyle doktora giden hastaların yapılan tetkikler sonucunda bağırsaklarda herhangi bir organik bozukluk veya patolojik bulgu çıkmazsa rahatsızlığa Hassas bağırsak sendromu teşhisi konur.

Hassas bağırsak sendromu belirtileri

Rahatsızlık, genellikle yemekten sonra bağırsaklarda gaz sıkışmasından kaynaklanan gelip geçen karın ağrısı ve şişkinlik şeklinde kendini gösterir. Gaz çıkarma ve tuvalete giderek rahatlama sağlanır.

Bağırsak içinde gaz konsantrasyonunu ölçen kapsül

Gas-sensing capsule, hassas bağırsak sendromu olan hastaların teşhisine yönelik geliştirilen küçük elektronik bir cihazın adıdır. Cihazda hidrojen, karbondioksit ve metan gazlarını algılayan sensorlar bulunmaktadır.

Cihaz, ağız yoluyla alındıktan sonra bağırsaklarda bir yolculuğu başlar ve yolculuk boyunca her 5 dakikada bir gaz ölçümü yaparak sonuçları akıllı telefona gönderir ve daha sonra bağırsaklarda ölçülen gaz miktarına göre tedaviye başlanır.

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

Intestinal Gas Capsules: A Proof-of-Concept Demonstration

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Pirinçte arsenik tehlikesi

Dünya mutfaklarının vazgeçilmezi ve her kültürün ortak damak zevki pirinç arsenik tehlikesi altında

Alman Federal Risk Değerlendirme Enstitüsü (BfR) tarafından yapılan açıklamada pirinç ve pirinç ürünlerinde İnorganik arsenik bulunduğu ve bu yüzden pirinç tüketiminde aşırıya kaçılmaması gerektiği bildiriliyor.

Arsenik, toprakta doğal olarak bulunan kanserojen bir elementtir. Bunun dışında endüstriyel atıklar ve fosil yakıtların kullanımı sonucu açığa çıkan Arsenik toprakta zaten var olan Arsenik konsantrasyonunu daha da arttırmaktadır.

pirinc-tarlasi

Topraktaki arsenik pirince nasıl geçiyor 

Pirinç doğası gereği sulak yerlerde anaerobik koşullar altında yetişen bir bitkidir. Pirincin yetiştiği sulak bölgeler aynı zamanda Arsenik konsantrasyonunun da en fazla olduğu bölgelerdir. Pirinç, su içerisinde çözünmüş halde bulunan arseniği kökleri aracılığı ile emerek tanelerine taşır.

Normal ve yüksek oran nedir

Pirinçteki arsenik konsantrasyonu pirincin çeşidi ve yetiştiği bölgeye göre değişiklik göstermektedir. Yapılan Laboratuvar analizleri kahverengi pirinçteki arsenik oranının beyaz pirince göre daha fazla olduğunu gösteriyor.

  • Ortalama inorganik arsenik miktar:  0.1 mg / kg
  • Yüksek inorganik arsenik miktar: 0.2 mg / kg

Uzun süreli inorganik arsenik alımı hem yetişkinlerde hem de çocuklarda deri lezyonlarına, damarlarda ve sinir sistemi hasarlarına sebep olur. Daha ciddi durumlarda cilt, akciğer, mesane, yemek borusu, tiroid kanseri gibi hastalıklara sebep olur.

Sonuç

Arsenik miktarındaki farklılıklara toprağın bölgelere has özelliği  nedeni ile değişkendir. Bu yüzden arseniğin etkileri kişilere ve coğrafi bölgelere göre değişebilmektedir. Ayrıca Arsenik kullanan işletmelerin duyarsızlığı veya dikkatsizliği toprağın yüksek oranda kirlenmesine sebep olmaktadır. Bu faktörler de göz önünde bulundurularak pirincin yetiştiği bölgeye göre arsenik ölçümleri yapılmalıdır.

