Cinsiyetin Biyolojik Karmaşıklığı, İnterseks: Biyolojik Çeşitlilik

Cinsiyet konusu, hepimizin çok iyi bildiğini sandığı ancak bilimsel olarak derinlemesine incelendiğinde oldukça şaşırtıcı ve karmaşık olduğu anlaşılan bir konudur. Biyolojik cinsiyet denildiğinde ‘erkek’ ve ‘kadın’ kavramları zihnimizde net çizgilerle belirir. Ancak bilim insanları bunun aslında çok daha karmaşık bir konu olduğunu söylüyor. Hatta ‘Cinsiyet karışıktır’ (Sex is messy) diyerek bu durumu vurguluyorlar. Gelin, bu konuyu biraz daha detaylı ele alalım.”

Çocukken, insanların ya erkek ya da kadın olduğu öğretilir. Genellikle bu ayrım, dış görünüşe veya sahip olunan üreme organlarına göre yapılır. Bilim de uzun süre bu ikili (binary) sınıflandırmayı temel aldı. Ancak genetik, gelişim ve tıp alanındaki ilerlemeler gösterdi ki, biyolojik cinsiyet yalnızca tek bir faktöre bağlı değildir; aksine oldukça karmaşık ve çok yönlü bir yapıya sahiptir.

Bir insanın biyolojik cinsiyetini sadece kromozomlarına (kadınlar için XX, erkekler için XY) ya da üreme hücrelerine, yani erkeklerde sperme, kadınlarda yumurtaya bakarak belirlemek mümkün değildir. Çünkü ‘erkek’ ya da ‘kadın’ olarak gördüğümüz fiziksel özellikler; genetik yapı, hormon düzeyleri ve anne karnından ergenliğe kadar süren bedensel gelişimin karmaşık bir etkileşimi sonucunda oluşur.

Bu konuda Kansas Eyalet Üniversitesi’nden evrimsel biyolog Sam Sharpe şöyle diyor. “Cinsiyet çok yönlü bir özelliktir; bazı bileşenleri doğumda mevcuttur, bazıları ise ergenlik döneminde gelişir ve bu bileşenlerin her biri varyasyon gösterir.” Yani herkesin cinsiyet gelişimi aynı şekilde ilerlemiyor.“

Biyolojik cinsiyet konusu uzun süre oldukça dar bir tanıma dayanıyordu. Resmi kurumlar, örneğin ABD’deki Sağlık ve İnsan Hizmetleri Bakanlığı (HHS) bu tanımı biraz değiştirerek, cinsiyeti yalnızca üreme hücrelerinin boyutuna göre sınıflandırıyordu: Büyük üreme hücresi (yumurta) üretenler kadın, küçük üreme hücresi (sperm) üretenler erkek olarak kabul ediliyordu. Bu yaklaşım zamanla resmi belgelerde de yer aldı. Ancak bilim insanları bu tanımın yetersiz olduğunu fark ederek itiraz ettiler. Çünkü biyolojik gerçeklik, yalnızca üreme hücreleriyle sınırlı değildi. Zira milyonlarca insan, tamamen doğal biyolojik farklılıkları nedeniyle bu dar sınıflandırmaya uymuyordu. İsviçreli çocuk endokrinologu Anna Biason-Lauber, bir insanın yalnızca ‘üreyip üreyememesi’ temelinde tanımlanmasının son derece sınırlayıcı ve yanlış bir yaklaşım olduğunu vurguluyor. Peki, hiç gameti olmayan insanlar bu tanımda nasıl yer bulacak? Bu dar yaklaşım onların biyolojik gerçekliğini yok sayıyor. Oysa kimlik belirleme ve temel hizmetlere erişim gibi önemli konularda kullanılacak bir tanım, tüm biyolojik çeşitliliği göz önünde bulundurmak zorunda.

Evet, üreme hücreleri (gametler) iki farklı boyutta: Yumurta sperme göre gerçekten çok büyük. New York Şehir Üniversitesi’nden moleküler evrimsel biyolog Nathan Lents, doğanın gerçek bir ikili (binary), yani sadece iki durumdan oluşan şeye en çok yaklaştığı noktanın bu olduğunu söylüyor. Yani ya büyük ya da küçük gamet üretirsiniz. Ancak bilim insanları, cinsiyetin sadece üreme hücrelerinin boyutundan ibaret olmadığını yineliyor. Lents, biyolojinin genellikle bu kadar net, ikili bir şekilde işlemediğini belirtiyor.

Bilim insanları diyor ki, “erkeksi” ya da “kadınsı” diye düşündüğümüz çoğu fiziksel veya biyolojik özellik (boy uzunluğu, kas miktarı, metabolizma hızı gibi) aslında katı iki kategoriye girmez. Bunlar bir spektrum (geniş bir yelpaze, kesintisiz bir geçiş) üzerinde dağılır. Evet, kadınlar ve erkekler arasında ortalamalar farklıdır (erkekler ortalama daha uzun gibi), ama bu ortalamalar iki keskin uç oluşturmaz. Ortada büyük bir örtüşme alanı vardır.

Bir düşünün, çevrenizde ortalama bir erkekten daha uzun birçok kadın veya ortalama bir kadından daha kaslı birçok erkek görebilirsiniz. Bu tamamen normal biyolojik çeşitlilik.

Cinsiyeti sadece gametlere indirgemek, günlük hayatımızı ve sosyal etkileşimlerimizi etkileyen diğer tüm bu önemli biyolojik özellikleri görmezden gelmek demektir. Bilim insanları cinsiyeti katı bir ikiliye indirgemenin, gerçek yaşam biçimimize pek uymadığını belirtiyorlar.

İlginç bir bilgi daha: Cinsiyet, sperm ve yumurtanın birleştiği döllenme anında sihirli bir şekilde sabitlenmez. Döllenmiş bir yumurta tek bir hücre olduğu için gamet üretemez.

Aslında, cinsiyet gelişimi anne karnında, döllenmeden haftalar sonra başlar. Gebeliğin yaklaşık altıncı haftasında, ileride gonad (ya yumurtalık ya da testise dönüşecek olan bez) olacak hücreler belirir. Ve ilginçtir ki, Biason-Lauber’ın dediği gibi, bu hücreler birkaç hafta boyunca “kesinlikle ayırt edilemez” durumdadır. Yani başlangıçta hem erkek hem de dişi yönünde gelişme potansiyeline sahiptirler.

Not: Eskiden, embriyoların doğal olarak dişi geliştiği ve sadece erkek olmak için özel bir sinyale (örneğin Y kromozomundaki SRY geni gibi) ihtiyaç duyduğu düşünülüyordu. Yani dişi gelişim pasif bir ‘varsayılan’ durum olarak görülüyordu. Ancak son bilimsel araştırmalar bu anlayışı değiştirmiştir. Artık biliyoruz ki, dişi gelişim de en az erkek gelişim kadar aktif bir süreçtir. Bir embriyonun dişi olabilmesi için, potansiyel olarak erkek üreme sistemine dönüşebilecek yapıları (kanalları veya hücre gruplarını) aktif olarak baskılaması veya ortadan kaldırması ve aynı zamanda dişi üreme sistemini oluşturacak yapıları aktif olarak inşa etmesi gerekmektedir. Dolayısıyla, dişi olmak sadece bir sinyalin yokluğu değil, kendi içinde karmaşık ve aktif adımlar gerektiren bir gelişim programıdır.

Gebeliğin yaklaşık sekizinci haftası civarında, gelişim halindeki testislerdeki hücreler testosteron hormonu salgılamaya başlar. Bu hormon, penis ve skrotum (testis torbası) gibi erkek üreme organlarının doğru şekilde gelişmesi için hayati önem taşır. Ancak bu fetal dönemde henüz sperm üretimi başlamaz. Fetal testosteron üretimi gebeliğin yaklaşık 20. haftasından sonra azalır ve ergenliğe kadar düşük seviyede kalır. Sperm üretimi, testosteron seviyelerinin ergenlikte tekrar belirgin şekilde yükselmesiyle tetiklenir ve başlar.

Dişi fetüslerde ise yumurtalıklar (overler) gebelik sırasında önemli miktarda cinsiyet hormonu üretmez. Rahim, fallop tüpleri ve vajina gibi dişi üreme organları, hormonal bir etki olmadan kendi başına doğru şekilde gelişir. Kız bebekler, hayatları boyunca sahip olacakları tüm yumurta hücreleriyle doğarlar; ancak bu hücreler, ergenliğe kadar olgunlaşmamış (askıda/pasif) durumda bekler ve ergenlikteki hormonal değişimlerle birlikte olgunlaşarak serbest bırakılmaya hazır hale gelir.

Özetle, cinsiyetin üreme potansiyeli açısından gelişimi, anne karnında başlayan ve her iki cinsiyette de ergenlikteki hormonal değişimlerle tamamlanarak üreme yeteneğinin kazanıldığı karmaşık bir süreçtir.

Cinsiyet gelişimindeki karmaşık süreçler, temel olarak X ve Y kromozomları olarak adlandırılan iki özel kromozom tarafından kısmen yönetilir. Ancak, “cinsiyet kromozomları” isimlendirmesi biraz yanıltıcı olabilir. Bunun nedeni, bu kromozomların sadece cinsiyetle ilgili genleri değil, vücudumuzun diğer pek çok hayati fonksiyonu için gerekli yüzlerce geni de taşıyor olmasıdır. Örneğin, X kromozomu kanın pıhtılaşması, renkli görme ve beyin gelişimi gibi farklı işlevlerle ilgili genler barındırırken; çok daha küçük olan Y kromozomu erkek gelişimine ek olarak bağışıklık sistemi, kalp sağlığı ve hatta bazı kanser türleriyle ilişkili genleri de içerir. Genel olarak kadınlarda iki X (XX), erkeklerde ise bir X ve bir Y (XY) kromozomu bulunur. Ancak bu temel kuralın çok sayıda istisnası ve varyasyonu mevcuttur; bu da cinsiyet gelişiminin sadece kromozom çiftinden ibaret olmadığını göstermektedir.

Yapılan araştırmalar, dünya genelinde milyonlarca insanın interseks olduğunu vurguluyor. İnterseks, doğuştan gelen ve cinsel gelişimdeki çeşitli farklılıkları ifade eden genel bir biyolojik terimdir. Bu farklılıklar nedeniyle interseks kişiler, tipik “erkek” veya “kadın” biyolojik tanımlarına tam olarak uymayabilirler. İnterseks olmak, insan biyolojik çeşitliliğinin doğal bir parçasıdır ve sanılanın aksine nadir bir durum değildir. Yine yapılan araştırmalar, interseks olmanın, nüfusun yaklaşık %1.7’sini etkilediğini, yani doğal olarak kızıl saçlı olmak kadar yaygın olduğunu belirtiyor.

  • Turner Sendromu (Monozomi X olarak da bilinir): Bu durumda, bir kadın normaldeki iki X kromozomu yerine yalnızca bir X kromozomuna sahiptir (X0). Bu kişilerde genellikle yumurta (gamet) üretimi olmaz ve yumurtalıkların yerinde “streak gonad” denilen işlevsel olmayan bir doku bulunur. Rahimleri olsa da, gamet üretimi olmaması nedeniyle kişinin cinsiyet kategorizasyonu dar tanımlara göre karmaşıklaşabilir. Turner sendromu nadir değildir; her 2000-2500 kız bebeğinden birinde görülür.
  • Klinefelter Sendromu: Her 650 erkek bebeğinden yaklaşık birini etkiler. Bu durumda, bir erkekte normaldeki bir X ve bir Y kromozomuna ek olarak fazladan bir veya daha fazla X kromozomu bulunur (en yaygını XXY’dir). Bu kişiler genellikle testis ve penise sahip olsalar da, genellikle sperm üretmezler. Sperm üretimi olmaması, dar tanımlara göre “erkek” kategorisine tam uyumu tartışmalı hale getirebilir.
  • SRY Geni Varyasyonları: Y kromozomunda bulunan SRY geni, erkek gelişimi için çok önemli bir “anahtar” gendir, ancak tek belirleyici değildir. Bazen, kromozomlar bölünürken SRY geni Y kromozomundan kopup başka bir kromozoma (bazen X kromozomuna) geçebilir veya gen düzgün çalışmayabilir. Bu tür varyasyonlar, kişinin genetik (kromozomal) cinsiyetinin fiziksel gelişimiyle farklılık göstermesine yol açabilir. Örneğin, genetik olarak XX kromozomuna sahip bir kişi SRY genini taşıyorsa erkek özellikler geliştirebilir. Tersine, XY kromozomuna sahip bir kişi SRY geni düzgün çalışmıyorsa veya gelişimi etkileyen başka genetik farklılıkları varsa dişi olarak gelişebilir (ve genellikle gamet üretmeyebilir).
  • Androjen Duyarsızlığı Sendromu (AIS): XY kromozomlarına sahip bazı kişilerde, vücutlarının androjen (testosteron gibi erkeklik hormonları) sinyallerine düzgün yanıt vermesini engelleyen genetik bir durum vardır. Genetik olarak erkek (XY) olsalar da, vücutları dış görünüş ve genellikle iç yapı olarak dişi yönde gelişir. Bu kişilerin bazen karın boşluğunda testisleri olabilir (yani potansiyel olarak gamet üretebilirleri), ancak vücutları dişi olarak gelişim gösterir.

