Harvard üniversitesinin 67.470 kadın ile yapmış oldugu bir araştırma, kahvenin rahim içi kanser riskini (Endometrial Cancer) önemli ölçüde düşürdüğünü göstermiştir. Buna göre; günde dört fincan ve üzeri kahve içen kadınlarda % 25, iki-üç fincan kahve içen kadınlarda ise % 7 civarinda rahim içi kanser riski düşüyor.
Araştırmadan elde edilen başka ilginç bir sonuç, kafeinsiz kahve içen kadınlarda da hemen hemen aynı sonuçların elde edilmiş olması. Araştırma, bu gruptaki kadınlarında günlük iki fincan ve üzeri kafeinsiz kahve içmeleri halinde % 22 oranında rahim içi kanserinden korunabilecek lerini gösteriyor.
Mehmet Saltürk
+++++++++++++++++++++++++++++ Dipl. Biologe Mehmet Saltuerk Institute for Genetics University of Cologne +++++++++++++++++++++++++++++
Sosyoekonomik durumu kötü ve aynı zamanda Diyabet-4* hastası annelerin çocuklarında, hiperaktiflik ve dikkat eksikliği gibi semptomların normal annelerden doğan çocuklara göre 14 kat daha fazla olduğu ortaya çıktı (ADHD**).
Almanya’da bulunan Robert-Koch-Enstitüsü tarafından bu araştırma, gelir düzeyi düşük ve yüksek ailelerden seçilmiş 212 çocuk ile üç yıl boyunca yapılmıştır.
Metot
Çocuklar, ailelerinin sosyoekonomik durumuna göre iki gruba ayrıldılar.
gruba sosyoekonomik durumu kötü aileler den 115 çocuk seçildi. Bu gruptaki çocukların bazılarının anneleri hamilelikte Diyabet-4 hastasıydı.
gruba gelir düzeyi yüksek aileler den 97 çocuk seçildi
Sonuç
Bütün çocuklar 3, 4 ve 6 yaşlarında psikolojik ve tıbbi incelemeden geçirildi. Sosyoekonomik durumu kötü ve Diyabet-4 hastası annelerin çocuklarının 6. yaşında yapılan muayenelerinde, IQ oranlarının düşük, konuşma kabiliyetleri kötü ve empatiden yoksun olduğu tespit edildi.
Diyabet-4* : Hamileliğe mahsus diyabet olup, Gestational Diabetes olarakta adlandırılır.
ADHD** : Attention deficit hyperactivity disorder
Mehmet Saltürk
+++++++++++++++++++++++++++++ Dipl. Biologe Mehmet Saltuerk Institute for Genetics University of Cologne +++++++++++++++++++++++++++++
Bir kadın menstruasyon görmeye ne kadar erken yaşta başladı ise ileriki yaşamında Diyabet 2 olma riski de o kadar fazla oluyor. (Bu risk faktörü, şişmanlık ve diğer risk faktörlerinden bağımsız olarak hesaplanmıştır.)
Şeker hastalığı bir metabolizma rahatsızlığı olup dünyada en yaygın hastalıkların başında gelmektedir. Yeryüzünde 194 milyon diyabet hastası bulunmakta ve bu sayı yetişkin nüfusun %5,1´ni oluşturmaktadır.
Normalde kız çocuklarında ilk menstruasyon on üç yaşı civarında başlıyor, fakat bu yaş bazen dokuz, bazen de on altı yaşına kadar değişebiliyor.
Erken yaşta menstruasyon risk oluşturuyor
Helmholtz Zentrum / Düsseldorf –München –Londra ortaklaşa yapmış olduğu KORA-F4-Studie adlı bir projede, yaşları 18 ile 81 arası değişen tesadüfen seçilmiş 1.503 kadının sağlık durumu incelenmiş ve 140 bayanda diyabet, 226 bayanda ise diyabet öncesi semptomlar bulunmuştur.
Yapılan araştırmada diyabet ve diyabet semptomları bulunan bayanların ortak özelliğinin, ilk menarasyon yaşlarının sağlıklı bayanlara göre çok daha erken yaşta başlamış olması.
Araştırmadan çıkan sonuçlar, erken menstruasyon yaşınının da tıpkı şişmanlık gibi risk faktörleri arasında yer alacağını gösteriyor.
Çevre ve genlerin etkisi
İlk menstruasyonun başlama zamanı ile diyabet arasındaki mekanizma henüz tam olarak bilinmiyor. Bu konuda teorik olarak genlerin rol oynadığı söylenebilir. Bir ihtimal sorumlu bir gen menstruasyon başlama yaşını erkene alıyor. Ve erken yaşta başlayan bu metabolik değişiklik, diyabet riskini beraberinde getiriyor.
Başka bir ihtimal ise, çevre, sosyal çevre ve ekonomik koşullar ilk menstruasyon yaşını belirleyerek diyabet riskinin oluşmasına sebep oluyor.
Sonuç
Erken menstruasyon nedeni ile diyabet riski altında bulunan kadınların, alınacak önlemlerle ileriki yaşlarda diyabet hastalığına yakalanmadan sağlıklı bir şekilde hayatlarını devam ettirebilecekler.
Mehmet Saltuerk
+++++++++++++++++++++++++++++ Dipl. Biologe Mehmet Saltuerk Institute for Genetics University of Cologne ++++++++++++++++++++++++++++++
Toplumda, kanserin birçok türünün genetik mirastan kaynaklandığına dair yaygın bir inanış hakimdir. Bu yanlış inanış, birçok kişinin kaderciliğe yönelmesine ve kansere karşı önlem almamasına sebep olmaktadır.
