Omega-3 Yağ Asitlerinin Gençleştirici Etkisi

Omega-3 yağ asitleri genellikle sağlıklı olarak bilinir. Ancak yeni bir bilimsel çalışma, bu faydalarının ötesine geçerek gençleştirici etkileri olabileceğini gösteriyor. Çalışmaya göre, balık veya ceviz gibi besinlerde bulunan doymamış Omega-3 yağ asitleri sadece hastalıklara karşı koruma sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda vücudumuzun yaşlanma sürecini de yavaşlatıyor. Bu durum, DNA üzerindeki küçük değişiklikler ve buna bağlı olarak genlerin çalışma şeklindeki farklılıklar aracılığıyla ölçülebiliyor. D vitamini ve düzenli egzersiz ise bu gençleştirici etkiyi daha da güçlendiriyor.

Omega-3 Yağ Asitleri: Tanımı ve Önemi

Omega-3 yağ asitleri, özellikle balık, ceviz, tohumlar ve bu besinlerin yağlarında bol miktarda bulunur. Bu çoklu doymamış yağ asitleri vücudumuz için hayati öneme sahiptir. Hücre zarlarının yapımı, kan yağlarının ve kanın pıhtılaşmasının kontrolü ve beyin gelişimi gibi birçok önemli süreçte rol oynarlar. Ayrıca, iltihap ve ağrıyı azaltıcı etkileri vardır ve damar sağlığı için faydalıdırlar.

Yaşlanma ve Beslenme İlişkisine Dair Önceki Bulgular

Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler ve küçük çaplı insan çalışmaları, D vitamini ve Omega-3 yağ asitlerinin yaşlanmayı yavaşlatabileceğini ve bir tür “gençleşme etkisi” yaratabileceğini düşündürmüştü. Ancak bu bulguların gerçekten insanlar için de geçerli olup olmadığı ve bu besin maddelerinin yaşlanma sürecindeki rollerinin ne kadar önemli olduğu tam olarak bilinmiyordu.

Araştırmanın Metodolojisi: DNA Üzerindeki Etkiler İncelendi

Zürih Üniversitesi’nden Heike Bischoff-Ferrari liderliğindeki araştırmacılar, bu sorulara yanıt aramak amacıyla İsviçre’de yaşayan 70 yaş üstü 777 sağlıklı katılımcıyla üç yıl süren bir klinik çalışma gerçekleştirdi. Katılımcılar plasebo, 2000 birim D vitamini takviyesi veya bir gram Omega-3 içeren yağ asidi takviyesi aldı. Bazı katılımcılar haftada üç kez 30 dakikalık bir ev egzersiz programına (SHEP)* katıldı. Sekiz farklı grupta bu önlemlerin tekli veya kombinasyonları uygulandı. Araştırmacılar, kan örnekleri aracılığıyla katılımcıların DNA’sındaki epigenetik metilasyon örüntülerindeki değişimleri inceledi. Bu kimyasal bağlantılar, genlerin aktivitesini düzenleyerek sağlık ve biyolojik yaş üzerinde önemli bir rol oynar.

Omega-3 Takviyesinin Biyolojik Yaşlanmaya Etkisi

Çalışma sonuçları, Omega-3 yağ asidi takviyesi alan katılımcılarda incelenen dört epigenetik saatten üçünün daha yavaş ilerlediğini gösterdi. Plasebo grubuna kıyasla, bu katılımcıların epigenetik yaşı üç yıllık çalışma sonunda yaklaşık üç ila dört ay daha genç bulundu. Bu etkinin cinsiyet, yaş ve vücut kitle indeksinden bağımsız olduğu belirlendi. Bu bulgular, Omega-3 yağ asitlerinin genetik yapıdaki yaşa bağlı değişiklikleri yavaşlatabileceğine işaret ediyor.

D Vitamini ve Egzersizin Rolü

Araştırmacılar, tek başına uygulanan D vitamini takviyesi ve egzersizin (SHEP) incelenen epigenetik saatlerde belirgin bir değişikliğe yol açmadığını gözlemledi. Ancak, Omega-3 takviyesine ek olarak D vitamini alan ve/veya egzersiz yapan katılımcılarda gençleşme etkisinin daha belirgin olduğu görüldü. Bu grupta, bir epigenetik saat sadece Omega-3 alımına göre bile daha yavaş çalıştı.