Yukarıda ele alınan örnekler ve benzeri biyolojik farklılıklar (interseks varyasyonları), cinsiyetin sadece kromozom yapısı (XX/XY) veya üreme hücresi (gamet) üretme yeteneği gibi tek başına yeterli olmayan faktörlerle dar bir şekilde tanımlanamayacağının açık bir göstergesidir.

Biyolojik cinsiyetin bu kadar karmaşık olduğunu anlamak, sadece bilimsel bir gerçeklik değil, aynı zamanda önemli toplumsal sonuçları olan bir konudur. Cinsiyeti dar ve bilimsel gerçekliği tam yansıtmayan tanımlarla sınırlamak, interseks bireylerin kimliklerinin göz ardı edilmesine, toplumsal dışlanmaya ve en önemlisi sağlık hizmetlerine erişimde ciddi zorluklar yaşamasına yol açabilir. Örneğin, bazı interseks bireylere erken yaşta, cinsel organlarının dış görünüşünü tipik cinsiyet kategorilerine uydurmak amacıyla potansiyel olarak gereksiz cerrahi müdahaleler yapılabilmekte ve bu kişilerin sağlıklarını yönetmek için sık sık özel hormon tedavileri gerekebilmektedir. InterAct gibi kuruluşlar ve uzmanlar, katı ikili cinsiyet tanımlarının intersek bireylerin ihtiyaç duyduğu kapsayıcı sağlık hizmetlerine erişimi engellemesinden endişe duymaktadır. Ayrıca unutmamak gerekir ki, cinsiyet hormonları (testosteron, östrojen vb.) yalnızca üreme fonksiyonlarıyla ilgili değil, kemik sağlığından cilt durumuna, ergenlikteki boy uzamasından kemik yoğunluğunun korunmasına kadar genel vücut sağlığımız ve gelişimimiz üzerinde de çok önemli roller oynar.

Cinsiyeti sadece tek bir kritere, örneğin yalnızca kromozomlara veya yalnızca gamet (üreme hücresi) üretme yeteneğine göre tanımlamaya çalışmak kaçınılmaz olarak kafa karışıklığı yaratır ve eksik kalır.

Sonuç olarak, biyoloji bize açıkça göstermektedir ki, biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet (gender) dediğimiz kavramlar, katı ve siyah-beyaz kategoriler değildir. İnsan biyolojisi, kutuplardan ziyade zengin ve geniş bir yelpazeye sahiptir. Bu çeşitliliği anlamak, kabul etmek ve kucaklamak; hem bilimsel doğruluk açısından zorunluluktur hem de tüm insanların kimliklerinin tanınması, saygı görmesi ve ihtiyaç duyduğu kapsayıcı bakıma erişebilmesi açısından hayati önem taşımaktadır.


Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar:

Prostat Kanseri ve Alkol: Özellikle Genç Yaşlarda İçkiye Başlayanlar Risk Altında Olabilir?

Prostat kanseri, erkeklerde en sık görülen kanser türlerinden biridir. Özellikle ileri yaşlardaki erkekleri etkileyen bu hastalık, erken teşhis edildiğinde genellikle tedavi edilebilir olsa da, bazı türleri daha hızlı büyüyebilir ve vücudun diğer bölgelerine yayılabilir. İşte bu daha agresif, yani “yüksek dereceli” prostat kanseri türleri, hem teşhis hem de tedavi açısından daha zorlayıcıdır.

Prostat kanserine yol açan risk faktörleri üzerine pek çok araştırma yapılmıştır. Yaş ve aile öyküsü gibi bilinen risk faktörlerinin yanı sıra, yaşam tarzı faktörlerinin etkisi de merak edilmektedir. Alkol tüketimi, genel sağlık ve birçok kanser türü (ağız, boğaz, yemek borusu, karaciğer vb.) için bilinen bir risk faktörü olmasına rağmen, prostat kanseri ile ilişkisi konusunda bilim dünyasında tam bir fikir birliği oluşmamıştır. Bazı araştırmalar bir bağlantı bulurken, bazıları bulamamıştır.

Peki, bu çelişkili sonuçların nedeni ne olabilir? Belki de sadece güncel alkol tüketimine bakmak yerine, hayatın farklı dönemlerindeki, özellikle de vücudun hızla geliştiği gençlik yıllarındaki alkol maruziyetine odaklanmak daha doğru bir yaklaşımdır. İşte bu makale tam da bu soruyu sormaktadır: Hayatın erken dönemlerinde düzenli veya yoğun alkol almak, ileriki yaşlarda yüksek dereceli prostat kanseri geliştirme riskini etkiliyor mu?

Bu çalışma, “gözlemsel” bir araştırmadır. Yani araştırmacılar belirli bir gruba müdahale etmeden, o grubun özelliklerini ve yaşam tarzlarını (burada alkol tüketimi) gözlemleyerek, bir hastalıkla (prostat kanseri) arasındaki olası ilişkiyi incelemişlerdir.

Araştırmaya, ABD’de bulunan Durham Veterans Affairs Medical Center’da 2007-2018 yılları arasında prostat biyopsisi yapılan 650 erkek katılmıştır. Katılımcıların yaşları 49 ile 89 arasında değişmekteydi ve araştırmanın önemli bir yanı, farklı ırklardan (katılımcıların %53’ü beyaz olmayan) bireyleri içermesidir, bu da sonuçların daha geniş bir popülasyona uygulanabilirliği açısından önemlidir. Bu erkeklerin daha önce prostat kanseri teşhisi almamış olmaları ve çalışmaya katılmayı kabul etmeleri gerekiyordu.

Araştırmacılar, katılımcılara kapsamlı bir anket uygulamışlardır. Bu ankette demografik bilgilerin (yaş, ırk vb.) yanı sıra tıbbi geçmiş ve yaşam tarzı alışkanlıkları hakkında sorular yer alıyordu. Alkol tüketimi ile ilgili kısımda ise, katılımcılardan hayatlarının her on yıllık dönemi için (örneğin, 15-19 yaş, 20-29 yaş, 30-39 yaş, 40-49 yaş) haftada ortalama kaç standart alkollü içki tükettiklerini hatırlayıp belirtmeleri istenmiştir. (Standart içki genellikle bir kutu bira, bir kadeh şarap veya bir ölçü sert içkiye denk gelir).

Tüm katılımcılara prostat biyopsisi yapılmıştır. Biyopsi sonuçları, prostat kanseri olup olmadığını ve varsa kanserin derecesini (Gleason skoru veya Grade Group* adı verilen bir sistemle belirlenir) ortaya koymuştur. Çalışmada özellikle “yüksek dereceli” prostat kanseri (Grade Group 3-5) odak noktası olmuştur, çünkü bunlar daha agresif tümörlerdir.

Araştırmacılar, katılımcıların yaşa özel ve hayat boyu toplam alkol tüketimi miktarlarını hesaplayarak, bu bilgileri biyopsi sonuçlarındaki prostat kanseri teşhisi ve derecesi ile istatistiksel yöntemler kullanarak karşılaştırmışlardır. Farklı risk faktörlerini (yaş, ırk, aile öyküsü, sigara kullanımı gibi) göz önünde bulundurarak, sadece alkolün etkisini izole etmeye çalışmışlardır.

Araştırmadan elde edilen bulgular oldukça dikkat çekicidir ve önceki çalışmalardaki belirsizlikleri bir ölçüde gidermeye yardımcı olmuştur. İşte ana sonuçlar ve bazı bilimsel veriler:

1- Genç Yaşta Yoğun Alkol Tüketimi ve Yüksek Dereceli Kanser: Araştırmanın en önemli bulgusu, genç yaşlarda haftada daha fazla alkol tüketen erkeklerde, ileriki yaşlarda yüksek dereceli prostat kanseri teşhisi alma olasılığının anlamlı ölçüde yüksek olmasıdır.

  • Özellikle 15-19 yaşları arasında haftada en az 7 alkollü içki tüketen erkeklerde, hiç alkol almayanlara kıyasla yüksek dereceli prostat kanseri teşhisi alma olasılığı 3.21 kat daha yüksek bulunmuştur (Olasılık Oranı – OR = 3.21). Bu bulgu istatistiksel olarak anlamlıdır (p-değeri < 0.05), yani bu sonucun tesadüf eseri elde edilmiş olma olasılığı düşüktür.
  • Benzer şekilde, 20-29, 30-39 ve 40-49 yaş on yıllık dönemlerinde de haftada en az 7 içki tüketenlerde yüksek dereceli prostat kanseri riski artmıştır. Bu yaş grupları için olasılık oranları sırasıyla yaklaşık 3.14, 3.09 ve 3.64 olarak bulunmuştur. Bu oranlar da istatistiksel olarak anlamlıdır.

2- Hayat Boyu Toplam Alkol Tüketimi: Sadece belirli bir dönemdeki yoğun tüketim değil, hayat boyu toplamda daha fazla alkol tüketen erkeklerde de yüksek dereceli prostat kanseri riski artmıştır. Hayat boyu en çok alkol tüketen gruptaki erkeklerde, en az tüketen gruba göre yüksek dereceli prostat kanseri teşhisi alma olasılığı yaklaşık 3.20 kat daha yüksek saptanmıştır.

3- Güncel Alkol Tüketimi: Araştırmanın yapıldığı sıradaki (biyopsi öncesi) mevcut alkol tüketimi düzeyi ile yüksek dereceli prostat kanseri teşhisi arasında ise anlamlı bir ilişki bulunmamıştır. Bu, riskin daha çok geçmişteki veya kümülatif (birikmiş) maruziyetle ilişkili olabileceğini düşündürmektedir.

4- Genel Prostat Kanseri Riskine Etkisi: İlginç bir şekilde, erken yaşta yoğun alkol tüketiminin genel prostat kanseri teşhisi (hem düşük hem yüksek dereceli) ile anlamlı bir ilişkisi bulunmamıştır. İlişki daha çok kanserin derecesi (ne kadar agresif olduğu) ile ortaya çıkmıştır.

Bu çalışma, alkolün prostat kanseriyle ilişkisi hakkında bildiklerimize yeni bilgiler ekliyor. Araştırmanın sonuçları, özellikle genç yaşlarda ve genel olarak hayat boyunca çok içilen alkolün, ileride ortaya çıkabilecek daha tehlikeli prostat kanseri türlerine yakalanma riskini artırabileceğini gösteriyor.”

Peki alkol tüketimi erken yaşlar neden bu kadar önemli olabilir ?. Araştırmacılar, prostat bezinin ergenlik döneminde hızla büyüdüğünü ve bu gelişimsel süreç sırasında kanserojen etkilere karşı daha savunmasız olabileceğini öne sürüyorlar. Alkol ve metabolitleri bu kritik dönemde prostat dokusuna zarar vererek, ileriki yıllarda kanser gelişimine zemin hazırlayabilir.

Ancak her bilimsel çalışmada olduğu gibi, bu araştırmanın da bazı sınırlılıkları (yani tam olarak kesin sonuçlar çıkarmamızı zorlaştıran yönleri) vardır:

  1. Geçmişteki Alışkanlıkları Hatırlama Zorluğu: Çalışmada erkeklerden yıllar önce ne kadar alkol içtiklerini hatırlamaları istendi. İnsanların geçmişteki alışkanlıklarını tam olarak doğru hatırlaması her zaman kolay olmayabilir. Bu da verilen bilgilerin biraz yanıltıcı olma ihtimalini doğurur.
  2. Gençken İçmek mi, Hayat Boyu İçmek mi?: Araştırmada, genç yaşlarda (örneğin 15-19 arası) çok alkol içen erkeklerin, genellikle hayatları boyunca da daha fazla alkol tüketme eğiliminde olduğu görüldü. Bu durum, yüksek riskin sadece genç yaşta başlamaktan mı kaynaklandığını, yoksa hayat boyu süren toplam alkol miktarından mı olduğunu tam olarak ayırmayı zorlaştırıyor.
  3. Herkese Uygun Olmayabilir: Çalışmaya sadece prostat biyopsisi yapılan erkekler katılmıştır. Bu kişiler genel sağlıklı erkek popülasyonundan farklı özelliklere sahip olabilir (belki zaten bir risk nedeniyle biyopsi yapılıyordu). Bu yüzden, bu çalışmanın sonuçlarının tüm erkekler için birebir geçerli olup olmadığını söylerken dikkatli olmak gerekir.
  4. Alkol Dışındaki Başka Etkenler: Araştırmacılar yaş, sigara gibi bilinen diğer risk faktörlerini hesaba katmaya çalışsalar da, alkol tüketimiyle birlikte görülen başka yaşam tarzı faktörleri (beslenme, egzersiz gibi) veya genetik özelliklerin de prostat kanseri riskini etkilemiş olma ihtimali tamamen ortadan kalkmaz. Belki alkol içenlerin hayatındaki başka bir şey de riski artırmıştır.