Dünya sağlık örgütünün(WHO) raporunda, ölen her sekiz kişiden birinin ölüm nedeninin kanser olduğu belirtilmiştir. Buna göre Dünya üzerinde kanserden hayatını kaybedenlerin sayısı, AIDS, tüberküloz ve sıtmadan hayatını kaybedenlerin toplamından bile fazladır. Sadece 2011 yılı içerisinde kanserden hayatını kaybedenlerin sayısı 7.6 milyon kişiyi geçmiştir. Yapılan hesaplamalara göre, bu rakamın 2030 yılında 17 milyon kişiye ulaşacağı tahmin ediliyor. (1)
Union for International Cancer Control`un raporu ise kanser vakalarının % 21 i enfeksiyonlardan kaynaklandığını gösteriyor.
Örneğin, rahim ağzı kanserine sebep olan human papillomavirus(HPV) enfeksiyonu, veya mide ve karaciğer kanserine sebeb olan hepatit enfeksiyonu gibi…
Bu konuda geliştirilmiş olan aşılar üçüncü Dünya ülkelerine zamanında ve yeterince ulaştırılabilmiş olsa, birçok insanın hayatı kurtarılmış olacak.Yapılan araştırmalar, rahim ağzı kanserinden ölenlerin % 80`nin üçüncü Dünya ülkelerinde olduğunu gösteriyor. (2)
Tüm kanser türlerinin % 40’ı önlenebilir vakalar.
Kansere sebep olan birçok risk faktörü bulunmakta ve bu faktörler uzun zamandan beri bilinmekteydi. Şimdi, daha önce bilinenler ile son yapılan çalışmalar toplu bir sekilde detaylı olarak British Journal of Cancer Research dergisinin 6 aralık 2011 tarihli sayısında yayınlandı. (3)
Yapılan bu son çalışma, tüm kanser vakalarının en az %40 nın, yaşam tarzındaki yanlışlıklardan vazgeçerek önlenebileceğini gösteriyor.
Yaşam tarzımızdaki bu yanlışlıklar nelerdir : Öncelikle sigara, kötü beslenme ve hareketsizlik ve yetersiz medikal önlemlerdir.
En önemli risk faktörü sigara
Tümör oluşumuna sebep olan faktörler kadın ve erkekte farklılık göstermesine rağmen, sigara bu konuda istisna teşkil etmektedir. Yapılan araştırmalar sigaranın, hem kadında, hem de erkekte aşağı yukarı eşit oranda risk oluşturduğunu göstermektedir. Buna göre erkeklerde görülen tüm kanser türlerinin %23`ü ile kadınlarda görülen tüm kanser türlerinin %15,6 sı sigaradan kaynaklanmaktadır. Sigarada bulunan doksanın üzerindeki kansorojen madde sadece akciğerlerde değil, diğer organlarda da tümör oluşumuna sebep olabilecek risk faktörleri içermektedir.
Sigara dışındaki risk faktörleri
Kanserde rol oynayan risk faktörleri sadece sigara ile sınırlı kalmıyor. Sigaranın dışında tümör oluşumuna sebeb olan daha birçok risk faktörü daha bulunmaktadır.
Örneğin;
Yeterli miktarda sebze ve meyve tüketilmemesinden kaynaklanan kanser vakaları.(erkeklerde % 6,1, kadınlarda % 6,9 )
Fazla miktarda et ve tuz tüketimi. (tüm kanser vakalarının % 9 u)
Fazla kilo ve obeziteden kaynaklanan kanser vakaları. (erkeklerde %4,1, kadınlarda % 3,4 )
İş yerinde maruz kalınan kanserojen maddelerden kaynaklanan kanser vakaları. (erkeklerde %4,9, kadınlarda % 3,7)
Hareketsiz bir yasam ve radyasyona maruz kalmaktan kaynaklanan kanser vakaları
Başlıklar halinde bu çalışmadan çıkarılan sonuçlar:
Erkekte, vitamin ve mineral eksikliği ile sebze ve meyve tüketiminin azlığı, tümör oluşumundan önemli yer tutmaktadır. (Yapılan bu araştırmadan ortaya çıkan önemli bir sonuçta, vitamin ve mineral eksikliğinden kaynaklanan yemek borusu kanseri riskinin, alkolün oluşturduğu riskten daha büyük olduğudur.
Fazla tuz tüketimi, mide kanseri vakalarında önemli faktör.
Kadınlarda fazla kiloların oluşturduğu kanser riski, alkolün oluşturacağı riskten daha fazla. Fazla kiloların kadınlarda bağırsak, rahim, yemek borusu, böbrek kanserlerinin tetikleyicisi olduğu biliniyordu. Bu araştırmayla her on kişiden birinde, şişmanlıktan kaynaklanan meme kanseri vakası görüldüğü tespit edildi.
Sigara sadece akciğer kanserine değil, aynı zamanda gırtlak, yutak, mide, yemek borusu ve mesane kanserlerine sebeb olmaktadır.
Her 25 kanser vakasından biri, sağlıksız iş koşullarından ve elverişsiz ortamlarda çalışmak zorunda kalan kişilerde görülmektedir.