Takviye Yerine Sağlıklı Beslenme Tercih Edilmeli

Sonuç olarak, Omega-3 ve D vitamini açısından zengin bir beslenme ve düzenli egzersiz gibi üç yaşam tarzı faktörünün birlikte biyolojik yaşlanmayı yavaşlatabileceği düşünülüyor. Ancak uzmanlar, bireysel ihtiyaçları kontrol etmeden yüksek dozda Omega-3 yağ asitleri ve vitamin takviyeleri almamak konusunda uyarıyorlar. Çünkü bazı çalışmalar, yüksek dozda Omega-3 yağ asitlerinin kalp ritim bozukluklarını tetikleyebileceğine işaret ediyor. Ayrıca, birçok vitaminin aşırı dozda alınması faydadan çok zarar verebilir.

Araştırmacılar bu bulgularından yola çıkarak, tek tek yaşam tarzı faktörlerinin sağlık üzerindeki etkilerinin sadece toplanmakla kalmayıp, aynı zamanda birbirini güçlendirdiğini de belirtiyorlar. Beslenme yoluyla hem Omega-3 hem de D vitamini alan ve düzenli olarak egzersiz yapan kişiler, bu iki maddeyi sadece takviye olarak almaktan daha büyük bir etki elde edebilirler.

Yaşlanmayı Yavaşlatan Mekanizma Henüz Açıklanmadı

Omega-3 yağ asitleri ve diğer faktörlerin hangi organlar ve metabolik süreçler aracılığıyla epigenetik saatleri yavaşlattığı henüz net olarak bilinmiyor. Ancak araştırmacılar, altta yatan mekanizmaların birbiriyle bağlantılı olduğundan şüpheleniyorlar. Bu mekanizmaların daha detaylı araştırılması gerekiyor. Ayrıca, bu bulguların diğer ülkelerdeki insanlar için de geçerli olup olmadığı da incelenmeli. Çünkü araştırma ekibi, İsviçreli katılımcıların dünya genelindeki 70 yaş üstü tüm insanları temsil etmediğini vurguluyor.

(SHEP)*: Simple Home Exercise Program (SHEP), basit ev egzersiz programı anlamına gelir. Genellikle yaşlı yetişkinler için tasarlanmış, kolayca uygulanabilen ve herhangi bir özel ekipman gerektirmeyen bir egzersiz türüdür. SHEP, kas gücünü, dengeyi ve genel fiziksel işlevi geliştirmeyi hedefler.

Kaynak: https://www.nature.com/articles/s43587-024-00793-y

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Alzheimer’da Yeni Umut: Lecanemab ve Erken Teşhisin Gücü

Alzheimer hastalığı, dünya genelinde milyonlarca insanı etkileyen, belleği ve düşünme yeteneklerini yavaş yavaş alıp götüren zorlu bir yolculuk. Bu hastalık, sadece hastayı değil, tüm aileyi derinden etkileyen, günlük yaşamı kökten değiştiren bir süreç. Alzheimer hastalığı ilk olarak 1906 yılında Alman psikiyatrist ve patolog Alois Alzheimer tarafından tanımlanmış, beynin belirli bölgelerindeki anormal protein birikimleri (plaklar ve yumaklar) ile ilişkilendirilmiştir. Yıllardır bilim insanları, bu yıkıcı hastalığın nedenlerini anlamak ve ona karşı etkili bir silah geliştirmek için aralıksız çalışıyor. Geçmişte yapılan araştırmalar, hastalığın altında yatan karmaşık biyolojik süreçleri aydınlatmaya odaklanmış, tanı yöntemlerinde ilerlemeler kaydedilmiş ve belirtileri yönetmeye yönelik ilk ilaç tedavileri geliştirilmiştir. Son gelişmeler, bu mücadelede yeni bir sayfa açıyor: Avrupa’da onaylanan ilk antikor bazlı Alzheimer ilacı, Lecanemab.