Bu çalışmanın bulguları, prostat kanseri riskini azaltma stratejileri açısından alkol tüketimine, özellikle de hayatın erken dönemlerindeki alışkanlıklara dikkat çekmektedir. Dünya Kanser Araştırma Fonu gibi kuruluşlar zaten kanserden korunma için alkolden kaçınılmasını önermektedir. Bu makale, alkolün prostat kanseri riskindeki rolü hakkında daha net bir resim sunmakta ve özellikle yüksek dereceli, agresif kanser türleri üzerindeki potansiyel etkisini vurgulamaktadır.

Gençlerin ve yetişkinlerin alkol tüketimi konusunda bilinçlendirilmesi ve özellikle erken yaşlarda aşırı tüketimden kaçınılması gerektiği mesajını desteklemektedir. Elbette, bu tek bir çalışmanın sonucudur ve daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır. Ancak elde edilen güçlü bağlantı (3 kattan fazla artan risk olasılığı gibi veriler), alkolün prostat sağlığı üzerindeki potansiyel olumsuz etkilerinin göz ardı edilmemesi gerektiğini göstermektedir.

Prostat kanseri riski taşıyan veya bu konuda endişeleri olan kişilerin alkol tüketimi konusunda doktorlarına danışmaları en doğrusudur. Bu tür bilimsel çalışmalar, risk faktörlerini daha iyi anlamamıza ve potansiyel olarak daha etkili önleme stratejileri geliştirmemize yardımcı olmaktadır.

Gleason skoru veya Grade Group*: Gleason skoru veya Grade Group, prostat kanseri teşhisi konulduğunda kullanılan ve kanserin ne kadar agresif olduğunu, yani ne kadar hızlı büyüme ve yayılma eğiliminde olduğunu belirten derecelendirme sistemleridir. Bir patolog, biyopsi ile alınan prostat dokusunu mikroskop altında inceleyerek kanser hücrelerinin normal hücre yapısından ne kadar uzaklaştığına bakar ve bu düzensizlik derecesine göre puanlar verir.

Gleason skoru genellikle 6 ile 10 arasında bir sayıdır (iki farklı hücre yapısı puanının toplamı), Grade Group ise daha yeni ve basitleştirilmiş bir sistem olup 1’den 5’e kadar numaralandırılır. Her iki sistemde de sayının yüksek olması, kanserin daha agresif olduğu ve daha yakından takip veya daha yoğun tedavi gerektirebileceği anlamına gelir; bu derecelendirme, doktorların en uygun tedavi planını belirlemesine yardımcı olan önemli bir bilgidir.


Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler

  • Alkolizm genetik bir hastalıktır
  • Alkol bağımlılığına genetik yatkınlık
  • Alkolün kas gelişimi ve hormon dengesine olumsuz etkisi
  • Alkol, beynin esnek düşünmesini engelliyor

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

Early-Life Alcohol Intake and High-Grade Prostate Cancer: Results from an Equal-Access, Racially Diverse Biopsy Cohort

Alkolün Beyin Üzerindeki Şaşırtıcı Zararları “Azı Bile Çok Etkiliyor”

Alkollü içeceklerin beyin sağlığına zarar verdiği bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Az miktarda bile olsa alkol beyne çeşitli şekillerde zarar verebilir. Yakın zamanda yapılan iki araştırma bu zararı farklı yönlerden gösteriyor: Bir otopsi çalışması haftada sekiz veya daha fazla içki içmenin beyinde belirgin hasara yol açtığını buldu, geniş çaplı bir görüntüleme çalışması ise günde sadece bir içki* kadar az alkolün bile beyin hacmini küçültebileceğini ortaya koydu.

Neurology dergisinde yayımlanan bir çalışma, haftada sekiz veya daha fazla içki tüketiminin beyinde hyalin arteriyoskleroz riskini artırdığını göstermiştir. Bu durum, kan akışını zorlaştırarak beyin dokusuna zarar verir ve hafıza problemleriyle ilişkilendirilir.

Çalışmanın Detayları

Sao Paulo Üniversitesi’nden Dr. Alberto Justo liderliğindeki araştırmada, 75 yaşındaki 1.781 kişinin beyin otopsi sonuçları incelendi. Katılımcılar alkol tüketim seviyelerine göre dört gruba ayrıldı: hiç içmeyenler, orta içenler, ağır içenler ve eskiden ağır içenler.

Alkol Tüketimi ve Vasküler Riskler

Araştırma, ağır içicilerde vasküler beyin lezyonu riskinin hiç içmeyenlere kıyasla %133 daha yüksek olduğunu ortaya koymuştur. Ayrıca, tau yumakları (Alzheimer biyobelirteci) gelişme riski ağır içicilerde %41 daha fazladır.

Eskiden Ağır İçiciler Üzerindeki Etkiler

Eskiden ağır içenlerin, vücutlarına kıyasla daha düşük beyin kütlesine sahip oldukları ve bilişsel yeteneklerinde daha fazla bozulma yaşadıkları tespit edilmiştir. Bu grup, hiç içmeyenlere kıyasla 13 yıl daha erken ölmektedir.

Sonuç ve Öneriler

Araştırmacılar, ağır içiciliğin uzun vadeli beyin sağlığı üzerinde ciddi etkileri olduğunu ve önleyici halk sağlığı tedbirlerinin önem taşıdığını vurgulamaktadır.

Alkol Tüketimi ve Beynimiz

Nature Communications dergisinde yayımlanan yeni bir bilimsel çalışma, alkol tüketiminin beynimiz üzerindeki etkileri hakkında önemli bilgiler sunuyor. Daha önce bu konuda bazı belirsizlikler vardı, ancak bu büyük çalışma sayesinde resim biraz daha netleşti.

Araştırma Nasıl Yapıldı?

Pennsylvania Üniversitesi’nden bir grup bilim insanı, bu araştırmayı gerçekleştirdi. Çalışma, Birleşik Krallık Biyobankası adı verilen devasa bir veri tabanından yararlandı. Bu veri tabanında, yaşları orta ve ileri düzeyde olan yarım milyondan fazla İngiliz yetişkinin hem genetik bilgileri hem de sağlık bilgileri bulunuyor. Araştırmacılar özellikle bu kişilerden 36.000’den fazlasının beyin MR (manyetik rezonans) görüntülerini incelediler.

Beyin Hacmi İncelendi

Araştırmacılar, MR görüntülerini kullanarak katılımcıların beynindeki farklı bölgelerin hacmini hesapladılar. Beynimizin iki ana kısmı vardır: Gri madde* (düşünme ve bilgi işleme gibi görevleri yapar) ve Beyaz madde* (beynin farklı bölgeleri arasındaki iletişimi sağlar). Çalışma, hem gri madde hem de beyaz madde hacmindeki değişikliklere odaklandı.

Şaşırtıcı Sonuç: Az Miktarda Alkol Bile Beyni Etkiliyor

Araştırmanın en dikkat çekici bulgusu şuydu: Hafif veya orta düzeyde alkol tüketiminin bile beyin hacminde azalmayla ilişkili olduğu görüldü. Daha da önemlisi, bu ilişkinin günde ortalama bir alkol biriminden (yaklaşık yarım bira veya küçük bir kadeh şarap gibi düşünülebilir) daha düşük bir tüketim seviyesinde başladığı tespit edildi. Yani çok az miktarda alkol bile beyin üzerinde bir etkiye sahip olabiliyor.

Tüketim Arttıkça Etki Büyüyor

Araştırma, alkol tüketimi arttıkça beyin hacmindeki azalmanın da arttığını gösterdi. Günde sadece bir içkiden iki içkiye veya iki içkiden üç içkiye çıkmak, beyin hacminde belirgin düşüşlerle ilişkiliydi. Bu etki, alkol tüketimi arttıkça daha da kötüleşiyor gibi görünüyor.

Bu Bulgular Mevcut Önerilerle Çelişiyor Mu?

Evet, çalışma sonuçları birçok ülkenin sağlık kuruluşları tarafından belirlenen “güvenli” alkol tüketimi sınırlarıyla çelişiyor gibi görünüyor. Örneğin, bazı kuruluşlar kadınlar için günde bir içkiye kadar, erkekler için ise bunun iki katına kadar alkol tüketimini “güvenli” olarak önerebiliyor. Ancak bu araştırma, beyin hacmindeki azalmanın bu önerilen miktarlardan daha düşük seviyelerde başladığını ortaya koydu.

Daha Önce Ne Biliyorduk?

Daha önceki araştırmalar, çok fazla alkol içmenin beyne zarar verdiğini zaten göstermişti. Ancak orta düzeyde alkol tüketiminin etkisi tam olarak bilinmiyordu, hatta bazı eski çalışmalar hafif içiciliğin yaşlılarda beyin için faydalı olabileceğini bile öne sürmüştü. Bu yeni ve kapsamlı çalışma, küçük etkileri bile tespit etme gücüne sahip olduğu için daha önce gözden kaçan ince bağlantıları ortaya çıkardı.

Araştırmacılar Başka Faktörleri de Dikkate Aldı

Bilim insanları, sonuçlarının sadece alkolden kaynaklandığından emin olmak için yaş, boy, cinsiyet, sigara içme durumu, sosyal ve ekonomik durum, genetik yapı ve yaşanılan bölge gibi beyin sağlığını etkileyebilecek diğer birçok faktörü de hesaplamalarına dahil ettiler. Ayrıca beyin hacmi ölçümlerini kişilerin genel kafa boyutuna göre ayarladılar.

Beyin Küçülmesi Yaşlanmaya Benziyor

Araştırmacılar, alkol tüketimiyle ilişkili beyin hacmi azalmalarını normal yaşlanmayla meydana gelen değişimlerle karşılaştırdılar. Modelleme sonuçlarına göre, her gün fazladan içilen her bir alkol birimi, beyinde daha fazla yaşlanma etkisi yaratıyor gibi duruyor. Örneğin, hiç içmeyen biriyle günde bir içki içen biri arasındaki fark, beyinde yaklaşık yarım yıllık yaşlanmaya denk geliyor. Ancak hiç içmeyen biriyle günde dört içki içen biri arasındaki farkın, 10 yıldan fazla yaşlanmaya eşdeğer olabileceği hesaplandı.

Sırada Ne Var?

Araştırmacılar, bu büyük veri setlerini kullanarak alkolle ilgili başka sorulara da yanıt aramayı planlıyorlar. Örneğin, hafta içi hiç içmeyip sadece hafta sonu toplu miktarda içmenin (binge drinking), her gün az miktarda içmekten daha mı kötü olduğunu araştırmayı düşünüyorlar. Ayrıca, alkolün beyin üzerindeki etkisinin gerçekten bir “neden-sonuç” ilişkisi olup olmadığını daha kesin olarak belirlemeyi hedefliyorlar.

Sonuç Olarak: Ne Anlamalıyız?

Araştırmacılar, bu çalışmanın sadece alkol tüketimi ile beyin hacmi arasındaki bir “ilişkiyi” gösterdiğini, doğrudan “neden olduğunu kanıtlamadığını” belirtiyorlar. Ancak bulgular, ne kadar alkol tükettiğimiz konusunda hepimizi bir kez daha düşünmeye teşvik edebilir. Özellikle, günde fazladan bir içkinin, daha önceki içkilerden daha fazla olumsuz etkiye sahip olabileceğine dair işaretler var. Bu da, akşam içilen son bir içkiden vazgeçmenin beyin sağlığı açısından önemli bir fark yaratabileceği anlamına gelebilir. Kısacası, bu çalışma, alkol tüketimini azaltmanın en çok fayda sağlayacak kişilerin, zaten en çok içen kişiler olabileceğini vurguluyor.

Alkolün Beyin Üzerindeki Etkisi: İki Çalışmanın Ortak Mesajı

İki farklı bilimsel çalışma, alkolün beyin sağlığı için risk oluşturduğunu gösteriyor.