Birçok rahim ağzı kanseri vakası, HPV-aşısı ile (Humanen Papillomaviren (HPV) önlenebilir. (4) (5)
Daha detaylı bilgilerin elde edilmesi için çalışmalara devam ediliyor. Örneğin sigaradan kaynaklanan akciğer kanserinin hangi tür tiryakileri ne oranda tehdit ettiği, kaç yıl sigara içildikten sonra tehlikenin belirmeye başladığı veya bunların yaşa göre sınıflandırılması gibi ince ayrıntılar, yapılacak yeni araştırmalarla ortaya çıkacak.
Kansere karşı alınacak basit ama etkili önlemler
Dünyada 1.5 milyar insanın obezite problemi bulunmakta ve her yıl 5 milyon kişi alkol, sigara ve bilinçsiz beslenmeden kaynaklanan kanserden hayatını kaybetmektedir.
Bireysel önlemler
Her insanın kansere karşı kişisel mücadele yapabileceği çok önemli aynı zamanda etkili üç altın kural bulunmaktadır.
Sigara ve alkolden uzak durmak.
Spor yapmak.
Sağlıklı beslenmek ve 40 yaşından sonra yılda en az bir kez sağlık kontrolünden geçmek.
Devletin alacağı önlemler
Devlet, ebeveynleri ve çocukları sağlıklı beslenme ve sağlıklı yaşam konusunda eğitecek kapsamlı projeler üretmeli. Tütün, alkol, ve sağlıksız beslenmenin tehlikeleri basın ve yayın organları yoluyla sürekli anlatılmalı. Devlet, mahallelere her yaşa hitap edebilen spor tesisleri kurularak, insanları spora özendirilmeli.
Mehmet Saltuerk
++++++++++++++++++++++++++++++ Dipl. Biologe Mehmet Saltuerk Institute for Genetics University of Cologne ++++++++++++++++++++++++++++++
20 dakika sonra : Kan dolaşımı daha iyi hale geliyor, vücut sıcaklığı ve tansiyon normale dönüyor.(1)
12 saat sonra: Kandaki karbonmonoksit seviyesi normale geriliyor.(2)
48 saat sonra : Tat ve koku reseptörleri kendilerini yenileyerek daha iyi tat ve koku alınmasını sağlıyor.
2 – 3 hafta sonra : Kan dolaşımı istikrarlı hale geliyor, akciğer fonksiyonlarında %30 civarında artış sağlanıyor.(3)
1 – 9 ay sonra : Öksürük, nefes darlığı ve yorgunluk hissi azalıyor. Akciğerlerde bulunan siller görevini normal şekilde yapmaya başlıyor (Siller solunum yollarına gelen zararlı maddeleri boğaza taşıyarak atılmasını sağlar). Akciğer kendisini temizliyor, enfeksiyon riski azalıyor.(4)
1 yıl sonra : Koroner kalp hastalıkları riski, sigara içenlere göre % 50 düşüyor.
2,5 yıl sonra : Ani beyin kanaması ihtimali, hiç sigara içmemiş olanların seviyesine geriliyor. (6)
5 yıl sonra : Ağız, boğaz, rahim ağzı, yemek borusu ve mesane kanserine yakalanma olasılığı %50 azalıyor.(6)
10 yıl sonra : Akciğer kanserine bağlı ölüm olasılığı, sigara içen kişilere göre %50 azalıyor.(7)
15 yıl sonra : Sigaradan dolayı oluşan; koroner kalp hastalıklarına yakalanma ve kalp krizi riski ortadan kalkıyor.(8)
Mehmet Saltürk
++++++++++++++++++++++++ Dipl. Biologe Mehmet Saltürk The Institute for Genetics of the University of Cologne ++++++++++++++++++++++++
A Report of the Surgeon General: How Tobacco Smoke Causes Disease – The Biology and Behavioral Basis for Smoking-Attributable Disease Fact Sheet, 2010; and Tobacco Control: Reversal of Risk After Quitting Smoking. IARC Handbooks of Cancer Prevention, Vol. 11. 2007, p 341)
A Report of the Surgeon General: How Tobacco Smoke Causes Disease – The Biology and Behavioral Basis for Smoking-Attributable Disease Fact Sheet, 2010; and US Surgeon General’s Report, 1990, pp. vi, 155, 165)
Tobacco Control: Reversal of Risk After Quitting Smoking. IARC Handbooks of Cancer Prevention, Vol. 11. 2007. p 11
Dünyada her yıl 600.000’den kişiden fazla insan bağırsak kanserinden hayatını kaybetmektedir. ve uzun yıllardan beri bu konuda etkili bir ilaç bulabilmek için yoğun bir şekilde çalışılmaktadır. Bu çalışmaların bir kısmı da aspirinin etkin maddesi olarak bilinen Asetilsalisilik asit(ASS) üzerine yoğunlaşmış ve yapılan birçok çalışma aspirinin bağırsak kanserini engellemede bir hayli etkili olduğunu göstermiştir.
Uzun süreli ve düzenli aspirin kullananların bağırsak kanserine yakalanma riskinin daha az.
The Lancet dergisinin 28 Ekim 2011 tarihli sayısında yayınlanan bir makalede Asetilsalisilik Asitin bağırsak kanserini iyileştirdiği bir kez daha teyid edilmiş oldu. Yapılan bu çalışmayla bağırsak kanserinin ön aşaması olarak bilinen Lynch-Sendromunun* tümöre dönüşmesi Asetilsalisilik Asit (ASS) tarafından büyük ölçüde önlendiği ortaya kondu.