15 Nisan 2025 tarihinde Avrupa Komisyonu’ndan gelen bir haber, Alzheimer camiasında heyecan yarattı. Komisyon, Lecanemab adlı bir ilacın, Alzheimer hastalığının erken evresindeki hastaların tedavisinde kullanılmasına koşullu onay verdiğini duyurdu. Bu onay, Avrupa Birliği’nde hastalığın altında yatan mekanizmaları hedef alan ilk antikor tedavisi olması açısından büyük önem taşıyor. Daha önce Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere gibi ülkelerde onay alan Lecanemab, Biogen ve Eisai firmaları tarafından geliştirildi ve “Leqembi” adıyla piyasaya sunulacak.

Şu ana kadar Alzheimer tedavisinde kullanılan ilaçlar genellikle hastalığın belirtilerini hafifletmeye yönelikti. Yani, hastalığın kendisini değil, onun yarattığı sonuçları hedef alıyorlardı. Bu semptomatik tedaviler, hastalığın ilerlemesini durduramasa da, hastaların yaşam kalitesini belirli bir süre artırmaya yardımcı olmuştur. Ancak Alzheimer’ın temelinde yatan asıl sorun, beyinde amiloid-beta ve tau adı verilen proteinlerin anormal birikimi ve bu birikimin beyin hücrelerine verdiği zarar. Lecanemab ve benzeri yeni nesil ilaçlar işte tam da bu noktada devreye giriyor.

Lecanemab, beyinde biriken amiloid-beta proteinlerinin henüz tam olarak plağa dönüşmemiş, protofibril adı verilen daha küçük ve zehirli formlarına özel olarak bağlanıyor. Bir antikor gibi davranarak bu zararlı proteinleri işaretliyor ve vücudun kendi temizleme mekanizmalarının onları beyinden uzaklaştırmasına yardımcı oluyor. Bu sayede, amiloid birikiminin yavaşlatılması ve dolayısıyla hastalığın ilerlemesinin frenlenmesi amaçlanıyor.

Klinik çalışmalardan elde edilen sonuçlar umut verici olsa da, Lecanemab’ın bir “mucize” olmadığını net bir şekilde ortaya koyuyor. İlaç, Alzheimer hastalığını tamamen iyileştirmiyor veya durdurmuyor. Ancak, özellikle hastalığın erken aşamasında kullanıldığında, bilişsel ve fonksiyonel gerilemeyi yaklaşık yüzde 30 oranında yavaşlattığı görüldü. Bu, Demans Değerlendirme Ölçeği (ADAS-Cog) gibi testlerdeki düşüş hızının azalması anlamına geliyor. Uzmanlar bu yavaşlamanın, hastalara yaklaşık altı ay kadar ek “kaliteli” zaman kazandırabileceğini belirtiyor.

Bu altı ay, kulağa çok uzun gelmeyebilir, ancak hastalığın erken evresindeki bir hasta için büyük fark yaratabilir. Günlük işlerini daha uzun süre bağımsız yapabilmek, sevdikleriyle daha uzun süre anlamlı iletişim kurabilmek, yaşam kalitesini doğrudan etkileyen unsurlardır. Bu nedenle nörologlar, hastalığın ilerleyişindeki her yavaşlamanın kıymetli olduğunu vurguluyor. Ancak unutmamak gerekir ki, ilaç halihazırda oluşmuş beyin hasarını geri döndüremez.

Lecanemab ile ilgili bilinmesi gereken en önemli sınırlamalardan biri budur. Bu ilaç, her Alzheimer hastası için uygun değil. Onay, oldukça dar bir hasta grubunu kapsıyor. Lecanemab tedavisinden faydalanabilmek için hastaların belirli kriterlere uyması gerekiyor.