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak : Arsen in Reis und Reisprodukten

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Şeker hastaları için yeni bir umut: Yağ hücrelerinden insülin üreten beta hücreleri üretildi

Şeker hastalığı dünyada en yaygın görülen 10 hastalıktan biridir. Uluslararası Diyabet Federasyonu(IDF) 6. Diyabet Atlasınıntab1 verilerine göre dünyada her 11 yetişkinden 1’i diyabet hastası. Yine aynı kaynağın verileri dünyada 415 milyon diyabet hastası olduğunu gösteriyor. (Kaynağa buradan ulaşabilirsiniz)

Türkiye’deki durum da aşağı yukarı dünyadaki ortalamaya yakın. Sağlık Bakanlığının Hanehalkı Araştırmalarında beyana dayalı olarak yaptığı istatistiklerde, 7 milyonun üzerinde diyabet hastası olduğunu gösteriyor. (Gerçek sayı çok daha fazla olabilir !!!)

Bu kısa istatistiksel verilerin ardından diyabet hakkında birkaç temel bilgi daha verdikten sonra Nature Communications dergisi’nin 11 Nisan 2016 tarihli sayısında yayımlanan ve şeker hastalığının tedavisinde büyük umut vadeden araştırmaya geçelim.

Diyabet Nedir

Diyabet, kalıtsal ve çevresel etkenlerin birleşimi ile meydana gelen ve etkisini kanda glukoz seviyesinin aşırı yükselmesi ile gösteren metabolik bir hastalıktır. Sağlıklı kişilerde kandaki şeker seviyesi pankreasta bulunan Beta- Hücreleri tarafından üretilen insülin hormonuyla düzenlenirken, diyabet hastalarında mekanizmanın düzenli çalışmaması kandaki şeker seviyesinin yükselmesine neden olur.

Tip 1 diyabet ve Tip 2 diyabet olmak üzere iki farklı temel diyabet tipi vardır

  • Tip 1 diyabet: Otoimmün bir hastalıktır. Bağışıklık sisteminde görev yapan bazı özel hücreler(Antikorlar) pankreasta bulunan Beta- Hücrelerine saldırarak onların iltihaplanmasına ve yok olmasına sebep olur.
  • Tip 2 diyabet: Çeşitli nedenlerden kaynaklanabilir. Genellikle ya Beta- Hücrelerinin faaliyeti sınırlı olduğu, ya da insülin reseptörlerinin insülin hormonuna karşı zayıf tepki vermesinden kaynaklanır.

Dünyada çapında milyonlarca Tip 1 diyabet hastası her gün birkaç kez insülin iğnesi yaparak kan şekerini düşürmeye çalışıyor. Type 2 diyabet hastalarında durum biraz daha hafif olmakla birlikte hastalığın ilerleyen safhalarında Tip 2 diyabet hastaları da tıpkı Tip 1 diyabet hastaları gibi dışarıdan insülin enjekte etmek zorunda kalıyorlar.

Şeker hastaları için yeni bir umut

Diyabet hastalarının dışarıdan insülin almak zorunda kalmadan normal bir yaşam sürdürebilmeleri konusunda yapılan bilimsel çalışmalar hızla devam ediyor. Bu konuda İsviçre’nin Zürih kentinde bulunan Federal Teknoloji Enstitüsü(ETHZ) şimdi hedefe bir adım daha yaklaştı. ETHZ li araştırmacıların kök hücre ve gen teknolojisini birlikte kullanarak elde ettiği Beta- Hücreleri diyabet hastalarının gelecekte insülin iğnesine bağımlı olmadan sağlıklı bir yaşam sürdürebileceği umutlarını güçlendiriyor.

Yağ-kök hücreleri, insülin üreten Beta-Hücrelerine dönüştürüldü

ETHZ den Profesör Martin Fussenegger ve ekibi 50 yaşındaki bir kişiden önce yağ hücreleri aldılar, sonra alınan yağ hücrelerinden kök hücrelerini izole ettiler. Ardından izole edilen kök hücrelerin genetik programını değiştirerek insülin üreten Beta- hücrelerine dönüştürdüler ve yeni teknikle elde edilen Beta- Hücreleri fonksiyonel olup tıpkı pankreas hücreleri gibi glikozun bulunduğu ortamda insülin üretme yeteneğine sahipler.