Uygulama
Önce 16 ülkede gen analizi yapılarak 937 Lynch-Sendromlu hasta tespit edildi. Daha sonra bu hastaların yarısına her gün düzenli olarak Asetilsalisilik Asit(ASS) verildi. Diğer yarısına ise Asetilsalisilik Asit (ASS) verilmeden tedaviye geçildi. (Bu grup, kontrol grubudur)
1999 -2005 yılları arasında yapılan bu araştırmada tesadüfi seçilmiş deneklerin ilk yarısına günlük 600 mg Asetilsalisilik Asit (ASS), ikinci yarısına ise plasebo ilaç verildi. (Plasebo ilaç: Sadece görünümü Aspirin, içerisinde etkin madde yok)
29 ay sonra yapılan ilk inceleme: iki grubun bağırsaklarında bulunan Adenom** ve Karsinomların*** durumunda ne nicelik ne de nitelik olarak bir iyileşmeye görülmedi(1).
55.7 ay sonra yapılan ikinci inceleme: ASS kullanan hastalarda, ASS kullanmayan hastalara göre % 60 ın üzerinde iyileşme görüldü.
ASS grubu içerisinde bulunan 53 kalın bağırsak kanserli hastanın (Colorectal cancer) 34′ ü iyileşirken plasebo grubu içerisinde bulunan aynı sayıdaki kalın bağırsak kanserli hastanın sadece 19 unda iyileşme görüldü.
Bu araştırmada özellikle dikkat çeken başka bir konu ise ASS kullanıp tedaviyi iki yıl sonra kesen hastaların durumunda görüldü. Bu gruptaki hastaların durumu tedaviye devam eden hastalara göre % 59 oranında kötüleşti. Plasebo ilaca devam edenler ile iki yıl sonra bu ilacı kesenlerin sağlık durumunda ise kayda değer bir fark görülmedi (2).
Bu araştırmanın devamı niteliğindeki başka araştırma ise Cancer Prevention Project 3 (CAPP 3) adı verilen bir projedir. Gelecek 30 yıl içerisinde 30.000 Lynch-Sendromlu hastanın yaklaşık 10.000’nin bağırsak kanserine yakalanacağı öngörülüyor ve bu proje kapsamında hastaların en az 1000 nin hayatının kurtarılması planlanıyor. Bu çerçevede, İngiltere’de mutasyonlu gen taşıyan 3000 Lynch-Sendromlu hastaya 5 yıl boyunca çeşitli dozlarda (100 mg, 300 mg ve 600 mg) ASS verilerek bağırsak kanseri için optimal doz tespit edilecek (3).
Aspirin hiç kuşkusuz yirminci yüzyıla damgasını vuran bir ilaçtır. İlk defa 1899 yılında bulunan ve 100 yıldan beri ilaç endüstrisinde önemli bir yer tutan bu ilâcın yıllık tüketimi 100 milyar tablet civarındadır. (Ortalama kişi başına yılda 20 tablet düşüyor).
Asetilsalisilik Asitin vücutta nasıl çalıştığı uzun yıllar bilinmiyordu. 1971 yılına ilk olara bu mekanizmayı keşfeden Prof. John Vane 1982 yılında bu keşfi ile Nobel tıp ödülünü aldı.
Aspirin vücutta nasıl çalışıyor ?
Asetilsalisilik asit(ASS), prostaglandin sentezini****bloke ederek iltihaplanmaya sebeb olan prostaglandin üretimini engeller.
Prostaglandin üretimi vücutta iltihaplanmaya birlikte vücut ısısının yükselmesine sebep olur. İşte bu esnada alınan Asetilsalisilik Asit (ASS), Cyclooxygenase enziminin çalışmasını bloke ederek, iltihaplanmayı, dolayısı ile vücut ısısını düşürür.
Asetilsalisilik asitin (ASS) zararları?
Mide, yiyecekleri öğütmek için mide asidi üretir. Mide asidinin mideye zarar vermemesi için yine mide tarafından Prostaglandin***** üretir. Prostaglandinın midedeki bu çok önemli fonksiyonu, Aspirinde bulunan Asetilsalisilik Asit (ASS) tarafından engellenerek ve mideye zarar verir.
Bu yüzden uzun süreli Asetilsalisilik Asit(ASS) kullanımlarında çok önemli mide kanaması vakaları görülebilmektedir. Bunun dışında, Asetilsalisilik asit(ASS) kanı incelttiği için yaralanmalarda ve özellikle gözle görülmeyen iç yaralanmalarda büyük sorunlar çıkarabilmektedir. Eğer bu yaralanmalar beyindeki kılcal damarlarda olursa çok daha tehlikeli yaşamsal sorunlarda orataya çıkabilmektedir.
Bütün bunların yanı sıra Asetilsalisilik Asitin(ASS) deride tahrişlere, kulakta çınlamalara, böbrek fonksiyonlarında azalmalara, midede ağrılara, karaciğer fonksiyonlarında bozukluklara yol açabilmektedir.
Uyarı: Asetilsalisilik Asiti (ASS) her gün düzenli olarak koruyucu amaçla alan kişilerin bunun yararlarının yanı sıra çok önemli sağlık sorunlarında beraberinde getirebileceğini göz önünde bulundurması gerekmektedir.