  1. Beyinde Amiloid Plaklarının Birikmiş olmalı: Tedavinin temel mekanizması amiloidi hedef aldığı için, hastanın beyninde bu proteinin birikmiş olduğunun görüntüleme yöntemleri (PET taraması gibi) ile doğrulanması gerekiyor.
  2. Hastalık Erken Evrede olmalı: Lecanemab, ancak semptomların yeni başladığı, bilişsel bozuklukların hafif olduğu “erken semptomatik evre” veya “hafif demans” aşamasındaki hastalarda etkili. Hastalık ilerlemişse, ilaçtan fayda görme ihtimali çok düşüktür. Bu evredeki hastalar genellikle günlük yaşam aktivitelerini hala büyük ölçüde bağımsız olarak sürdürebilir durumdadır.
  3. Genetik Uygunluk, ApoE4 geni varyantsız olmalı: ApoE4 geni, Alzheimer riskini artıran bir gen varyantıdır. İki kopya ApoE4 geni taşıyan hastalarda Lecanemab’ın beyin ödemi ve kanaması gibi ciddi yan etki riski belirgin şekilde daha yüksektir. Bu nedenle, Lecanemab tedavisi genellikle ApoE4 geninin bir veya hiç kopyasını taşımayan hastalara öneriliyor. Almanya’daki Alzheimer hastalarının yaklaşık %80’i bu gruba girse de, genel Alzheimer popülasyonu içinde bu ilacı alabileceklerin oranı hala küçük bir dilimi oluşturuyor.

Bu sıkı kriterler nedeniyle, ne yazık ki Alzheimer hastalarının büyük çoğunluğu şu an için Lecanemab tedavisinden yararlanamayacak.

Bilgi: Genetik araştırmalar, Alzheimer hastalığının gelişiminde ApoE4’ün yanı sıra APP (amiloid prekürsör protein), PSEN1 (presenilin 1) ve PSEN2 (presenilin 2) gibi genlerdeki nadir mutasyonların erken başlangıçlı ailesel Alzheimer hastalığına neden olabileceğini göstermiştir. Ayrıca ABCA7, CLU, CR1, PICALM, PLD3, TREM2 ve SORL1 gibi genlerdeki varyantların da geç başlangıçlı Alzheimer riskini etkilediği bulunmuştur. Bu genetik bulgular, hastalığın farklı moleküler yollarla ilişkili olduğunu ve kişiye özel tedavi yaklaşımlarının gelecekteki önemini vurgulamaktadır.

Lecanemab tedavisi, iki haftada bir damar yoluyla (infüzyon) uygulanıyor. Bu, hastaların düzenli olarak bir sağlık kuruluşuna gitmesini gerektiriyor. Tedavi süresince, özellikle ilk aylarda, olası beyin ödemi veya mikro kanama gibi yan etkileri izlemek için düzenli beyin MR’ı çekilmesi zorunlu. Bu durum, hem hastalar hem de sağlık sistemi için ek bir yük anlamına geliyor.

İlacın Avrupa’da onaylanmış olması, hemen yaygın kullanıma başlanacağı anlamına gelmiyor. Üretici firmaların, doktorlar için detaylı kullanım kılavuzları hazırlaması, eğitimler vermesi ve hastaların takip edileceği kayıt sistemleri oluşturması gibi süreçler zaman alacak. Bu nedenle, ilacın hastalara ulaşmasının aylar sürebileceği tahmin ediliyor. Ayrıca, ilacın yıllık maliyetinin (ABD’deki yaklaşık 23.000 Euro gibi rakamlar konuşuluyor) yüksek olması, sağlık otoriteleri ve sigorta sistemleri açısından da ele alınması gereken bir konu. Almanya’da, onaylı bir ilaç olduğu için masrafların yasal sağlık sigortası tarafından karşılanması bekleniyor, ancak bu durum Türkiye diğer ülkelerde farklılık gösterebilir.

Lecanemab gibi erken evrede etkili olan tedavilerin varlığı, Alzheimer hastalığında erken teşhisin ne kadar kritik olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Hastalık belirtileri ortaya çıktığında ve henüz hafifken tanı konulması, hastanın uygunsa bu tür tedavilerden faydalanma şansını artırıyor. Ancak erken teşhis hala önemli engellerle dolu. Geçmişte Alzheimer tanısı genellikle ileri evrelerde ve sadece klinik değerlendirmelere dayanarak konulurdu. Biyobelirteçlerin (beyin omurilik sıvısında amiloid ve tau seviyeleri, PET görüntüleme ile amiloid plak tespiti gibi) tanıdaki rolünün anlaşılması, hastalığın çok daha erken aşamalarında, hatta klinik belirtiler başlamadan önce bile varlığını tespit etme potansiyeli sunmuştur. Bu gelişmeler, erken müdahale stratejileri için zemin hazırlamıştır.