Dönüşüm, yeniden programlama ile gerçekleşti

Kök hücreyi başka bir hücreye dönüştürmek için şimdiye kadar kullanılan tekniklerde çeşitli kimyasallar ve proteinler kullanılıyordu. Kullanılan bu klasik yöntemin başarı şansı hem düşük hem de kök hücre transfer edilen kişinin bağışıklık sisteminin yeni hücreyi reddetmemesi için bağışıklık sistemini baskılayıcı ilaçlar kullanmak gerekiyordu.

Professor Martin Fussenegger, Yağ kök hücrelerinin programını değiştirebilmek için çok karmaşık bir yol izlendi. İzlenen yolun karmaşıklığı, kök hücrelerine farklı zamanlarda belirli proteinlerin belirli miktarlarda verilmesinin zorunlu olmasından kaynaklanıyordu.

Dönüşüm için Ngn3, Pdx1 ve MafA adında üç önemli büyüme faktörü* kullanıldı

Yağ kök hücrelerinin olgunlaşması, gelişmesi ve Beta hücrelerine dönüşmesi yaklaşık 11 günlük bir sürede gerçekleşti ve yöntem kısaca şöyle uygulandı. 

  • Önce vericiden yağ hücresi alındı ve yağ hücrelerinden kök hücreler izole edildi ve ardından kök hücrelerin genetik programı değiştirildi.

Olgunlaşma ve dönüşüm evresiOhne Titel2

  • Olgunlaşmanın başlangıcında MafA bulunmuyor ancak 4. günde ortama bir miktar MafA verildi.
  • Pdx1 miktarı başlangıçta en yüksek seviyedeyken 4. günde miktar biraz azaltıldı. 11. günde ise en yüksek seviyeye çıkarıldı.
  • Ngn3, başlangıçta ortama hiç katılmazken 4. günde en yüksek seviyeye, 11. günde ise en düşük seviyeye indirildi.

Konu ile ilgili yapılan açıklamada, üretilen yeni Beta hücrelerinin orjinallerine hem şekil hem de renk olarak çok benzediği ama orijinal Beta hücreleri kadar fazla miktarda insülin üretmediği, ilerleyen zamanda kullanılan tekniğin daha optimal hale getirilerek insülin üretiminin yükseltilebileceği belirtiliyor.

Otolog hücrelerin implantasyonu (Kendi kök hücrelerinin, kendisine verilme işlemi)

Yukarıda kısaca belirtildiği gibi Beta hücrelerinin nakli daha önce de yapıldı ancak yabancı kişiden alınan Beta hücreleri Ohne Titel3alıcının bağışıklık sistemi ile uyum sağlamadığı için transplantasyon sonrası alıcının bağışıklık sisteminin sürekli ilaçlarla bastırılması gerekiyordu. Tabii bu da diğer sağlık sorunlarının ortaya çıkmasına sebep oluyordu. ETHZ araştırmacıların geliştirdiği bu teknik sayesinde transplantasyon sonrası oluşacak bağışıklık sistemi problemleri ortadan kalkacak düşünülüyor.

Sonuç

Şimdilik bu teknikle elde edilen Beta hücreleri kişinin bizzat kendisine implante edilmedi. Klinik deneylerin bitmesinin ardından gerekli izinler alındıktan sonra uygulamaya geçilecek. Eğer uygulama başarıya ulaşırsa diyabet tedavisinde yepyeni bir sayfa açılacak ve hastalar dışarıdan insülin almaya gerek kalmadan normal bir yaşantı sürdürebilecekler.

Büyüme faktörü*: Hücresel büyüme, çoğalma ve hücrelerin çeşitli organlara göre farklılaşmasında uyarıcı yeteneği olan proteinlerdir. Büyüme faktörleri çeşitli hücresel süreçlerin düzenlenmesinde de önemli rol oynuyor.


Aşağıdaki linklerden diyabet ile ilgili diğer yazılara ulaşabilirsiniz.


Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltuerk
Institute for Genetics
University of Cologne
++++++++++++++++++++++++++

Kaynak

A programmable synthetic lineage-control network that differentiates human IPSCs into glucose-sensitive insulin-secreting beta-like cells

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Şişmanlığa karşı yeni bir umut: Enzimatik tedavi

Bu araştırmanın sonuçları obezite tedavisinde etkili enzimatik tedavi yöntemlerinin geliştirilebileceği umutlarını güçlendiriyor. Bu konudaki çalışmanın ayrıntılarına girmeden önce açlık ve tokluk hissi nedir, beyinde nasıl oluşur gibi bazı temel konulara kısa bir göz atmak gerekiyor.

Açlık ve tokluk hissi

Açlık ve tokluk hissi beynin hipotalamus bölgesi tarafından kontrol edilen ve bir dizi biyokimyasal reaksiyon sonucunda ortaya çıkan oldukça kompleks bir süreçtir. Bu süreçte, çeşitli enzimler proteinler ve hormonlar rol oynar.

Sağlıklı bir insan yeterli gıda aldığında beyin tokluk hissi sinyali göndererek yeme sonlandırılır. Sağlıklı insanlarda düzenli çalışan bu mekanizma obezite rahatsızlığı bulunan kişilerde maalesef çalışmaz. Bu durumdaki kişiler vücutlarına yeterli miktarda gıda almalarına rağmen beyinden tokluk hissi sinyali gelmediği için yemeye devam eder. Sonuçta vücuda gereğinden fazla alınan karbonhidrat ve şeker karaciğer tarafından yağa çevrilerek başta göbek ve kalça olmak üzere vücudun çeşitli bölgelerinde depolanırlar.

Açlık ve tokluk hissi birçok karmaşık reaksiyonlar zincirinden oluşmaktadır. Zincirin bazı aşamaları bilinse HDAC5de bu konuda cevaplanması gereken halâ birçok soru bulunmaktadır. Örneğin bu sorulardan biri şöyleydi; “Obezite problemi olan kişiler doyduğunu neden anlamıyor, vücutları yeterli gıda almalarına rağmen neden yemeye devam ediyorlar?

Bu sorunun cevabı uzun yıllar arandı ve cevabı Helmholtz Zentrum München araştırmacıları tarafından titiz bir çalışma ile bulundu. Bu önemli buluş Ocak 2016 yılında Nature Communications dergisinde yayımlandı.

Sorunun cevabı: HDAC5 enzimi eksikliği. Obezite rahatsızlığı bulunan kişilerde bu enzim salgılanmıyor veya yetersiz salgılanıyor ve bu enzime bağlı bir dizi biyokimyasal reaksiyon gerçekleşmiyor. Bu eksik sonucunda beyne “Doydum” sinyali gitmiyor.

Obeziteye giden yolda “sinyal bozukluğu” nasıl bulundu

Dhiraj Kabra ve ekibi, obezlerde tokluk hormonu leptin’in verimli kullanılamaması neticesinde beyne doydum sinyali gitmemesinin başka bir ifade ile leptin direncinin oluşmasında diğer faktörlerin de rol oynayabileceğini düşündüler ve bu amaçla sağlıklı farelerde HDAC5 enzimi sentezleyen geni bloke ettiler. Genin bloke edilmesiyle birlikte tokluk hormonu Leptin direnci oluşmaya buna bağlı olarak farelerde aşırı yemek yeme eğilimi ve kilo alma sorunu başladı.

Tersten kontrol: Genin tekrar aktive edilmesiyle HDAC5 enziminin tekrar üretilmeye, buna bağlı olarakta tekrar Leptin hormonu miktarı artmaya başladı. HDAC5 enziminin yükselmesiyle birlikte farelerin aşırı yemeyi bıraktığı ve tekrar normal kiloya döndükleri görüldü.

Diğer faktörler de etkili

Konuyu sadece HDAC5 enziminin yokluğuna indirgemek sorunu tam olarak açıklamaya yetmiyordu, bu nedenle yapılan araştırmalarda, HDAC5 enziminin sadece leptin hormonu ile değil, aynı zamanda STAT3 transkripsiyon faktörü ile ilişkili olduğu ortaya çıkarıldı. Buna göre, HDAC5 enzimi ile Leptin hormonu arasında bir biyokimyasal etkileşimi STAT3 transkripsiyon faktörü tarafından sağlanıyor.