  • Bir çalışma, aşırı alkol tüketiminin beyinde hücresel hasara ve damar sorunlarına yol açarak beyin dokusu kaybına ve düşünme yeteneğinde bozulmaya neden olduğunu buldu. Geçmişte çok içenlerde bile bu etkiler görülüyor.
  • Diğer büyük bir çalışma ise, çok az miktarda alkol tüketiminin bile (günde yarım biradan az) beyin hacminde azalmayla ilişkili olduğunu ve bu azalmanın alkol miktarı arttıkça daha da belirginleştiğini ortaya koydu. Bu, “güvenli” sanılan alkol limitlerinin bile beyne zarar verebileceği anlamına geliyor.

Genel Sonuç: Bu çalışmalar, alkolün miktar arttıkça beyne daha çok zarar verdiğini ve hem belirgin hasarlara hem de genel küçülmeye neden olabildiğini gösteriyor. Bulgular henüz kesin neden-sonuç ilişkisi kurmasa da, beyin sağlığını korumak için alkol tüketimini azaltmanın, hatta hiç içmemenin önemli olduğunu vurguluyor.

Bir içki*Farklı içkilerdeki “bir içki birimi” miktarı alkol oranlarına (ABV – Alcohol by Volume) ve servis büyüklüklerine göre değişiklik gösterir:

  • Bira: Yaklaşık 330 ml’lik küçük bir kutu veya şişe bira (ortalama %4-5 alkol oranı ile) bir içki birimine denk gelebilir.
  • Şarap: Yaklaşık 125-150 ml’lik bir kadeh şarap (ortalama %12-14 alkol oranı ile) bir içki birimidir.
  • Sert İçkiler (Rakı, Votka, Cin, Viski vb.): Yaklaşık 25 ml veya 45 ml’lik tek bir shot (genellikle %40 ve üzeri alkol oranı ile) bir içki birimine karşılık gelir. (Servis büyüklüğü ülkeye ve mekana göre değişebilir).

Bu birim standardizasyonu, sağlık otoriteleri tarafından güvenli alkol tüketimi limitlerini belirlemek ve toplumu alkolün zararları konusunda bilgilendirmek amacıyla kullanılır. Bir kişinin tükettiği toplam alkol miktarı, içtiği içki birimi sayısı toplanarak hesaplanabilir.

Gri madde ve Beyaz madde*: Kısacası, gri madde bilgiyi işleyen ve kararlar alan merkezken, beyaz madde bu bilgiyi beyin içinde ve beyin ile vücut arasında taşıyan kablo ağıdır. Her iki doku türü de beynin sağlıklı çalışması için hayati öneme sahiptir.


Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler

  • Alkolizm genetik bir hastalıktır
  • Alkol bağımlılığına genetik yatkınlık
  • Alkolün kas gelişimi ve hormon dengesine olumsuz etkisi
  • Alkol, beynin esnek düşünmesini engelliyor

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

Omega-3 Yağ Asitlerinin Gençleştirici Etkisi

Omega-3 yağ asitleri genellikle sağlıklı olarak bilinir. Ancak yeni bir bilimsel çalışma, bu faydalarının ötesine geçerek gençleştirici etkileri olabileceğini gösteriyor. Çalışmaya göre, balık veya ceviz gibi besinlerde bulunan doymamış Omega-3 yağ asitleri sadece hastalıklara karşı koruma sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda vücudumuzun yaşlanma sürecini de yavaşlatıyor. Bu durum, DNA üzerindeki küçük değişiklikler ve buna bağlı olarak genlerin çalışma şeklindeki farklılıklar aracılığıyla ölçülebiliyor. D vitamini ve düzenli egzersiz ise bu gençleştirici etkiyi daha da güçlendiriyor.

Omega-3 Yağ Asitleri: Tanımı ve Önemi

Omega-3 yağ asitleri, özellikle balık, ceviz, tohumlar ve bu besinlerin yağlarında bol miktarda bulunur. Bu çoklu doymamış yağ asitleri vücudumuz için hayati öneme sahiptir. Hücre zarlarının yapımı, kan yağlarının ve kanın pıhtılaşmasının kontrolü ve beyin gelişimi gibi birçok önemli süreçte rol oynarlar. Ayrıca, iltihap ve ağrıyı azaltıcı etkileri vardır ve damar sağlığı için faydalıdırlar.

Yaşlanma ve Beslenme İlişkisine Dair Önceki Bulgular

Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler ve küçük çaplı insan çalışmaları, D vitamini ve Omega-3 yağ asitlerinin yaşlanmayı yavaşlatabileceğini ve bir tür “gençleşme etkisi” yaratabileceğini düşündürmüştü. Ancak bu bulguların gerçekten insanlar için de geçerli olup olmadığı ve bu besin maddelerinin yaşlanma sürecindeki rollerinin ne kadar önemli olduğu tam olarak bilinmiyordu.

Araştırmanın Metodolojisi: DNA Üzerindeki Etkiler İncelendi

Zürih Üniversitesi’nden Heike Bischoff-Ferrari liderliğindeki araştırmacılar, bu sorulara yanıt aramak amacıyla İsviçre’de yaşayan 70 yaş üstü 777 sağlıklı katılımcıyla üç yıl süren bir klinik çalışma gerçekleştirdi. Katılımcılar plasebo, 2000 birim D vitamini takviyesi veya bir gram Omega-3 içeren yağ asidi takviyesi aldı. Bazı katılımcılar haftada üç kez 30 dakikalık bir ev egzersiz programına (SHEP)* katıldı. Sekiz farklı grupta bu önlemlerin tekli veya kombinasyonları uygulandı. Araştırmacılar, kan örnekleri aracılığıyla katılımcıların DNA’sındaki epigenetik metilasyon örüntülerindeki değişimleri inceledi. Bu kimyasal bağlantılar, genlerin aktivitesini düzenleyerek sağlık ve biyolojik yaş üzerinde önemli bir rol oynar.

Omega-3 Takviyesinin Biyolojik Yaşlanmaya Etkisi

Çalışma sonuçları, Omega-3 yağ asidi takviyesi alan katılımcılarda incelenen dört epigenetik saatten üçünün daha yavaş ilerlediğini gösterdi. Plasebo grubuna kıyasla, bu katılımcıların epigenetik yaşı üç yıllık çalışma sonunda yaklaşık üç ila dört ay daha genç bulundu. Bu etkinin cinsiyet, yaş ve vücut kitle indeksinden bağımsız olduğu belirlendi. Bu bulgular, Omega-3 yağ asitlerinin genetik yapıdaki yaşa bağlı değişiklikleri yavaşlatabileceğine işaret ediyor.

D Vitamini ve Egzersizin Rolü

Araştırmacılar, tek başına uygulanan D vitamini takviyesi ve egzersizin (SHEP) incelenen epigenetik saatlerde belirgin bir değişikliğe yol açmadığını gözlemledi. Ancak, Omega-3 takviyesine ek olarak D vitamini alan ve/veya egzersiz yapan katılımcılarda gençleşme etkisinin daha belirgin olduğu görüldü. Bu grupta, bir epigenetik saat sadece Omega-3 alımına göre bile daha yavaş çalıştı.

Takviye Yerine Sağlıklı Beslenme Tercih Edilmeli

Sonuç olarak, Omega-3 ve D vitamini açısından zengin bir beslenme ve düzenli egzersiz gibi üç yaşam tarzı faktörünün birlikte biyolojik yaşlanmayı yavaşlatabileceği düşünülüyor. Ancak uzmanlar, bireysel ihtiyaçları kontrol etmeden yüksek dozda Omega-3 yağ asitleri ve vitamin takviyeleri almamak konusunda uyarıyorlar. Çünkü bazı çalışmalar, yüksek dozda Omega-3 yağ asitlerinin kalp ritim bozukluklarını tetikleyebileceğine işaret ediyor. Ayrıca, birçok vitaminin aşırı dozda alınması faydadan çok zarar verebilir.

Araştırmacılar bu bulgularından yola çıkarak, tek tek yaşam tarzı faktörlerinin sağlık üzerindeki etkilerinin sadece toplanmakla kalmayıp, aynı zamanda birbirini güçlendirdiğini de belirtiyorlar. Beslenme yoluyla hem Omega-3 hem de D vitamini alan ve düzenli olarak egzersiz yapan kişiler, bu iki maddeyi sadece takviye olarak almaktan daha büyük bir etki elde edebilirler.

Yaşlanmayı Yavaşlatan Mekanizma Henüz Açıklanmadı

Omega-3 yağ asitleri ve diğer faktörlerin hangi organlar ve metabolik süreçler aracılığıyla epigenetik saatleri yavaşlattığı henüz net olarak bilinmiyor. Ancak araştırmacılar, altta yatan mekanizmaların birbiriyle bağlantılı olduğundan şüpheleniyorlar. Bu mekanizmaların daha detaylı araştırılması gerekiyor. Ayrıca, bu bulguların diğer ülkelerdeki insanlar için de geçerli olup olmadığı da incelenmeli. Çünkü araştırma ekibi, İsviçreli katılımcıların dünya genelindeki 70 yaş üstü tüm insanları temsil etmediğini vurguluyor.

(SHEP)*: Simple Home Exercise Program (SHEP), basit ev egzersiz programı anlamına gelir. Genellikle yaşlı yetişkinler için tasarlanmış, kolayca uygulanabilen ve herhangi bir özel ekipman gerektirmeyen bir egzersiz türüdür. SHEP, kas gücünü, dengeyi ve genel fiziksel işlevi geliştirmeyi hedefler.

Kaynak: https://www.nature.com/articles/s43587-024-00793-y

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Alzheimer’da Yeni Umut: Lecanemab ve Erken Teşhisin Gücü

Alzheimer hastalığı, dünya genelinde milyonlarca insanı etkileyen, belleği ve düşünme yeteneklerini yavaş yavaş alıp götüren zorlu bir yolculuk. Bu hastalık, sadece hastayı değil, tüm aileyi derinden etkileyen, günlük yaşamı kökten değiştiren bir süreç. Alzheimer hastalığı ilk olarak 1906 yılında Alman psikiyatrist ve patolog Alois Alzheimer tarafından tanımlanmış, beynin belirli bölgelerindeki anormal protein birikimleri (plaklar ve yumaklar) ile ilişkilendirilmiştir. Yıllardır bilim insanları, bu yıkıcı hastalığın nedenlerini anlamak ve ona karşı etkili bir silah geliştirmek için aralıksız çalışıyor. Geçmişte yapılan araştırmalar, hastalığın altında yatan karmaşık biyolojik süreçleri aydınlatmaya odaklanmış, tanı yöntemlerinde ilerlemeler kaydedilmiş ve belirtileri yönetmeye yönelik ilk ilaç tedavileri geliştirilmiştir. Son gelişmeler, bu mücadelede yeni bir sayfa açıyor: Avrupa’da onaylanan ilk antikor bazlı Alzheimer ilacı, Lecanemab.

15 Nisan 2025 tarihinde Avrupa Komisyonu’ndan gelen bir haber, Alzheimer camiasında heyecan yarattı. Komisyon, Lecanemab adlı bir ilacın, Alzheimer hastalığının erken evresindeki hastaların tedavisinde kullanılmasına koşullu onay verdiğini duyurdu. Bu onay, Avrupa Birliği’nde hastalığın altında yatan mekanizmaları hedef alan ilk antikor tedavisi olması açısından büyük önem taşıyor. Daha önce Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere gibi ülkelerde onay alan Lecanemab, Biogen ve Eisai firmaları tarafından geliştirildi ve “Leqembi” adıyla piyasaya sunulacak.

Şu ana kadar Alzheimer tedavisinde kullanılan ilaçlar genellikle hastalığın belirtilerini hafifletmeye yönelikti. Yani, hastalığın kendisini değil, onun yarattığı sonuçları hedef alıyorlardı. Bu semptomatik tedaviler, hastalığın ilerlemesini durduramasa da, hastaların yaşam kalitesini belirli bir süre artırmaya yardımcı olmuştur. Ancak Alzheimer’ın temelinde yatan asıl sorun, beyinde amiloid-beta ve tau adı verilen proteinlerin anormal birikimi ve bu birikimin beyin hücrelerine verdiği zarar. Lecanemab ve benzeri yeni nesil ilaçlar işte tam da bu noktada devreye giriyor.

Lecanemab, beyinde biriken amiloid-beta proteinlerinin henüz tam olarak plağa dönüşmemiş, protofibril adı verilen daha küçük ve zehirli formlarına özel olarak bağlanıyor. Bir antikor gibi davranarak bu zararlı proteinleri işaretliyor ve vücudun kendi temizleme mekanizmalarının onları beyinden uzaklaştırmasına yardımcı oluyor. Bu sayede, amiloid birikiminin yavaşlatılması ve dolayısıyla hastalığın ilerlemesinin frenlenmesi amaçlanıyor.