Alzheimer’ın ilk işaretleri genellikle unutkanlık, eşyaları kaybetme, kelime bulma güçlüğü gibi yaşlanmanın doğal etkileriyle karıştırılabilecek kadar belirsizdir. Hastalar veya yakınları bu belirtileri önemsemeyebilir ya da kabullenmek istemeyebilir. Aile hekimleri veya diğer uzmanlar için de erken evre Alzheimer’ı diğer bilişsel sorunlardan ayırt etmek her zaman kolay olmayabilir. Bu durum, tanı sürecinin gecikmesine ve Lecanemab gibi tedaviler için kritik olan “erken evre penceresinin” kapanmasına yol açar.

Uzmanlar, erken teşhis oranlarını artırmak için toplumda Alzheimer belirtileri konusunda farkındalığın yükseltilmesi gerektiğini vurguluyor. Ayrıca, doktorların bu belirtileri tanıma konusunda daha iyi eğitilmesi ve gerekli tanı testlerine (beyin görüntüleme, beyin omurilik sıvısı analizi gibi) erişimin kolaylaştırılması büyük önem taşıyor. Erken teşhise ve uygun hastalarda erken tedaviye yapılan yatırımın, hastalığın ileri evrelerinin getirdiği daha yüksek bakım maliyetlerinden kaçınarak uzun vadede daha ekonomik olduğu da belirtiliyor.

Lecanemab, Alzheimer tedavisinde ilk büyük adımlardan biri. Ancak çalışmalar devam ediyor. Şu anda damar yoluyla verilen ilacın, hastaların kendi kendilerine veya yakınları tarafından uygulanabilecek deri altı enjeksiyon formları üzerinde çalışılıyor, bu da tedavinin erişilebilirliğini önemli ölçüde artırabilir.

Ayrıca, Donanemab, Aducanumab ve Gantenerumab gibi amiloid veya diğer protein birikimlerini hedef alan başka antikor bazlı ilaçlar da klinik çalışmalarda umut vadediyor ve gelecekte bunların da onay alması bekleniyor. Geçmişte yapılan araştırmalar, sadece amiloidi değil, aynı zamanda tau proteinini, inflamasyonu ve nöron kaybını hedef alan çeşitli tedavi stratejilerini araştırmıştır. Bu çeşitlilik, Alzheimer’ın karmaşık patofizyolojisine işaret etmekte ve gelecekte farklı mekanizmaları hedefleyen kombinasyon tedavilerinin potansiyelini ortaya koymaktadır. Bu gelişmeler, Alzheimer hastalığıyla mücadelede elimizdeki seçenekleri artırarak, her hastaya özel olarak en uygun tedavi yaklaşımını belirleme konusunda bize daha fazla esneklik sağlayabilir.

Lecanemab’ın Avrupa’da onaylanması, Alzheimer hastalığıyla yaşayan milyonlarca insan için kuşkusuz önemli bir umut kaynağıdır. Hastalığın ilerleyişini yavaşlatma potansiyeli, erken evredeki hastaların yaşam kalitesini ve bağımsızlıklarını daha uzun süre korumalarına yardımcı olabilir. Ancak bu ilaç bir tedavi değil, bir yavaşlatıcıdır ve yalnızca belirli, dar bir hasta grubuna hitap etmektedir.