Açıklamalar
Lynch-Sendromu*: Genetik bir rahatsızlık olup kadın ve erkekte eşit oranda görülür. Lynch-Sendromu bulunan kişilerin % 80 inde tümör oluşurken sadece % 20 si sağlıklı kalabiliyor. Sağlıklı kişilerin genlerinde bir hata olduğunda, bu hata tamir mekanizması devreye girerek düzeltilebilirken, Lynch-Sendromu kişilerde DNA tamir mekanizmasında bozukluk nedeni ile bu hata düzeltilemiyor. (Bu hata yüzden DNA tarafından doğru kodlanması gereken protein de hatalı kodlanıyor.) Lynch-Sendromuna sebep olan bilinen 6 gen bulunmaktadır. Bunlar; hMSH2, hMLH, hPMS, hPMS2, hMSH6 ve hMLH3 genleridir. Bu genlerde meydana gelen bir hata “DNA mismatch repair proteins“ ismindeki proteinin kodlanamamasına sebep oluyor. Bu protein olmadan genlerde oluşan hatalar düzeltilemiyor
Adenom** : Mukuzo ve bezelerde oluşan iyi huylu şişlikler.
Karsinom***: Epitelde, yani yüzeyde oluşan kötü huylu tümörlerdir. Bunlarin %80’i daha sonra kansere dönüşmektedir.
Karsinom**** : Epitelde, yani yüzeyde oluşan kötü huylu tümörlerdir. Bunlarin %80’i daha sonra kansere dönüşmektedir.
Prostaglandin sentezi*****: Doymamış bir yağ asidi olan arachidonic asit´in Cyclooxygenase enzimi yardımı ile prostaglandin üretilmesidir. Üretilen prostaglandin iltihaplanmayı durdurarak, vücuttaki yüksek ateşi düşürür.
Mehmet Saltuerk
+++++++++++++++++++++++++++++ Dipl. Biologe Mehmet Saltuerk Institute for Genetics University of Cologne +++++++++++++++++++++++++++++
Yüksek tansiyonun sebeplerinden biri de kandaki tuz konsantrasyonunun fazla olması. Şimdiye kadar fazla tuzun vücutta neden biriktiği ve niçin atılamadığı pek bilinmiyordu.
Almanya/Max-Planck-Enstitüsünde yapılan bir çalışma, SLC4A5* adındaki bir genin vücuttaki tuz konsantrasyonunu ayarlama da önemli rol aldığını ortaya çıkardı.
Bu araştırma, sağlıklı insanlarda SLC4A5 geninin sentezlemiş olduğu bir proteinin tuz iyonlarının kanda birikmesine engellediğini ortaya çıkarıldı.
Bu genin hasarlı olduğu durumlarda ise (mutant gen)* kandaki tuz atılamıyor ve atılamayan tuz böbreklerde birikerek yüksek tansiyona sebeb olan karmaşık mekanizmanın başlamasına sebeb oluyor.
*Genin düzgün çalışmasını engelleyenin bir harflik noktasal bir mutasyon olduğu belirlendi(Single Nucleotide Polymorphisms, SNP).
Metot
Laboratuvarda, SLC4A5 geninin faaliyeti durdurulan farelerde (knockout mice) kandaki tuz konsantrasyonu artarak tansiyonun yükseldiği görülmüştür. Yapılan birçok tıbbi müdahaleye rağmen farelerde tuz konsantrasyonu ve yüksek tansiyon düşünülmemiştir.
Sonuç
SLC4A5 geninin oynadığı bu önemli rolün keşfedilmesi ile hedefe yönelik verimli tedaviler dönemi başlayacak.
SLC4A5 Geni*: 2. kromozom üzerinde 16 değişik formda bulunan, 500 ile 6500 bp arası uzunluğa sahip olan ve vücudun tuz ekonomisini ayarlayan önemli bir gendir.
SLC4A5geni nin genetik haritası
Mehmet Saltuerk
++++++++++++++++++++++++++++ Dipl. Biologe Mehmet Saltuerk Institute for Genetics University of Cologne ++++++++++++++++++++++++++++
Multiple skleroz, kısa adıyla MS, merkezi sinir sisteminde görülen otoimmün bir hastalıktır(öz bağışıklık sistemi hastalığıdır). Bütün otoimmun hastalıklarda, vücut kendi savunma sisteminin üretmiş olduğu antikorlar* tarafından saldırıya uğrar. Sağlıklı insanlarda bu antikorların koruyucu bir görevi olmasına rağmen, otoimmun hastalarda vücut kendi doku ve organlarını yabancı cisim gibi algılayarak tahrip eder.
Romatoid artrit(Eklemlerin iltihaplanması), Aplastik Anemi( Kemik iliğinin hücre üretememesi), Alerji, Multipl skleroz gibi hastalıklar, otoimmün hastalıklara örnek gösterilebilir.
Bir sinir hücresinin yapısı:
Bir sinir hücresi akson ve dendrit den meydana gelmektedir. Aksonlar üzerinde miyelin adı verilen ve yağ bakımından zengin, bir kılıf(örtü) bulunmaktadır. Bu kılıfın görevi, sinir hücrelerinden geçen elektriksel akımları isole etmektedir.
Multiple skleroz hastalarında, vücudun kendi ürettiği antikorlar, miyelin kılıfı tahrip ederek, sinirler üzerinden beyne iletilen bilgi akışını engeller.