Klinik çalışmalardan elde edilen sonuçlar umut verici olsa da, Lecanemab’ın bir “mucize” olmadığını net bir şekilde ortaya koyuyor. İlaç, Alzheimer hastalığını tamamen iyileştirmiyor veya durdurmuyor. Ancak, özellikle hastalığın erken aşamasında kullanıldığında, bilişsel ve fonksiyonel gerilemeyi yaklaşık yüzde 30 oranında yavaşlattığı görüldü. Bu, Demans Değerlendirme Ölçeği (ADAS-Cog) gibi testlerdeki düşüş hızının azalması anlamına geliyor. Uzmanlar bu yavaşlamanın, hastalara yaklaşık altı ay kadar ek “kaliteli” zaman kazandırabileceğini belirtiyor.

Bu altı ay, kulağa çok uzun gelmeyebilir, ancak hastalığın erken evresindeki bir hasta için büyük fark yaratabilir. Günlük işlerini daha uzun süre bağımsız yapabilmek, sevdikleriyle daha uzun süre anlamlı iletişim kurabilmek, yaşam kalitesini doğrudan etkileyen unsurlardır. Bu nedenle nörologlar, hastalığın ilerleyişindeki her yavaşlamanın kıymetli olduğunu vurguluyor. Ancak unutmamak gerekir ki, ilaç halihazırda oluşmuş beyin hasarını geri döndüremez.

Lecanemab ile ilgili bilinmesi gereken en önemli sınırlamalardan biri budur. Bu ilaç, her Alzheimer hastası için uygun değil. Onay, oldukça dar bir hasta grubunu kapsıyor. Lecanemab tedavisinden faydalanabilmek için hastaların belirli kriterlere uyması gerekiyor.

  1. Beyinde Amiloid Plaklarının Birikmiş olmalı: Tedavinin temel mekanizması amiloidi hedef aldığı için, hastanın beyninde bu proteinin birikmiş olduğunun görüntüleme yöntemleri (PET taraması gibi) ile doğrulanması gerekiyor.
  2. Hastalık Erken Evrede olmalı: Lecanemab, ancak semptomların yeni başladığı, bilişsel bozuklukların hafif olduğu “erken semptomatik evre” veya “hafif demans” aşamasındaki hastalarda etkili. Hastalık ilerlemişse, ilaçtan fayda görme ihtimali çok düşüktür. Bu evredeki hastalar genellikle günlük yaşam aktivitelerini hala büyük ölçüde bağımsız olarak sürdürebilir durumdadır.
  3. Genetik Uygunluk, ApoE4 geni varyantsız olmalı: ApoE4 geni, Alzheimer riskini artıran bir gen varyantıdır. İki kopya ApoE4 geni taşıyan hastalarda Lecanemab’ın beyin ödemi ve kanaması gibi ciddi yan etki riski belirgin şekilde daha yüksektir. Bu nedenle, Lecanemab tedavisi genellikle ApoE4 geninin bir veya hiç kopyasını taşımayan hastalara öneriliyor. Almanya’daki Alzheimer hastalarının yaklaşık %80’i bu gruba girse de, genel Alzheimer popülasyonu içinde bu ilacı alabileceklerin oranı hala küçük bir dilimi oluşturuyor.

Bu sıkı kriterler nedeniyle, ne yazık ki Alzheimer hastalarının büyük çoğunluğu şu an için Lecanemab tedavisinden yararlanamayacak.

Bilgi: Genetik araştırmalar, Alzheimer hastalığının gelişiminde ApoE4’ün yanı sıra APP (amiloid prekürsör protein), PSEN1 (presenilin 1) ve PSEN2 (presenilin 2) gibi genlerdeki nadir mutasyonların erken başlangıçlı ailesel Alzheimer hastalığına neden olabileceğini göstermiştir. Ayrıca ABCA7, CLU, CR1, PICALM, PLD3, TREM2 ve SORL1 gibi genlerdeki varyantların da geç başlangıçlı Alzheimer riskini etkilediği bulunmuştur. Bu genetik bulgular, hastalığın farklı moleküler yollarla ilişkili olduğunu ve kişiye özel tedavi yaklaşımlarının gelecekteki önemini vurgulamaktadır.

Lecanemab tedavisi, iki haftada bir damar yoluyla (infüzyon) uygulanıyor. Bu, hastaların düzenli olarak bir sağlık kuruluşuna gitmesini gerektiriyor. Tedavi süresince, özellikle ilk aylarda, olası beyin ödemi veya mikro kanama gibi yan etkileri izlemek için düzenli beyin MR’ı çekilmesi zorunlu. Bu durum, hem hastalar hem de sağlık sistemi için ek bir yük anlamına geliyor.

İlacın Avrupa’da onaylanmış olması, hemen yaygın kullanıma başlanacağı anlamına gelmiyor. Üretici firmaların, doktorlar için detaylı kullanım kılavuzları hazırlaması, eğitimler vermesi ve hastaların takip edileceği kayıt sistemleri oluşturması gibi süreçler zaman alacak. Bu nedenle, ilacın hastalara ulaşmasının aylar sürebileceği tahmin ediliyor. Ayrıca, ilacın yıllık maliyetinin (ABD’deki yaklaşık 23.000 Euro gibi rakamlar konuşuluyor) yüksek olması, sağlık otoriteleri ve sigorta sistemleri açısından da ele alınması gereken bir konu. Almanya’da, onaylı bir ilaç olduğu için masrafların yasal sağlık sigortası tarafından karşılanması bekleniyor, ancak bu durum Türkiye diğer ülkelerde farklılık gösterebilir.

Lecanemab gibi erken evrede etkili olan tedavilerin varlığı, Alzheimer hastalığında erken teşhisin ne kadar kritik olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Hastalık belirtileri ortaya çıktığında ve henüz hafifken tanı konulması, hastanın uygunsa bu tür tedavilerden faydalanma şansını artırıyor. Ancak erken teşhis hala önemli engellerle dolu. Geçmişte Alzheimer tanısı genellikle ileri evrelerde ve sadece klinik değerlendirmelere dayanarak konulurdu. Biyobelirteçlerin (beyin omurilik sıvısında amiloid ve tau seviyeleri, PET görüntüleme ile amiloid plak tespiti gibi) tanıdaki rolünün anlaşılması, hastalığın çok daha erken aşamalarında, hatta klinik belirtiler başlamadan önce bile varlığını tespit etme potansiyeli sunmuştur. Bu gelişmeler, erken müdahale stratejileri için zemin hazırlamıştır.

Alzheimer’ın ilk işaretleri genellikle unutkanlık, eşyaları kaybetme, kelime bulma güçlüğü gibi yaşlanmanın doğal etkileriyle karıştırılabilecek kadar belirsizdir. Hastalar veya yakınları bu belirtileri önemsemeyebilir ya da kabullenmek istemeyebilir. Aile hekimleri veya diğer uzmanlar için de erken evre Alzheimer’ı diğer bilişsel sorunlardan ayırt etmek her zaman kolay olmayabilir. Bu durum, tanı sürecinin gecikmesine ve Lecanemab gibi tedaviler için kritik olan “erken evre penceresinin” kapanmasına yol açar.

Uzmanlar, erken teşhis oranlarını artırmak için toplumda Alzheimer belirtileri konusunda farkındalığın yükseltilmesi gerektiğini vurguluyor. Ayrıca, doktorların bu belirtileri tanıma konusunda daha iyi eğitilmesi ve gerekli tanı testlerine (beyin görüntüleme, beyin omurilik sıvısı analizi gibi) erişimin kolaylaştırılması büyük önem taşıyor. Erken teşhise ve uygun hastalarda erken tedaviye yapılan yatırımın, hastalığın ileri evrelerinin getirdiği daha yüksek bakım maliyetlerinden kaçınarak uzun vadede daha ekonomik olduğu da belirtiliyor.

Lecanemab, Alzheimer tedavisinde ilk büyük adımlardan biri. Ancak çalışmalar devam ediyor. Şu anda damar yoluyla verilen ilacın, hastaların kendi kendilerine veya yakınları tarafından uygulanabilecek deri altı enjeksiyon formları üzerinde çalışılıyor, bu da tedavinin erişilebilirliğini önemli ölçüde artırabilir.

Ayrıca, Donanemab, Aducanumab ve Gantenerumab gibi amiloid veya diğer protein birikimlerini hedef alan başka antikor bazlı ilaçlar da klinik çalışmalarda umut vadediyor ve gelecekte bunların da onay alması bekleniyor. Geçmişte yapılan araştırmalar, sadece amiloidi değil, aynı zamanda tau proteinini, inflamasyonu ve nöron kaybını hedef alan çeşitli tedavi stratejilerini araştırmıştır. Bu çeşitlilik, Alzheimer’ın karmaşık patofizyolojisine işaret etmekte ve gelecekte farklı mekanizmaları hedefleyen kombinasyon tedavilerinin potansiyelini ortaya koymaktadır. Bu gelişmeler, Alzheimer hastalığıyla mücadelede elimizdeki seçenekleri artırarak, her hastaya özel olarak en uygun tedavi yaklaşımını belirleme konusunda bize daha fazla esneklik sağlayabilir.

Lecanemab’ın Avrupa’da onaylanması, Alzheimer hastalığıyla yaşayan milyonlarca insan için kuşkusuz önemli bir umut kaynağıdır. Hastalığın ilerleyişini yavaşlatma potansiyeli, erken evredeki hastaların yaşam kalitesini ve bağımsızlıklarını daha uzun süre korumalarına yardımcı olabilir. Ancak bu ilaç bir tedavi değil, bir yavaşlatıcıdır ve yalnızca belirli, dar bir hasta grubuna hitap etmektedir.

Lecanemab gibi tedavilerin potansiyelinden tam olarak faydalanabilmek için Alzheimer’ın erken teşhisi hayati önem taşımaktadır. Bu da ancak toplumun bilinçlendirilmesi, sağlık sisteminin erken tanıya yönelik kapasitesinin artırılması ve doktorların eğitimi ile mümkün olacaktır. Alzheimer’la mücadele uzun ve zorlu bir yol, ancak Lecanemab gibi yeni tedavi seçenekleri ve erken teşhisin önemi konusundaki artan farkındalık, bu yolda ilerlememiz için bize güç veriyor. Gelecekte daha etkili tedavilerin geliştirilmesi ve hastalığa karşı kapsamlı bir mücadele stratejisinin oluşturulması, Alzheimer’ın yıkıcı etkisini azaltma umudunu canlı tutmaktadır.


Kaynaklar:

  1. https://dgn.org/artikel/eu-kommission-erteilt-zulassung-fur-lecanemab-die-fruhzeitige-diagnose-bleibt-eine-herausforderung
  2. https://ec.europa.eu/newsroom/sante/items/879055/en
  3. https://www.dzne.de/aktuelles/hintergrund/faktenzentrale
  4. https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S0197458017302324?via%3Dihub

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Yan Etkisi Olmayan Yeni Zayıflama İğnesi Geliyor !

Ozempic ve Wegovy gibi zayıflama iğneleri aslında şeker hastalığı için geliştirildi, ama içlerindeki  “Semaglutid” maddesi sayesinde artık fazla kilolu kişilerin zayıflamasına da yardımcı oluyor. Bu ilaçlar, kişinin daha az acıkmasını sağlayarak ve vücudun enerjiyi kullanma şeklini değiştirerek kilo vermeye destek olur. Fakat Semaglutid bazı kişilerde mide sorunları, kabızlık ve kas kaybı gibi ciddi yan etkilere yol açabilmektedir. Bu önemli yan etkiler, kilo vermek isteyenler için büyük bir sıkıntı yaratıyor ve şimdilik bu sorunlara kesin bir çözüm bulunmuş değil.

İşte tam bu noktada, Amerika’daki Stanford Üniversitesi Stanford Üniversitesi’nden araştırmacılar bu alanda heyecan verici bir gelişmeye imza attı. Katrin Svensson liderliğindeki ekip, doğada zaten var olan ve hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde Semaglutid kadar etkili olan yeni bir molekül keşfetti. Bu molekül, iştahı azaltarak kilo vermeyi sağlarken, bugüne kadar gözlemlenen herhangi bir yan etki göstermemesiyle de dikkat çekiyor. Bu buluş, şimdiye kadar Semaglutid’in etkisine yaklaşabilen bir alternatifin bulunamadığı düşünüldüğünde, bilim dünyasında büyük bir umut ışığı olarak değerlendiriliyor.

Laetitia Coassolo liderliğindeki Svensson’ın araştırma ekibi, yapay zeka kullanarak Semaglutid benzeri doğal bir molekül bulma arayışına girdi. Bu amaçla, insan vücudundaki geniş bir “prohormon” veri tabanını yapay zeka yardımıyla incelediler.