Lecanemab gibi tedavilerin potansiyelinden tam olarak faydalanabilmek için Alzheimer’ın erken teşhisi hayati önem taşımaktadır. Bu da ancak toplumun bilinçlendirilmesi, sağlık sisteminin erken tanıya yönelik kapasitesinin artırılması ve doktorların eğitimi ile mümkün olacaktır. Alzheimer’la mücadele uzun ve zorlu bir yol, ancak Lecanemab gibi yeni tedavi seçenekleri ve erken teşhisin önemi konusundaki artan farkındalık, bu yolda ilerlememiz için bize güç veriyor. Gelecekte daha etkili tedavilerin geliştirilmesi ve hastalığa karşı kapsamlı bir mücadele stratejisinin oluşturulması, Alzheimer’ın yıkıcı etkisini azaltma umudunu canlı tutmaktadır.


Kaynaklar:

  1. https://dgn.org/artikel/eu-kommission-erteilt-zulassung-fur-lecanemab-die-fruhzeitige-diagnose-bleibt-eine-herausforderung
  2. https://ec.europa.eu/newsroom/sante/items/879055/en
  3. https://www.dzne.de/aktuelles/hintergrund/faktenzentrale
  4. https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S0197458017302324?via%3Dihub

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Yan Etkisi Olmayan Yeni Zayıflama İğnesi Geliyor !

Ozempic ve Wegovy gibi zayıflama iğneleri aslında şeker hastalığı için geliştirildi, ama içlerindeki  “Semaglutid” maddesi sayesinde artık fazla kilolu kişilerin zayıflamasına da yardımcı oluyor. Bu ilaçlar, kişinin daha az acıkmasını sağlayarak ve vücudun enerjiyi kullanma şeklini değiştirerek kilo vermeye destek olur. Fakat Semaglutid bazı kişilerde mide sorunları, kabızlık ve kas kaybı gibi ciddi yan etkilere yol açabilmektedir. Bu önemli yan etkiler, kilo vermek isteyenler için büyük bir sıkıntı yaratıyor ve şimdilik bu sorunlara kesin bir çözüm bulunmuş değil.

İşte tam bu noktada, Amerika’daki Stanford Üniversitesi Stanford Üniversitesi’nden araştırmacılar bu alanda heyecan verici bir gelişmeye imza attı. Katrin Svensson liderliğindeki ekip, doğada zaten var olan ve hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde Semaglutid kadar etkili olan yeni bir molekül keşfetti. Bu molekül, iştahı azaltarak kilo vermeyi sağlarken, bugüne kadar gözlemlenen herhangi bir yan etki göstermemesiyle de dikkat çekiyor. Bu buluş, şimdiye kadar Semaglutid’in etkisine yaklaşabilen bir alternatifin bulunamadığı düşünüldüğünde, bilim dünyasında büyük bir umut ışığı olarak değerlendiriliyor.

Laetitia Coassolo liderliğindeki Svensson’ın araştırma ekibi, yapay zeka kullanarak Semaglutid benzeri doğal bir molekül bulma arayışına girdi. Bu amaçla, insan vücudundaki geniş bir “prohormon” veri tabanını yapay zeka yardımıyla incelediler.

Prohormonlar, vücudumuzda bulunan özel enzimler tarafından daha küçük parçalara ayrılan büyük proteinlerdir ve bu parçalanma sonucu oluşan kısa protein zincirlerine “peptit” adı verilir. Bazı peptitler hormon gibi davranarak çeşitli organlardaki metabolizmayı düzenler. İştah ve kan şekerini kontrol eden GLP-1* peptidi de bunlardan biridir. Yukarıda bahsi gecen Semaglutid etken maddesi de GLP-1’in etkilerini taklit ederek işlev görür.

GLP-1 vücudumuzda dogal bir peptit olup Prohormon Convertase 1/3 (PCSK1/3) enzimi tarafından bir prohormondan üretilir. Coassolo ve arkadaşları, bu enzimin benzer peptitleri üretebileceğini düşünerek, insan prohormonlarından PCSK1/3 aracılığıyla hangi peptitlerin oluşabileceğini hesaplayan bir algoritma geliştirdi ve bu algoritma taranan 373 prohormondan tam 2.683 farklı peptit oluşturdu.