Şu ana kadar kabul gören teoriye göre, multiple skleroz, genetik yatkınlık ile çevresel faktörlerin birlikte oluşturduğu bir rahatsızlıktı. Bu teoriyi güçlendiren ise beyindeki sinir hücreleri üzerinde bulunan miyelin kılıfa bağlanmış olan bir proteinin bağışıklık sistemini aktif hale getirmesi ve bu aktivasyon işlemini yapan genlerin bulunmuş olmasıydı (Bu genler MHC-Kompleks grubuna dahil genlerdir.) Son yapılan araştırma ile bu konuda bir adım daha ileriye gidildi.
***Multiple skleroz´un ortaya çıkmasında bağırsaklardaki mikroorganizmalar (bağırsak florası) önemli rol oynuyor.***
Metot
İnsan bağırsağında sindirim ve bağışıklık sistem için gerekli olan 100 milyar civarında 2000 değişik mikroorganizma bulunmaktadır. Bu mikroorganizmalardan birçoğu farelerde de bulunuyor.
Bu deney için bir grup farenin bağırsaklarındaki mikroorganizmalar temizleniyor.
Bağırsaklarında mikroorganizma olan ve olmayan farelerin beyninde insanda görülen multiple skleroze çok benzeyen inflamatuar reaksiyonlar(iltihaplı reaksiyonlar) başlatılıyor.
Bağırsaklarında mikroorganizma bulunan farelerde multiple skleroz başlarken, bağırsaklarında mikroorganizma bulunmayan farelerin durumunda hiçbir değişiklik olmuyor yani fareler sağlıklı olarak yaşamaya devam ediyorlar.
Deneyin ikinci aşaması
Hastalanmayan farelere bağırsak florasında bulunan doğal mikroorganizmalar enjekte ediliyor ve kısa bir süre sonra bu farelerin hastalandığı ve multiple skleroz atakları başladığı görülüyor.
Daha sonra yapılan laboratuvar analizlerinde, bağırsaklarında mikroorganizma olmayan farelerin az sayıda T-Hücresine sahip olduğu, buna bağlı olarak da dalak iltihaplanmaya sebeb olan sitokini çok az ürettiği, B-hücrelerinin ise miyeline karşı antikor oluşturmadığı bulundu.
Bu farelere mikroorganizma enjekte edildikten sonra T- und B-hücreleri* ile sitokinin arttığı buna bağlı olarak antikor oluştuğu görüldü.
Mikroorganizma verildikten sonra bağışıklık sistemi iki aşamalı bir evreye giriyor:
Bağırsaktaki lenf damarlarında T-hücreleri aktif olarak çoğalıyor.
B-Hücrelerinin oluşturduğu antikorlar miyelin kılıf üzerine yerleşiyor.
Bu iki aşmanın sonunda, miyelin kılıf, antikorlar tarafından tahrip ediliyor.
Sonuç
Multiple skleroza genetik yatkınlığı olan kimselerin bağırsaklarında bulunan yaklaşık 2000 çeşit mikroorganizmadan biri veya birden fazlası, bağışıklık sisteminin aşırı tepki vermesine sebeb oluyor. Bu bağlamda beslenme alışkanlığının büyük rol oynadığı tahmin ediliyor. Çünkü bağırsak florasındaki mikroorganizmaların çeşidi, alınan gıdalarla doğrudan ilintili. Ayrıca multiple skleroz vakalarının Asya ülkelerinde daha yaygın görülmesi beslenme, bağırsak florası ve multiple skleroz arasındaki bağlantıyı güçlendiriyor
Multiple skleroz ın başlamasında hangi bakterinin rol aldığı daha henüz tespit edilmemesine rağmen, bağırsak duvarları ile direkt teması olan „clostridien“ adlı mikroorganizmanın suçlu olabileceği tahmin ediliyor.
Bir ihtimal, clostridien ya da daha henüz keşfedilmemiş olan birden fazla mikroorganizmanın sentezlemiş olduğu bir protein veya proteinler mutasyonlu geni aktive ediyor olabilir.!!!
Başka bir ihtimal ise, mutasyon genin direk T-Hücrelerini aktive ettiği. Bu konuda kesin bir sonuca ulaşabilmek için hem sağlıklı hemde multiple skleroz hastalarının bağırsak florasının genetik karşılaştırılması yapılması gerekiyor.
Antikor (immunoglobulin)*: Vücudun savunma amacı ile ürettiği bir proteindir. Vücuda giren zararlı organik maddeleri yok etmekle görevlidir. IgG, IgM, IgA, IgD, IgE olmak üzere değişik tipleri vardır.
T- ve B-hücreleri* : T ve B hücreleri vücudun savunma sisteminde rol alan özelleşmiş hücrelerdir.
Mehmet Saltuerk
++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
Institute for Genetics
University of Cologne
++++++++++++++++++++++++
Bir erkek bir kadından hoşlandığında ona duygularını ne zaman açmalı. Kendisini kabul etmesi için en doğru zamanlamayı nasıl yapılmalı? Reddedilmemek için en uygun zaman günün hangi saati olmalı? veya kadının keyfinin yerinde olduğu iyi bir zamanımı beklenmeli?
Aslında hayvanlarda bu sorun basit ve çabuk bir şekilde hallediliyor. Örneğin, şempanzelerde kızarmış bir popo, atlarda kuyruğun havaya kalkması, leoparlarda çimlerde yuvarlanma gibi işaretler, dişinin hazır olduğunu göstermektedir.
İnsanlarda böyle bir işaret varmı? Erkek, kadının ilişkiye hazır olup olmadığını bir bakışta nasıl anlayabilir?
Kadının ses tonundaki değişme.