Leptin hormonu ve STAT3 transkripsiyon faktörü

Leptin (Tokluk hormonu), yağ hücreleri tarafından üretilen, beyin ile yağ depoları arasındaki komünikasyonu sağlayan bir hormondur. Kısaca ifade etmek gerekirse; “Eğer vücutta yağ reservi varsa leptin iştahı bastırarak vücuda aşırı gıda alımını engelliyor. obez kişilerde ise Leptinin bu düzenleyici etkisi bozulduğu için kişi doymasına rağmen iştahı kesilmediği için yemeye devam ediyor.”

Konuyu özetleyecek olursakHDAC-Thumbnail

  1. HDAC5 enzimi, STAT3 transkripsiyon faktörünü aktive ediyor
  2. Aktive olan STAT3 transkripsiyon faktörü hücre zarında bulunan leptin reseptörlerine doğru gidiyor.
  3. STAT3 transkripsiyon faktörü, leptin reseptörlerine ulaşınca onları aktive ediyor.
  4. Aktive olan leptin reseptörleri yağ hücreleri tarafından üretilen tokluk hormonu leptini yakalayarak beynin hipotalamus bölgesine „DOYDUM“ sinyalini gönderiyor

Obeziteye karşı mücadelede yeni tedavi imkanı

Bu araştırmayla görüldü ki, beyinde HDAC5 enzimini üretilmesi ile birlikte beyinde bir dizi biyokimyasal reaksiyon başlayarak aşırı yemenin önüne geçiliyor. Gelecekte obezite ile mücadelede düzenli beslenme ve egzersiz yapmanın yanı sıra HDAC5 enzimi tedavisi de uygulanabilir. !!!

Bu konuda kesin bir şey söylemek için insanlar ile bir dizi klinik deney yapılması gerekiyor. Eğer sonuç insanlarda da pozitif olur ve leptin hassasiyet restorasyonu gerçekleşebilir ise, şişmanlık ve şişmanlığa bağlı gelişen Tip 2 Diyabet gibi metabolizma hastalıklarının tedavisinde yeni bir sayfa açılabilir.

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

Hypothalamic leptin action is mediated by histone deacetylase 5

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Şeker hastaları için yeni bir umut: Mide hücrelerinden insülin üretildi

Harvard Üniversitesi araştırmacıları kök hücre ve gen teknolojisinin birlikte kullanıldığı bir teknikle mide hücrelerinden insülin üretmeyi başardılar. Şimdilik farelerde denenen ve kısmen başarı elde edilen bu teknik, ileride şeker hastaları için kalıcı bir çözüm olacak gibi görünüyor.

Eğer bu teknik insanlarda başarıyla uygulanabilir ise şeker hastalarının özellikle de tip 1 diyabet hastalarının dışarıdan insülin almadan normal bir yaşantı sürmesi mümkün olabilecek.

Araştırmanın ayrıntılarına girmeden önce konunun daha iyi anlaşılması için diyabet, insülin hormonu, pankreas ve beta hücreleri hakkında çok kısa bilgi vermek gerekiyor.

Diyabet nedir

Diyabet, midenin arka yüzeyinde yer alan pankreasın insülin hormonu üretmemesi veya ürettiği insülinin vücut tarafından etkili bir şekilde kullanılmaması sonucu ortaya çıkan bir metabolik hastalıktır.

İnsülinin görevi nedir 

İnsülin, pankreasta bulunan beta hücreleri tarafından üretilen ve kandaki şekeri hücrelere taşımakla görevli bir hormondur. Beta hücreleri özelleşmiş hücreler olup Tip 1 diyabet ve Tip 2 diyabet hastalarında çeşitli sebeplerden dolayı yok olur veya sayıları azalır veya görevini yapamazlar.

Günümüzde şeker hastalığı tedavisinde kullanılan en yaygın yöntem, hastaya dışarıdan insülin takviyesi yapılarak kandaki şekeri dengelemeye yöneliktir. Bu tedavi şeklinin uygulama ve dozaj belirlemede birtakım zorlukları bulunmaktadır. Zira kandaki şekerin ölçülmesi için süreli kan örneği alınması her hastada şeker metabolizmasının farklı olması ve gün içerisinde şekerin sürekli değişmesi insülin miktarının iyi ayarlanamamasına sebep olmaktadır.