Araştırmacılar, henüz çok az bilinen ancak umut vaat eden 100 peptidi laboratuvar ortamında sentezleyerek, bu moleküllerin hücre kültürlerindeki etkilerini inceledi ve elde ettikleri sonuçları GLP-1 ile karşılaştırdı. Amaç, bu peptitlerin sinir hücrelerini uyarıp uyaramadığını görmekti; çünkü bu durumda, beynin hormonal işlevlerini etkileyebilecekleri düşünülüyordu. Bulgular, beklendiği gibi GLP-1’in hücrelerdeki sinirsel aktiviteyi üç kat artırdığını ortaya koydu.

Ancak araştırmalar sırasında beklenmedik bir keşif daha yapıldı: Farklı bir peptit, sinir hücreleri üzerinde çok daha güçlü bir etki göstererek, hücresel aktiviteyi tam on kat artırdı. Bu yeni molekül, yalnızca on iki amino asitten oluşan kısa bir zincirdi; yani GLP-1’in yarısı kadar büyüklüğe sahipti. Araştırmacılar, bu peptidi ilişkili olduğu prohormondan yola çıkarak “BRINP2-related peptide” BRP olarak adlandırdı.

Yeni peptidin etkilerini test etmek amacıyla Coassolo ve ekibi, farelerin yanı sıra, insan metabolizmasına benzerliğiyle öne çıkan minyatür domuzları kullandı. Deneyler sırasında, hayvanlara her yemekten önce BRP enjeksiyonu yapıldı ve yeme alışkanlıkları ile metabolik fonksiyonları dikkatle incelendi.

Deneylerin sonuçları gerçekten umut vericiydi. Normal kilodaki hayvanlara BRP enjekte edildiğinde, sonraki birkaç saat içinde fark edilir derecede daha az yemek yediler. Tedavinin ardından %20 ila %50 daha az yiyecek tüketmeleri, peptidin iştahı azalttığını açıkça gösterdi. Bununla birlikte, hayvanların su içme miktarı ya da hareketlilikleri değişmedi; ayrıca herhangi bir endişe, mide bulantısı veya sindirim problemi yaşamadılar.

Deneyde obez farelerin bir kısmına 14 gün boyunca her gün BRP enjekte edildi. Bu fareler yaklaşık 3 gram zayıfladı ve bu zayıflamanın kas kaybı olmadan, sadece yağdan olduğu özellikle vurgulandı. BRP verilmeyen diğer obez fareler ise aynı 14 gün içinde 3 gram kilo aldı.

Bilim insanları, farelerin metabolizmasını ve beyinlerini inceleyerek, yeni BRP peptidinin GLP-1 ve Semaglutid gibi ilaçlardan farklı şekilde çalıştığını buldu. Buna göre BRP vücutta ve beyinde farklı, ama benzer gibi görünen, ancak birbirinden ayrı çalışan yolları harekete geçiriyor.

Yapılan çalışmalar, BRP peptidinin beyin üzerinde GLP-1’den daha hedefli bir etkiye sahip olduğunu düşündürüyor. Şöyle ki, Semaglutid gibi GLP-1 bazlı ilaçlar sadece beyinde değil, bağırsak, pankreas ve vücudun farklı yerlerindeki reseptörlere bağlanarak bağırsak hareketlerini yavaşlatma veya kan şekerini düşürme gibi pek çok etkiye neden olurken, BRP bu ilaçlardan farklı olarak, iştah ve metabolizmadan sorumlu olan beynin hipotalamus bölgesinde yoğunlaşıyor.

Araştırma ekibi, bu bulgular ışığında yeni peptidin daha spesifik bir etkiye sahip olduğunu ve sadece kilo vermeye yardımcı olurken, diğer organları etkilemediğini veya deney hayvanlarında herhangi bir istenmeyen yan etkiye neden olmadığını belirtiyor.

Bu umut verici BRP peptidi insanlar için zayıflama çözümü olabilir mi sorusu henüz netlik kazanmadı. Çünkü ilacın tam etki mekanizması ve bağlandığı reseptör bilinmiyor. Açıklamaya göre BRP, yakın gelecekte ilk kez insanlar üzerinde test edilecek. Eğer bu ilk denemeler başarılı olursa, ilacın dozu belirlenecek.