Daha önce yapılan birçok araştırma ile kadında bir ay boyunca meydana gelen hormonal dalgalanmaların, ses tonunda değişikliklere sebep olduğu, biliniyordu.
LondraRoehampton Üniversitesi ve Tel-Aviv Üniversitesinin ortaklaşa yapmış olduğu bir araştırmada, kadının ses tonunda değişiklikler ile doğru zamanlama arasında bir bağlantının olup olmadığı bulunmaya çalışıldı.
Bu bağlamda, kadının bir ay içerisinde hormonal değişikliklerden kaynaklanan ses tonundaki farkların erkek tarafından „sinyal“ olarak algılanıp algılanması araştırıldı.
Ovulasyon** yaklaştıkça ses tonu yükseliyor.
Bu araştırma için yaşları 18 ile 26 arası değişen 23 kadın seçiliyor. Araştırmaya başlamadan önce, kadınların ses tellerinde bir problem olup olmadığı doktor tarafından kontrol ediliyor. Ayrıca kadınların ses sanatçısı, moderatör gibi sesi ile iş yapan kişiler olmamasına ve sigara içicisi olmamasına dikkat ediliyor.
Metot
Deneklerden bir ay boyunca her gün birkaç mililitre idrar örneği alınarak hormon seviyesi ölçülüyor ve aynı gün kendilerinden birkaç dakika boyunca herhangi bir konu üzerinde konuşmaları, özelliklede „A“, „U“ ve „I“ harflerini vurgulamaları isteniyor. (Deneklere, bu harflerin extra söyletilmesinin nedeni, ses tonundaki değişikliklerinin, bu harflerde daha belirgin olması.)
Konuşmalar bir ses bandına kaydediliyor
Sonuç : Ovülasyon yaklaştıkca ses tonu yükseliyor fakat, tam ovülasyon günü yani yumurtanın yumurtalıktan çıktığı gün, 23 kadının 17 sinde, normal konuşmadaki ses tonunda 10 Hertz(Hz)* lik, „A“„U“ ve „I“ harflerini söylerken ki ses tonunda ise ortalama olarak 6 Hertz(Hz)* lik düşüş görülüyor. Birkaç gün sonra tüm kadınların ses tonu tekrar yükseliyor.
Kadınlardaki bu ses değişiminin, erkekler üzerinde nasıl bir etki yaptığını araştırmak üzere ses kayıtları 28 erkeğe dinletiliyor ve hangi sesin çekici veya davetkâr olduğu soruluyor.
Ses kayıtları, erkeklere ovulasyon öncesi, ovulasyon sırası ve ovulasyon sonrası olmak üzere üç kategoride dinletiliyor. (Konuşmanın içeriği denekleri yanlış yönlendirmemesi için ingilizce bilmeyen erkeklerden seçiliyor.)
Sonuç
Erkek lerden birkaçı tam ovulasyon anındaki ses tonunu davetkâr bulurken, 15 erkek ise ovulasyona çok yakın bir süre öncesindeki ses tonunu davetkâr buldu.
Sexüel hormonlardaki günlük dalgalanmalar, ses tonunda değişikliklere sebep olmasına rağmen, erkeklere olumlu veya olumsuz bir sinyal vermekte yetersiz kaldı.
Not: Östrojen ve progesteron hormonu, ses telleri üzerinde bulunan mukoza tabakasına ait reseptörlerini etkileyerek sesin değişmesine sebep olmaktadır.
Seksüel hormonlar ay içerisinde sürekli bir değişim içerisindedir. Östrojen hormonunun en yüksek olduğu anda yumurtalar yumurtalıktan bırakılarak fallop tüplerine gelir. Bu esnada progesteron hormonuda salgılanarak, rahmi döllenmiş yumurtaya hazırlar. Eğer yumurta döllenmezse, mukoza parçalanarak kanar (menstruasyon). Menstruasyon sonrası östrojen ve progesteron hormonu hızla düşer.
Ses tonundaki en büyük değişiklikler, tam menstruasyonun olduğu günlere rastlamaktadır. Bu günlerde ses pürüzlü çıkmaktadır.(Ses sanatçılarının, bu üç günlük süre içerisinde sahneye çıkmaması isabetli olur.)
Erkeklere biraz ipucu
Yapılan başka bir araştırmadan çıkan sonuçlar, erkeklere azda olsa bir umut ışığı veriyor. Buna göre, doğurganlığın en fazla olduğu, yani ovulasyonun başladığı günleri takip eden günlerde, kadının biraz daha fazla alımlı görünmeye ve beğenilmeye gayret gösterdiği söyleniyor.
Herthz(Hz)* : Saniye başına düşen devir sayısını ifade eder. 1 Hertz saniyede bir devir.(wp)
Ovulasyon**: Adet döneminin 11 – 16. günleri arasında yumurtalıktan yumurtanın atılarak rahime doğru yola çıkması.
Mehmet Saltuerk
++++++++++++++++++++++++++++++ Dipl. Biologe Mehmet Saltuerk Institute for Genetics University of Cologne +++++++++++++++++++++++++++++++
Toplumda oldukça yaygın olarak görülen saç dökülmesinin değişik sebepleri bulunmaktadır. Kalıtsal nedenlerden kaynaklanan saç dökülmesi en sık rastlanan dökülme tipi olup toplum görülme sıklığı % 95 dir.