Prohormonlar, vücudumuzda bulunan özel enzimler tarafından daha küçük parçalara ayrılan büyük proteinlerdir ve bu parçalanma sonucu oluşan kısa protein zincirlerine “peptit” adı verilir. Bazı peptitler hormon gibi davranarak çeşitli organlardaki metabolizmayı düzenler. İştah ve kan şekerini kontrol eden GLP-1* peptidi de bunlardan biridir. Yukarıda bahsi gecen Semaglutid etken maddesi de GLP-1’in etkilerini taklit ederek işlev görür.

GLP-1 vücudumuzda dogal bir peptit olup Prohormon Convertase 1/3 (PCSK1/3) enzimi tarafından bir prohormondan üretilir. Coassolo ve arkadaşları, bu enzimin benzer peptitleri üretebileceğini düşünerek, insan prohormonlarından PCSK1/3 aracılığıyla hangi peptitlerin oluşabileceğini hesaplayan bir algoritma geliştirdi ve bu algoritma taranan 373 prohormondan tam 2.683 farklı peptit oluşturdu.

Araştırmacılar, henüz çok az bilinen ancak umut vaat eden 100 peptidi laboratuvar ortamında sentezleyerek, bu moleküllerin hücre kültürlerindeki etkilerini inceledi ve elde ettikleri sonuçları GLP-1 ile karşılaştırdı. Amaç, bu peptitlerin sinir hücrelerini uyarıp uyaramadığını görmekti; çünkü bu durumda, beynin hormonal işlevlerini etkileyebilecekleri düşünülüyordu. Bulgular, beklendiği gibi GLP-1’in hücrelerdeki sinirsel aktiviteyi üç kat artırdığını ortaya koydu.

Ancak araştırmalar sırasında beklenmedik bir keşif daha yapıldı: Farklı bir peptit, sinir hücreleri üzerinde çok daha güçlü bir etki göstererek, hücresel aktiviteyi tam on kat artırdı. Bu yeni molekül, yalnızca on iki amino asitten oluşan kısa bir zincirdi; yani GLP-1’in yarısı kadar büyüklüğe sahipti. Araştırmacılar, bu peptidi ilişkili olduğu prohormondan yola çıkarak “BRINP2-related peptide” BRP olarak adlandırdı.

Yeni peptidin etkilerini test etmek amacıyla Coassolo ve ekibi, farelerin yanı sıra, insan metabolizmasına benzerliğiyle öne çıkan minyatür domuzları kullandı. Deneyler sırasında, hayvanlara her yemekten önce BRP enjeksiyonu yapıldı ve yeme alışkanlıkları ile metabolik fonksiyonları dikkatle incelendi.

Deneylerin sonuçları gerçekten umut vericiydi. Normal kilodaki hayvanlara BRP enjekte edildiğinde, sonraki birkaç saat içinde fark edilir derecede daha az yemek yediler. Tedavinin ardından %20 ila %50 daha az yiyecek tüketmeleri, peptidin iştahı azalttığını açıkça gösterdi. Bununla birlikte, hayvanların su içme miktarı ya da hareketlilikleri değişmedi; ayrıca herhangi bir endişe, mide bulantısı veya sindirim problemi yaşamadılar.

Deneyde obez farelerin bir kısmına 14 gün boyunca her gün BRP enjekte edildi. Bu fareler yaklaşık 3 gram zayıfladı ve bu zayıflamanın kas kaybı olmadan, sadece yağdan olduğu özellikle vurgulandı. BRP verilmeyen diğer obez fareler ise aynı 14 gün içinde 3 gram kilo aldı.

Bilim insanları, farelerin metabolizmasını ve beyinlerini inceleyerek, yeni BRP peptidinin GLP-1 ve Semaglutid gibi ilaçlardan farklı şekilde çalıştığını buldu. Buna göre BRP vücutta ve beyinde farklı, ama benzer gibi görünen, ancak birbirinden ayrı çalışan yolları harekete geçiriyor.

Yapılan çalışmalar, BRP peptidinin beyin üzerinde GLP-1’den daha hedefli bir etkiye sahip olduğunu düşündürüyor. Şöyle ki, Semaglutid gibi GLP-1 bazlı ilaçlar sadece beyinde değil, bağırsak, pankreas ve vücudun farklı yerlerindeki reseptörlere bağlanarak bağırsak hareketlerini yavaşlatma veya kan şekerini düşürme gibi pek çok etkiye neden olurken, BRP bu ilaçlardan farklı olarak, iştah ve metabolizmadan sorumlu olan beynin hipotalamus bölgesinde yoğunlaşıyor.

Araştırma ekibi, bu bulgular ışığında yeni peptidin daha spesifik bir etkiye sahip olduğunu ve sadece kilo vermeye yardımcı olurken, diğer organları etkilemediğini veya deney hayvanlarında herhangi bir istenmeyen yan etkiye neden olmadığını belirtiyor.

Bu umut verici BRP peptidi insanlar için zayıflama çözümü olabilir mi sorusu henüz netlik kazanmadı. Çünkü ilacın tam etki mekanizması ve bağlandığı reseptör bilinmiyor. Açıklamaya göre BRP, yakın gelecekte ilk kez insanlar üzerinde test edilecek. Eğer bu ilk denemeler başarılı olursa, ilacın dozu belirlenecek.

Bu araştırma, obezite için yeni bir umut veriyor. BRP adındaki bu doğal bir peptit, hayvanlarda az yemek yemeyi ve zayıflamayı sağladı. Üstelik bilinen zayıflama ilaçlarındaki gibi yan etkileri de olmadı. Bu maddenin insanlar için de işe yarayıp yaramayacağı gelecek testlerde belli olacak. Ama şimdiden birçok kilolu insan için iyi bir haber.



Kaynak: https://www.nature.com/articles/s41586-025-08683-y

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Zona aşısı Alzheimere karşı koruma sağlıyor olabilir

Zona Aşısı Sadece Hastalıktan Değil, Bunamadan da Koruyor Olabilir: Beyin Sağlığınız İçin Umut Verici Bir Gelişme

İleri yaşlarda birçok insan için önerilen zona aşısının, sadece bu ağrılı ve rahatsız edici viral hastalığa karşı değil, aynı zamanda yaşlılıkta sıkça karşılaşılan bunama (demans) riskini de azaltabileceğine dair güçlü kanıtlar ortaya çıktı. Yakın zamanda yapılan kapsamlı bir araştırma, bu önemli bağlantıyı doğruluyor. Araştırmanın sonuçlarına göre, zona aşısı yaptıran yaşlı bireylerin, aşı olmayan yaşıtlarına kıyasla demansa yakalanma olasılığı yaklaşık %20 daha düşük. Bu koruyucu etkinin özellikle kadınlarda daha belirgin olduğu gözlemlenmiş olması da dikkat çekici bir diğer bulgu.

Ancak bilim insanları, bu durumun tam olarak nasıl gerçekleştiğini henüz çözebilmiş değil. Yani, suçiçeği ve zona hastalıklarına neden olan “Varisella-Zoster Virüsü”ne (VZV) karşı geliştirilen bu aşının, beyin sağlığını nasıl olup da olumlu etkilediği ve demans riskini nasıl düşürdüğü konusu henüz bir sır perdesi arkasında. Araştırmacılar, bu mekanizmayı anlamak için daha fazla çalışma yapılması gerektiğini vurguluyorlar.

Zona hastalığının ve aşısının demansla nasıl bir ilişkisi olabileceğini anlamak için önce bu hastalığa neden olan virüsü biraz daha yakından tanımak gerekiyor. Zona hastalığına yol açan Varisella-Zoster Virüsü (VZV), aslında çoğumuzun çocukluk döneminde geçirdiği suçiçeği hastalığının da sorumlusudur. Bu virüs, uçuk virüslerini de içeren herpes virüsleri ailesine aittir.

Suçiçeği hastalığını atlattıktan sonra virüs vücudumuzdan tamamen temizlenmez. Bunun yerine, oldukça akıllıca bir stratejiyle, sinir uçlarımızda ve sinir liflerimizde adeta “kış uykusuna” yatar. Yıllarca, hatta on yıllarca hiçbir belirti vermeden, sessizce bu sinir hücrelerinde barınmaya devam eder. Bilim insanları, dünya genelindeki yetişkinlerin yaklaşık %95’inin, farkında bile olmadan bu virüsü vücutlarında uyur halde taşıdığını tahmin ediyor.

Asıl sorun, bu uyuyan virüsün ilerleyen yaşlarda veya bağışıklık sistemimizi zayıflatan başka hastalıklar (örneğin kanser tedavileri, bazı ilaçlar veya kronik hastalıklar) nedeniyle yeniden aktif hale gelmesiyle başlar. Bağışıklık sistemi zayıfladığında, virüs üzerindeki kontrolü kaybeder ve VZV yeniden çoğalmaya başlar. İşte bu durum, “zona” dediğimiz hastalığa yol açar.

Zona hastalığının en tipik belirtisi, genellikle vücudun sadece bir tarafında (sağ veya sol), belirli bir sinir hattını takip eden, içi su dolu kabarcıklarla kendini gösteren, yanma ve batma hissiyle birlikte şiddetli ağrıya neden olan bir döküntüdür. Bu döküntü haftalarca sürebilir ve ağrı bazen döküntü geçtikten sonra bile aylarca, hatta yıllarca devam edebilir (postherpetik nevralji). Nadiren de olsa, zona virüsü yüz felci, işitme kaybı veya beyin zarı iltihabı (menenjit) gibi daha ciddi komplikasyonlara da neden olabilir. İşte bu ağrılı ve potansiyel olarak tehlikeli sonuçları nedeniyle, özellikle 60 yaş üstü bireylere zona aşısı yaptırmaları önerilmektedir.

Zona aşısının demans riskini azaltıp azaltmadığını kesin olarak anlamak, bilimsel araştırmalar için zorlu bir konuydu. Çünkü genellikle aşı yaptıran kişiler, yaptırmayanlara göre sağlıklarına daha fazla dikkat eden, daha bilinçli bireyler olabiliyor ve bu durum sonuçları yanıltabiliyordu. Ancak Galler’de (Wales) uygulanan bir aşı programı, araştırmacılara bu zorluğu aşmak için eşsiz bir fırsat sundu.

Bu “doğal deney” olarak adlandırılan durum şöyle gelişti: 1 Eylül 2013 tarihinde Galler’de bir zona aşısı programı başlatıldı. Ancak o dönemde kullanılan canlı (zayıflatılmış virüs içeren) zona aşısı yeterli miktarda bulunmuyordu ve bir kıtlık söz konusuydu. Bu nedenle yetkililer, aşıyı sadece belirli bir yaş grubuna uygulama kararı aldı: Aşı, yalnızca 1 Eylül 2013 tarihi itibarıyla henüz 80 yaşını doldurmamış kişilere yapılacaktı.

Bu kararın kritik sonucu şuydu: Örneğin, 2 Eylül’de 80 yaşına basacak olan, yani o an 79 yaşında olan bir kişi aşı olmaya hak kazanırken, sadece bir gün önce, yani 31 Ağustos’ta 80 yaşına girmiş olan bir kişi bu haktan mahrum kalıyordu. Araştırmanın baş yazarı Markus Eyting, Pascal Geldsetzer ve ekibi, tam da bu durumu kullanarak zekice bir karşılaştırma yaptı. 1 Eylül tarihinden hemen önceki hafta 80 yaşını dolduran ve bu nedenle aşı olamayan kişilerin sağlık verilerini, 1 Eylül’den hemen sonraki hafta 80 yaşını dolduran ve aşı olma hakkı kazanan (ve büyük olasılıkla olan) kişilerin verileriyle karşılaştırdılar.

Bu iki grup arasında sadece birkaç günlük veya haftalık bir yaş farkı vardı ve teorik olarak her iki grupta da aşı olmak isteyen veya istemeyen benzer oranlarda insan bulunuyordu. Ancak sadece bir grup aşı olabildiği için, bu durum “aşı olma eğilimi” gibi kafa karıştırıcı faktörlerin etkisini en aza indirdi. Geldsetzer’in de belirttiği gibi, “Bu iki grup, o küçücük yaş farkı dışında birbirlerine çok benziyorlardı.” Araştırmacılar, bu iki grubu takip eden yedi yıl boyunca izleyerek, demans görülme oranları açısından aralarında bir fark olup olmadığını incelediler.

Ve sonuçlar gerçekten de çok çarpıcıydı! Beklendiği gibi, aşı olan grupta zona hastalığı daha az görüldü. Ancak daha da önemlisi, aşı olan grubun, aşı olmayan ve sadece bir hafta kadar daha yaşlı olan kontrol grubuna kıyasla demansa yakalanma olasılığının belirgin şekilde daha düşük olduğuydu. Araştırmacılar, aşı yaptıranlarda demans riskinin yaklaşık %20 oranında azaldığını hesapladılar. Bu istatistiksel olarak anlamlı fark, yaş, cinsiyet, sosyoekonomik durum ve diğer kronik hastalıklar gibi demans riskini etkileyebilecek diğer faktörler hesaba katıldığında bile varlığını korudu.