Tedavi için yeni bir umut: insülin üreten hücreler üretildifig1

Soru: Pankreasta yok olan veya görevini yeterince yapamayan beta hücrelerinin yerine yenisi konabilir mi?

Cevap: Sağlıklı bir  kişiden alınan beta hücreleri immünolojik sebeplerden dolayı yabancı bir vücutta çalışamıyor. Bu nedenle ikinci bir kişiden beta hücresi alarak sorun çözülemiyor.

Mideden beta hücreleri üretildi

Harvard Üniversitesinden Chaiyaboot Ariyachet ve arkadaşları hasarlı beta hücrelerinin görevini üstlenebilecek yeni beta hücreleri üretmenin yolunu aradılar ve bu amaçla farelerde kök hücre ve gen teknolojisinin birlikte kullanıldığı bir yöntemle insülin salgılayan beta hücrelerini üretmeyi başardılar.

Ekip bunun için sindirim sisteminde bulunan değişik dokuların genetik özelliklerini inceleyerek pankreas ile olan akrabalık derecesini araştırdılar. Buradaki amaç pankreasa benzerliği olan dokulardan elde edilen kök hücrenin genetik programını değiştirerek beta hücrelerine dönüştürmekti. Bu amaçla yapılan araştırma sonucunda midenin onikiparmak bağırsağına açılan bölgesinde bulunan pilor dokularının beklenmedik kolaylıkta beta hücrelerine dönüştürebildiğini gördüler ve bu dönüşüm için sadece 3 genin çalışması gerekiyordu ki, bunlar da zaten pilor dokuları içerisinde bulunan kök hücrelerde çalışır vaziyetteydi.

Farelerle yapılan bir deney

Farelerin henüz farklılaşmamış pilorik hücrelerinden alınan bu kök hücrelerin genetik programının değiştirilip Beta hücrelerine dönüştürülmesinden sonra hücre kültürü içerisinde çoğaltılarak küçük Hücre Topu haline getirildi ve ardından farelerin onikiparmak bağırsağına implante edildi.

Kanda şeker seviyesi düzeldifig2

Hücre Topu farelere implante edildikten sonra beklenen bir şekilde gelişmeye ve büyümeye başladı. Bazı farelerde mini organın 4 hafta sonra yaklaşık 1 cm uzunluğa ulaştığı ve farklılaştığı görüldü. Farelerin yapılan düzenli analizlerinde Hücre Topunun insülin ürettiği, şeker seviyesinin normal düzeyde olduğu, farelerin deneyin sonuna kadar sağlıklı bir şekilde yaşamaya devam ettiği ve Hücre Topunun kendini sürekli yenilemeye devam ettiği tespit edildi. Hatta pankreası alınan farelerden bazıları kolayca hayatta kaldıları tespit edildi.

Bazı farelerin ise Hücre Topuna rağmen birkaç hafta içinde olduğu görüldü.

Terapide önemli bir gelişme

İlk defa uygulanan ve başarı oranı şimdilik çok düşük olan bu yöntemin her şeye rağmen Tip 1 diyabet ve ağır Tip 2 diyabet vakalarının tedavisinde umut olabiliceği belirtiyor. Yöntemin insanlarda uygulanması tıpkı farelerde olduğu gibi yapılacak. Yani hastadan alınacak küçük bir pilorik hücrenin laboratuvarda genetik kodunun değiştirdikten sonra tekrar hastaya verilmesi şeklinde olacak.

Her tedavi hastanın bizzat kendisinden alınan hücrenin yeniden programlanarak beta hücresine dönüştürülmesi şeklinde yapılacağı için, tedavi, Hasta özel tedavi olacak. Bu bakımdan vücudun hücreyi reddetme ihtimali neredeyse imkansız gibi.

Mehmet Saltürk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

Reprogrammed Stomach Tissue as a Renewable Source of Functional β Cells for Blood Glucose Regulation

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.