Hormonal farklılıklardan dolayı erkeklerde saç dökülmesi kadınlara göre çok daha fazla görülmektedir. Ortalama her 3 erkekten birinde saç dökülmesi görülürken, bu oran kadınlarda 1/10 dur.
Not: Eğer günlük dökülen saç teli sayısı 100´ü geçmiyorsa, o kişide akut bir saç dökülmesinden bahsedilemez.
En sık görülen saç dökülme tipleri.
Hormonal ve kalıtsal saç dökülmesi(Alopecia androgenetica): Daha çok erkeklerde, nadir olarakta kadınlarda görülür. Erkeklerde yetişkinlik çağında, kadınlarda ise menopoz döneminde görülmeye başlar. Testosteron hormonunda meydana gelen dalgalanmaların saç köklerini çok fazla etkileyerek onların ölümüne neden olmasından kaynaklanır.
Saçkıran (Alopesia areata): Başın veya yüzün belirli bir yerinde sebebi pek bilinmeyen bir şekilde saçların dökülmesidir. Genellikle ilerleyen dönemde dökülen saçların yerine yenisi çıkar.
Kadın tipi saç dökülmesi(Alopecia diffusa) : Bu tip saç dökülmesi sadece kafada değil vücudun diğer bölgelerinde bulunan kılların dökülmesi veya incelmesi şeklinde de kendini gösterebilir. Alınan ilaçlar, örneğin Heparin, Zytostatika veya extrem diyet programları bu tür dökülmeye sebep olabilmektedir. Sebep ortadan kalkınca, saçlar tekrar normal kalınlığına döner ve dökülen saçların yerine yenisi çıkar.
Bunun dışında, stres, enfeksiyon, alınan ilaçlar vs gibi birçok sebepten kaynaklanan saç dökülme tipleri vardır. Örneğin: Alopecia totalis, Alopecia universalis, Alopecia toxic, Alopecia psychosomatic, Alopecia cicatricial, Alopecia adnata, Alopecia follicularis, Alopecia senilis, Alopecia neurotica, bunlardan bazılarıdır.
Saçın çıkma döngüsü
Anagen fazı : Bu evre erkeklerde 2–4 yıl, kadınlarda 4–5 yıl kadar sürer, bu evrede saçlar günde 0,3 cm büyür.
Katagen fazı : 2–3 hafta süren yeniden bir yapılanma fazıdır. Bu geçiş döneminde matrix yeni hücre üretimi için yeniden yapılanmak için faaliyete geçer ve foliküllerde kısalma olur.
Telogen fazı : 2–4 hafta süren bir süreçtir. Bu sürede papille ve foliküller yenilenir.
Eğer saç dökülmesi kalıtsal nedenlerden kaynaklanıyorsa, kişi büyük bir ihtimalle gelecekteki yaşantısında kellik problemi ile karşı karşıya kalacak demektir. Kalıtsal saç dökülmesinden kaynaklanan kelliğin sebebi son yıllara kadar pek bilinmediği için kelliğe karşı etkili bir çözüm de bulunamamıştı. Son yapılan çalışmalarla bu önemli soruya cevap bulundu ve gelecekte olası bir kök hücre tedavisi ile dökülen saçların yerine yenisi çıkabilecek.(Şimdilik kesin değil ama bu konuda yapılan çalışmalar umut veriyor.)
Saç nasıl çıkıyor?
Kalıtsal kelliğin sebebinin anlaşılabilmesi için saçın nasıl çıktığının tam olarak anlaşılması gerekiyordu. Daha önce yapılan araştırmalarda saçın çıkmasına sebep olan moleküler bir sinyalin varlığı tespit edilmişti, ama bu sinyalin kaynağı tam olarak bilinmiyordu.
Yale üniversitesi’ndeki araştırmacılar tarafından yapılan ve popüler bilim dergisi „Cell“ in 2 eylül 2011 tarihli sayısında yayınlanan bir makalede bu soruya cevap bulundu. Araştırma, saç çıkmasını başlatan sinyalin kafa derisinin altında yer alan yağ tabakasının içerisinde bulunan kök hücreler tarafından verildiğini ortaya çıkardı.
Dökülen saçlar tekrar çıkacak mı?
Yapılan araştırmalar, kalıtsal kellerin kafa derisindeki yağ tabakasının inceldiğini (adipogenesis) gösteriyor. Ama var olan yağ tabakasının içerisinde halâ kök hücrelerinin bulunması kalıtsal nedenlerden dolayı oluşan kelliğin tedavisinde büyük umutlar vaat ediyor.
„Dökülen saçlar tekrar çıkacak mı?“ sorusuna olumlu bir cevap verebilmek, ancak var olan bu kök hücrelere tekrar sinyal gönderme kabiliyeti kazandırılmasıyla mümkün.
Sonuç
Eğer saçsız bölgelerdeki yağ dokusu içerisinde bulunan kök hücrelerin tekrar sinyal göndermesi başarılabilir ve saç folikülü ile tekrar temasa geçmesi sağlanabilir ise saç olmayan bölgelerden yeniden saç çıkması olanaklı hale gelebilecek.
(Ayrıca fareler ile yapılan bu çalışmada, Progenitör Cell adı verilen öncü kök hücrelerinin saçların yeniden çıkmasında rol oynayan, PDGF hormonunu da ürettiği tespit edildi)
Mehmet Saltürk
++++++++++++++++++++++++ Dipl. Biologe Mehmet Saltuerk Institute for Genetics University of Cologne ++++++++++++++++++++++++