Geldsetzer, “Bu gerçekten dikkat çekici bir bulguydu,” diyor. “Verilere hangi açıdan bakarsak bakalım, bu güçlü koruyucu etki oradaydı.” Araştırma ekibi, bulgularını sağlamlaştırmak için Galler’deki sonuçları, benzer yaş kısıtlamalı aşı programları uygulayan diğer ülkelerdeki (İngiltere, Avustralya, Yeni Zelanda ve Kanada gibi) milyonlarca insanın sağlık verileriyle de karşılaştırdı. Bu analizler de benzer bir tabloyu ortaya koydu: Zona aşısının demansa karşı koruyucu bir etkisi olduğu diğer ülkelerde de gözlemlendi.

Analizler ilginç bir ayrıntıyı daha ortaya çıkardı: Zona aşısının demansa karşı koruyucu etkisi kadınlarda erkeklere göre daha güçlüydü. Bunun kesin nedeni henüz bilinmiyor. Ancak bilim insanları, bu durumun kadın ve erkeklerin bağışıklık sistemleri arasındaki bilinen yapısal ve işlevsel farklarla ilişkili olabileceğini düşünüyor. Genellikle kadınların bağışıklık sistemi, enfeksiyonlara ve aşılara karşı daha fazla antikor (koruyucu protein) üreterek daha güçlü bir yanıt verir. Ancak aynı zamanda kadınlar, bağışıklık sisteminin yanlışlıkla kendi vücut dokularına saldırdığı otoimmün hastalıklara da erkeklere göre daha yatkındır. Bu farklılıkların, aşının demans üzerindeki etkisini nasıl değiştirdiği gelecekteki araştırmalarla daha net anlaşılacaktır.

Sonuç olarak, Galler’deki bu “doğal deney”, daha önceki küçük çaplı çalışmalarda görülen ipuçlarını çok daha güçlü bir şekilde doğruluyor: Zona aşısı, yaşlı bireyleri demansa karşı koruyabilir veya en azından bu yıkıcı hastalığın başlangıcını önemli ölçüde geciktirebilir.

Geldsetzer ve meslektaşları, bulgularının önemini şu sözlerle vurguluyor: “Eğer bu bulgular nedensel bir ilişkiyi gösteriyorsa (yani aşı gerçekten demansı önlüyorsa), o zaman Varisella-Zoster aşısı, demansı önlemeye yönelik şu anda mevcut olan tüm ilaç tedavilerinden veya diğer farmasötik önleyici tedbirlerden çok daha etkili ve maliyet açısından çok daha verimli bir yöntem olabilir.”

Bu çalışmaya katılmayan ancak alanında uzman olan diğer nörobilim uzmanları da sonuçlardan oldukça etkilenmiş durumda. Örneğin, Braunschweig’daki Helmholtz Enfeksiyon Araştırmaları Merkezi’nden Prof. Martin Korte, “Burada sunulan analiz, bir virüs enfeksiyonu ile artan demans riski arasındaki bağlantı üzerine şimdiye kadar yayınlanmış en iyi ve en ikna edici çalışmadır,” şeklinde yorum yapıyor. “Bu çalışma, zona aşısının neden sadece çok ağrılı bir hastalıktan korumakla kalmayıp, aynı zamanda demans riskini de önemli ölçüde azalttığına dair çok güçlü kanıtlar sunuyor.”

Zona aşısının beyin sağlığını nasıl koruduğu sorusu hala gizemini koruyor. Varisella-Zoster virüsünün demans gelişiminde nasıl bir rol oynadığı ve aşının bu süreci nasıl engellediği konusunda birkaç farklı teori öne sürülüyor:

  1. Otoimmün Tetikleme: Bir olasılık, VZV’nin kendisinin veya yeniden aktifleşmesinin, bağışıklık sisteminin yanlışlıkla sinir hücrelerine veya beyin dokusuna saldırmasına neden olan bir otoimmün reaksiyonu tetiklemesi. Aşı, bu virüs aktivitesini baskılayarak veya bağışıklık yanıtını farklı bir yöne çekerek bu zararlı reaksiyonu engelliyor olabilir.
  2. Kronik İnflamasyon (İltihaplanma): Diğer bir teori, vücutta uyur halde bulunan VZV’nin, sürekli olarak düşük seviyeli, kronik bir iltihaplanmaya neden olmasıdır. Bu tür uzun süreli iltihaplanmanın, beyindeki hücrelere zarar veren ve Alzheimer gibi nörodejeneratif hastalıkların gelişimini kolaylaştıran süreçleri tetiklediği düşünülüyor. Aşı, virüsü kontrol altında tutarak bu kronik iltihabı azaltıyor olabilir.
  3. Genel Bağışıklık Güçlenmesi: Son olarak, aşının spesifik olarak VZV’ye karşı koruma sağlamanın ötesinde, genel olarak bağışıklık sistemini “eğiterek” veya uyararak, beyinde demansa yol açan anormal protein birikimleri (amiloid plakları gibi) veya diğer zararlı süreçlerle daha etkili bir şekilde savaşmasına yardımcı olması da mümkün.

Bu teorilerden hangisinin doğru olduğunu veya belki de birden fazla mekanizmanın birlikte rol oynayıp oynamadığını anlamak için daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak mevcut kanıtlar bile, zona aşısının sadece zonanın neden olduğu ağrı ve rahatsızlıktan korunmak için değil, aynı zamanda uzun vadeli beyin sağlığını desteklemek ve potansiyel olarak demans gibi ciddi bir tehdide karşı ek bir savunma hattı oluşturmak için de değerli bir araç olabileceğini güçlü bir şekilde göstermektedir. Bu bulgular, yaşlılık döneminde aşılamanın önemini bir kez daha vurgulamaktadır.

Kaynak: https://www.nature.com/articles/s41586-025-08800-x

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Konuşmamızın Sırrı Tek Bir Gende Saklı Olabilir!

Bilim insanları, biz insanların neden bu kadar karmaşık dillerle konuşabildiğine dair heyecan verici bir keşif yaptılar. Cevap, NOVA1 adında bir gende yatıyor olabilir.

  • Sorun Neydi? İnsanlar, hayvanlar aleminde eşi benzeri olmayan bir konuşma yeteneğine sahip. En yakın akrabalarımız olan maymunlar bile bizim gibi konuşamıyor. Peki, bizi farklı kılan ne? Daha önce FOXP2 adlı bir genin önemli olduğu düşünülse de, bu genin bizimkine benzer hali eski insan türlerinde (Neandertaller gibi) de bulunduğu için tek başına yeterli bir açıklama değildi.
  • Yeni Keşif: Araştırmacılar, tüm memelilerde bulunan ve beyin gelişimi ile sinir-kas kontrolü için hayati önem taşıyan NOVA1 genine odaklandılar. Fark ettiler ki, insanlardaki NOVA1 geninde, diğer tüm memelilerden ve hatta Neandertaller gibi eski insan türlerinden farklı olarak minicik bir değişiklik var. Genin ürettiği proteinin yapı taşlarından sadece bir tanesi farklı!
  • Fare Deneyi: Bu minicik farkın etkisini anlamak için bilim insanları, laboratuvardaki farelere insanlardaki bu farklı NOVA1 genini verdiler. Sonuç çok ilginçti: Bu fareler, normal farelere göre daha karmaşık ve çeşitli sesler çıkarmaya başladılar. Sanki gen, farelerin “konuşmasını” değiştirmişti.
  • Evrimsel Önemi: Bu gen değişikliğinin sadece modern insanlarda (Homo sapiens) bulunması, Neandertallerde bile olmaması çok önemli. Muhtemelen bu değişiklik, Afrika’daki ilk atalarımızda ortaya çıktı ve onlara iletişimde büyük bir avantaj sağladı. Daha iyi iletişim kurabilenler daha başarılı olduğu için, bu gen hızla yayıldı ve bugün neredeyse tüm insanlarda bulunuyor.
  • “Konuşma Geni” mi? Araştırmacılara göre, NOVA1 genindeki bu küçücük değişiklik, bizim karmaşık konuşma yeteneğimizin gelişmesinde kilit bir rol oynamış olabilir. Tek başına olmasa da, NOVA1 gerçek bir “konuşma geni” adayı olarak görülüyor.
  • Özetle: Tek bir genimizdeki ufacık bir fark, bizi diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden biri olan konuşma yeteneğimizin temelini atmış olabilir. Bu geni daha iyi anlamak, gelecekte beynimizin dili nasıl işlediğini ve konuşma bozukluklarının nedenlerini çözmemize yardımcı olabilir.

Kaynak: https://www.nature.com/articles/s41467-025-56579-2

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kromozomal hatalar kanser tedavisinde bir fırsat olabilir

Sağlıklı bir hücrede, hücre bölünmesi katı kurallara göre gerçekleşir. Her yeni bölünmede kromozomlar yeni hücrelerin içerisine ikişer adet olacak şekilde dağılırlar. Bu sağlıklı bir dağılımdır. Ancak kanserli hücrelerde ve Down sendromu gibi bazı genetik hastalıklarda bu katı kurala tam olarak uyulmaz. Bu kromozomal istikrarsızlık kanser hücrelerinin tipik özelliğidir.

Anöploidi hücreler 

Hücre dejenerasyonu genellikle hücreler içindeki kromozomların yapısal ve sayısal durumunda farklılıklar şeklinde kendini gösterir.

Kanserli hücreler bölünme esnasında bazen bir veya iki kromozom kaybeder bazen de sayılarını istedikleri gibi artırırlar. Bu nedenle kanser hücreleri ilerleyen zamanda farklı kromozomal değişiklikler gösterirler ki, bu durum hem tümörü daha agresif hale getirir hem de tedaviye karşı daha dirençli yapar. İşte vücutta kromozom dengesinin bozulmasına sebep olan ve anormal sayıda kromozom içeren bu tür hücrelere Anöploidi hücreler denir.

Aslında Anöploidilerin kanserdeki yaygınlığı yüzyılı aşkın süredir bilinmesine rağmen, anöploidilerin tümör gelişimindeki rolü tartışmalı olmaya devam etmektedir. Hücre içerisinde normalden fazla bulunan kromozomlar, kansere sebep olan genlerin dozajını arttırarak tümörü teşvik ettiği ileri sürülmüştür ama bu tezin kanıtları oldukça eksiktir.

Bu konuda bir başka tez ise ilerlemiş kötü huylu tümörlerde (malignite) sıklıkla meydana gelen kontrol noktası kaybının (loss checkpoint control) bir sonucu olarak anöploidi lerin ortaya çıkabileceği öne sürülmüştür. Gerçekten de, 21. kromozomun üç kopyası bulunan Down sendromlularda ağır kansere yakalanma riski önemli ölçüde azdır. Bu da bazı durumlarda anöploidinin tümör baskılayıcı özelliklere sahip olabileceğini düşündürmektedir.

Dev kanser hücreleri (polyploid giant cancer cells)

Bir çok Anöploid hücre bir araya gelerek Anöploidi dev kanser hücrelerini oluştururlarBu hücrelerin kromozom sayıları normal tümör hücrelerinin kromozom sayılarından 4, 8 hatta 16 kat daha fazla olabilmektedir. Dev kanser hücreleri genellikle standart kemoterapi veya radyasyon tedavisine dirençlidirler. Bu nedenle kanserin metastaz yapmasında belirleyici bir katkı sağlarlar. Tedaviye dirençli üçlü negatif meme kanseri, bazı prostat kanseri türleri ile bazı yumurtalık kanseri türleri dev kanser hücrelerinden oluşurlar.

Poliploid dev hücrelerin hücre yapılarında özellikle çok sayıda aktin lif bulunur ve bu lifler kanserli hücrelerin hareket etmelerine yardımcı olurlar. Dev kanser hücreleri bu lifler sayesinde daha yavaş ama daha uzağa göç etme kabiliyetine sahiptirler. Bu da metastazın daha uzak bölgelerde görülmesine sebep olur.

Ekstra kromozomlar kanserli tümörleri neden daha agresif hale getiriyor ?

Bu sorunun yanıtı 23.500’den fazla kanser hastasının verileri incelenerek yapıldı. Yapılan araştırmanın sonuçları, kromozomların veya onlara ait bazı parçaların extra fazladan kopyasının bulunduğu tümör hücrelerinin diğer normal kanser tümörlerinden daha hızlı büyüdüğünü gösterdi.

Açıklama: Bir tümör hücresi içerisinde, 1. kromozomun q kolu da dahil olmak üzere bazı DNA bölümleri normalden daha fazla kopya halinde bulunuyorsa, bu, birçok kanser türünde tümör büyümesini destekler. Bu veri, çeşitli kanser türlerinin hücre kültürleri ile yapılan testlerde doğrulandı. Yapılan testlerde CRISPR tekniği kullanılarak 1. kromozomun q kolunun fazladan üçüncü kopyası tümörlü hücrelerden çıkarılarak tümörlü hücrenin kromozom sayısı normalleştirildi.

Sonuç: Normalleştirilmiş kopya sayısına sahip tümörlü hücreler daha küçük tümörler üretti, hatta bazen hiç yeni tümör oluşturmadı.

Not: Bu araştırmada, meme kanseri gibi bazı agresif tümörlerinde gelişen 1. kromozom q kolu anormallikleri ele alınmıştır. Diğer kanser türlerinde gelişen başka kromozom anormallikler araştırılmamıştır ancak diğer kanser türlerinde de mekanizmanın aynı olduğu tahmin edilmektedir.

Extra kromozom artışının sebebi bazen kanserli hücrenin bizzat kendisi de olabiliyor

İki kromozoma sahip normal meme kanseri hücreleri kimi zaman kanserin ilerleyen safhalarında 1. kromozomun q kolunu ekstra kopyalayabiliyorlar. Bu da bize Anöploidi’in yani çoklu kromozomun sadece kanser büyümesi için gerekli olmadığını, aksine büyüyen tümörlerin de bizzat kedisinin bu oluşumu teşvik ettiğini gösteriyor. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse; Eğer bir kanser tümörü 1. kromozomun q kolunun 3. kopyasına sahipse bunu mümkün olduğunca korumaya özen göstermektedir. Bu durum hücre kültürü deneylerin ile de sabitlenmiştir.

Extra kromozom artışı kanseri neden teşvik ediyor

Bu soruya gen ekspresyonu analizleriyle cevap arandı. Bunun için 1. kromozomdaki onkogenlerin faaliyetleri incelendi.

MDM4 gibi kanseri teşvik eden bazı genler, kanser hücrelerinde üç kopya halinde 1. kromozomun q32.1 kolunda yer almaktadır. Kanserli hücrelerde bulunan extra fazladan kromozomlar her hücre bölünmesinde sayılarını arttırır iken aynı zamanda üzerinde bulunan bu onkogenlerin sayısını da arttırdılar. Gen ekspresyonu analizleri, onkogenlerin sayısının artması ile gen ekspresyonu sonucu ortaya çıkan proteinlerin de arttığını gösterdi. Sonuç olarak artan onkogen proteinlerine paralel olarak tümörlerin hem daha hızlı, hem de daha büyük olduğu tespit edildi.

Onkogenlerin artan aktivitesi aynı zamanda 17. kromozomda bulunan TP53 geninin sentezledigi ve tümör baskılayıcı görevi olan p53 proteinin de çalışmasını engelledi. Bu da vücudun kanserle mücadelesini zayıflatan bir faktördür.

Özetleyecek olursak; Kanserli hücrelerde yer alan fazladan her kromozom (anöploidi), aynı zamanda fazladan onkogenleri de bulundurmaktadır. Onkogenlerinin sayı olarak fazla olması tümörlerin çok çabuk ve hacim olarak çok daha büyük olmasına sebep olmaktadır ki, bu da kanserin şiddetini artıran bir faktördür. Araştırmacılar, bu mekanizmanın diğer onkogen bulunduran kromozomlarda da devreye girerek tümör büyümesini teşvik edebileceğinden şüpheleniyorlar.

Risk ve fırsat aynı anda

Yukarıda belirtildiği gibi birçok kanser hücresinde gereğinden fazla kromozomun olması kanseri daha agresif hale getirmektedir. Ancak Science dergisinde yayınlanan bu çalışmanın sonuçları gereğinden fazla kromozom kopyalarının kanserle savaşta yeni bir umut olabileceğini de gösteriyor. Çünkü her fazlada kromozom kopyası sadece kanseri teşvik eden genlerin değil aynı zamanda kansere karşı koruyucu genlerin sayısını ve onların aktivitesini de artırmaktadır. Bu da kanser hücrelerini, tedavide kullanılan aktif maddelere karşı daha duyarlı hale getirebilmektedir. Örneğin artan gen aktivitesi daha fazla membran pompası, protein veya enzim üretilirse, bu kemoterapide kullanılan ilaçların alımını kolaylaştırarak etkisini artırabilir. Bu durum, 1q anöploid kanserli hücreler ile yapılan araştırmada doğrulandı. Araştırmada kanser önleyici bir enzim olan UCK2‘nin miktarı kanserli hücrelerde çok fazla miktarda üretildiği görüldü. Ayrıca yapılan araştırmada iki kemoterapötik ajanın daha miktarının artığı görüldü.

Bu araştırma anöploidinin kanser terapileri için potansiyel bir hedef sunulabileceğini gösteriyor. Eğer extra fazla kromozoma sahip kanserli hücrelere özel, hedef odaklı kemoterapik ajanlar geliştirilir ise sağlıklı dokulara zarar vermeden kanser ile mücadele daha etkin bir şekilde yapılabilecek. Burada belirleyici olan, kanserli hücre içerisinde fazldan kopyalanan kromozomlarda bu oluşumları teşvik eden genlerin bulunup bulunmaması. Zira her kromozomda farklı genler bulunmaktadır.


Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Y kromozomu kaybı erkeklerde kanseri daha agresif yapıyor

Y kromozomu nedir

Y kromozomu erkeklerde bulunan bir cinsiyet kromozomudur ve erkek fenotipinin oluşmasına neden olur. Y kromozomu, evrimsel süreçte genetik materyalinin neredeyse yüzde 90’ini kaybetmiş oldukça küçük bir kromozomdur. Y kromozomu dişi muadili X kromozomunun yalnızca üçte biri kadardır ve mevcut bilgilere göre, neredeyse sadece sperm üretimi ve cinsiyet gelişimini düzenlemede görev almaktadır.

Y kromozomunun bu iki ana işlevin dışında kalan işlevleri pek iyi bilinmese de yapılan her yeni araştırmayla bu konuda yeni yeni bilgilere ulaşıyoruz.

Y kromozomu kaybı hastalıkları teşvik ediyor

Yapılan araştırmalar Y kromozomunun üremenin ötesinde sağlıkta da önemli rol oynadığını gösteriyor. Buna göre erkeklerde yaş ilerledikçe birçok hücre Y kromozomlarını kısmen ya da tamamen kaybetmektedir ve bu da ciddi sağlık sorunlarına sebep olmaktadır. Örneğin 2022’de yapılan bir araştırma, yaşa bağlı Y kromozomu kaybının kardiyovasküler hastalıklar, Alzheimer ve yaşa bağlı diğer hastalık risklerini artırdığını gösteriyor (1).

Y kromozomu kaybı ve kanser

Y kromozomu kaybının sebep olduğu hastalıklar listesine ciddi bir hastalık olan o kanser de eklendi. Erkeklerde mesane kanseri ile ilgili yapılan bir araştırmada bazı kanserli tümörlerin Y kromozomu içermediği keşfedildi. Bu önemli bulgu dan yola çıkan Los Angeles’taki Cedars-Sınai Tıp Merkezi’nden Hany Abdel-Hafız liderliğindeki bir ekip Y kromozomu kaybı ile kanser arasındaki ilişkiyi araştırdı.

Ekip bunun için önce 1.100’den fazla erkek mesane kanseri hastasından alınan doku örneklerinde Y kromozomu kaybının derecesini belirledi. Ayrıca hem Y kromozomu kaybı, hem de Y kromozomu kaybı olmayan kanserli hastalardaki değerleri karşılaştırma bilmek için bir referans değere ihtiyaç vardı. Bunun için sağlıklı kişilerin Y kromozomunda bulunan 18 geninin aktivitesi referans değeri olarak kabul edildi. Hazırlıklar bittikten sonra karşılaştırmalar başladı ve karşılaştırmalarda hastalığın seyri ve hayatta kalmanın gibi konular öncelikli olarak ele alındı.

Sonuç: Tümörlü hücrelerin yüzde 10 ila 40’nın Y kromozomlarını kaybettiği ve bu durumun hastalığın daha şiddetli geçmesine ve hastanın hayatta kalma şansının düşmesine sebep olduğu bulundu. (Ayrıca farklı on iki kanser türünde de aynı sonuçlar elde edildi).

Not: Farelerde yapılan paralel bir çalışmada ise Y-negatif tümörlerin, Y pozitif tümörlerden iki kat daha hızlı büyüdüğü keşfedildi.

Sebep: T hücrelerinin azalması. (T hücrelerinin azalması bağışıklık sisteminin zayıfladığı anlamına gelmektedir ki, bu durum tümörler ile savaşı zorlaştırmaktadır.)

Biyolojik mekanizma nedir

Bunun arkasında hangi biyolojik mekanizmaların olduğunu bulmak için fareler ile bir başka deney daha yapıldı. Bunu için önce CRISPR/Cas9 tekniği kullanılarak mesane kanseri hücrelerinden bazılarının Y kromozomu çıkardı (Y-pozitif), bazılarının çıkarılmadı (Y-negatif). Daha sonra, tümörlerin hangi hızda  büyüdüğün görmek için Y-pozitif ve Y-negatif kanserli hücreleri farelere enjekte ettiler.

Deney sonunda Y-negatif tümörlerin, Y-pozitif tümörlerden yaklaşık iki katı hızlı büyüdüğü tespit edildi. Bu deney bağışıklık sistemi çalışan farelerle yapıldı. Deney bağışıklık sistemi bozulmuş farelerde tekrarlandığında bu farkın ortadan kalktığı görüldü. Yani bağışıklık sistemi çalışmayan farelerde Y kromozomu olan ve olmayan kanserli tümörler aynı oranda büyüdüler.

Özetle söylemek gerekirse; Eğer bağışıklık sistemi çalışıyorsa ve de hastanın tümörü Y-pozitif ise tümörün büyümesi yavaş oluyor. Eğer bağışıklık sistemi çalışmıyorsa, hasta ister Y-negatif, ister Y-pozitif olsun tümör hızla büyüyor.

Y kromozomu kaybı bağışıklık sisteminin bozuyor

T hücreleri, tümör hücreleri gibi patolojik değişikliklere uğramış hücreleri tanıma ve onlara saldırarak yok etme yeteneğine sahiptirler. Ancak farelerden alınan Y-negatif tümörlerde bol miktarda T hücresi bulunmasına rağmen çoğunun uykuda olduğu ve kanser hücrelerini yok etmek için harekete geçmedikleri görüldü. Yapılan ileri çalışmalar tümörlerde Y kromozomu kaybının tümörün mikro yapısını değiştirdiğini gösteriyor. Bu durum CD8 + T hücrelerini neden harekete geçmediğinin bir sebebi olabilir !

Kanser hücrelerinde Y kromozomu neden kayboluyor

Bu sorunun cevabı şimlidilik net olmamakla birlikte, kaybın bir adaptasyon sonucu ortaya çıktığından şüpheleniliyor. Zira bağışıklık sistemi kimi zaman kendi sağlıklı hücreleri de yabancı hücre gibi algılayarak zarar verebiliyor. Vücut bu olası saldırıdan kaçmak için Y Kromozomunu ortadan kaldırak, bağışıklık sisteminin saldırılarından kaçıyor olabilir !

İyi haber: İmmünoterapi başarılı

Bu araştırma bize ilk defa Y-negatif kanser hücrelerinin, T hücrelerini etkisiz hale getirdiğini gösterdi. Ancak bu olumsuz etki, kısmen immünoterapi ile tersine çevrildi. Bunun için daha önce bazı kanser türleri üzerinde test edilmiş olan Kontrol noktası inhibitörleri (Checkpoint-Inhibitor )* kullanıldı. Kontrol noktası inhibitörleri mesane kanseri hastalarda uyku halindeki T hücrelerinin yüzeyindeki inhibitör reseptörlere bağlanarak bunların tekrar aktif hale gelmesini ve kanserle savaşma yeteneğini kazanmasını sağladı.

Özetle söylemek gerekirse, kontrol noktası inhibitörleri agresif ve hızlı büyüyen kanser tümörlerinin tedavisinde yeni bir yol açıyor olabilir ama kesin bir şey söylemek için ileri çalışmalara ihtiyaç var.

***

Kontrol noktası inhibitörleri*: Tümör hücrelerini hedef alan ancak aynı zamanda her türlü otoimmün süreci tetikleyebilen, T hücrelerini aktive eden bir antikor sınıfıdır.


Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler 


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar:

  1. Hematopoietic loss of Y chromosome leads to cardiac fibrosis and heart failure mortality
  2. Y chromosome loss in cancer drives growth by evasion of adaptive immunity