Bu araştırma, obezite için yeni bir umut veriyor. BRP adındaki bu doğal bir peptit, hayvanlarda az yemek yemeyi ve zayıflamayı sağladı. Üstelik bilinen zayıflama ilaçlarındaki gibi yan etkileri de olmadı. Bu maddenin insanlar için de işe yarayıp yaramayacağı gelecek testlerde belli olacak. Ama şimdiden birçok kilolu insan için iyi bir haber.



Kaynak: https://www.nature.com/articles/s41586-025-08683-y

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Zona aşısı Alzheimere karşı koruma sağlıyor olabilir

Zona Aşısı Sadece Hastalıktan Değil, Bunamadan da Koruyor Olabilir: Beyin Sağlığınız İçin Umut Verici Bir Gelişme

İleri yaşlarda birçok insan için önerilen zona aşısının, sadece bu ağrılı ve rahatsız edici viral hastalığa karşı değil, aynı zamanda yaşlılıkta sıkça karşılaşılan bunama (demans) riskini de azaltabileceğine dair güçlü kanıtlar ortaya çıktı. Yakın zamanda yapılan kapsamlı bir araştırma, bu önemli bağlantıyı doğruluyor. Araştırmanın sonuçlarına göre, zona aşısı yaptıran yaşlı bireylerin, aşı olmayan yaşıtlarına kıyasla demansa yakalanma olasılığı yaklaşık %20 daha düşük. Bu koruyucu etkinin özellikle kadınlarda daha belirgin olduğu gözlemlenmiş olması da dikkat çekici bir diğer bulgu.

Ancak bilim insanları, bu durumun tam olarak nasıl gerçekleştiğini henüz çözebilmiş değil. Yani, suçiçeği ve zona hastalıklarına neden olan “Varisella-Zoster Virüsü”ne (VZV) karşı geliştirilen bu aşının, beyin sağlığını nasıl olup da olumlu etkilediği ve demans riskini nasıl düşürdüğü konusu henüz bir sır perdesi arkasında. Araştırmacılar, bu mekanizmayı anlamak için daha fazla çalışma yapılması gerektiğini vurguluyorlar.

Zona hastalığının ve aşısının demansla nasıl bir ilişkisi olabileceğini anlamak için önce bu hastalığa neden olan virüsü biraz daha yakından tanımak gerekiyor. Zona hastalığına yol açan Varisella-Zoster Virüsü (VZV), aslında çoğumuzun çocukluk döneminde geçirdiği suçiçeği hastalığının da sorumlusudur. Bu virüs, uçuk virüslerini de içeren herpes virüsleri ailesine aittir.

Suçiçeği hastalığını atlattıktan sonra virüs vücudumuzdan tamamen temizlenmez. Bunun yerine, oldukça akıllıca bir stratejiyle, sinir uçlarımızda ve sinir liflerimizde adeta “kış uykusuna” yatar. Yıllarca, hatta on yıllarca hiçbir belirti vermeden, sessizce bu sinir hücrelerinde barınmaya devam eder. Bilim insanları, dünya genelindeki yetişkinlerin yaklaşık %95’inin, farkında bile olmadan bu virüsü vücutlarında uyur halde taşıdığını tahmin ediyor.

Asıl sorun, bu uyuyan virüsün ilerleyen yaşlarda veya bağışıklık sistemimizi zayıflatan başka hastalıklar (örneğin kanser tedavileri, bazı ilaçlar veya kronik hastalıklar) nedeniyle yeniden aktif hale gelmesiyle başlar. Bağışıklık sistemi zayıfladığında, virüs üzerindeki kontrolü kaybeder ve VZV yeniden çoğalmaya başlar. İşte bu durum, “zona” dediğimiz hastalığa yol açar.

Zona hastalığının en tipik belirtisi, genellikle vücudun sadece bir tarafında (sağ veya sol), belirli bir sinir hattını takip eden, içi su dolu kabarcıklarla kendini gösteren, yanma ve batma hissiyle birlikte şiddetli ağrıya neden olan bir döküntüdür. Bu döküntü haftalarca sürebilir ve ağrı bazen döküntü geçtikten sonra bile aylarca, hatta yıllarca devam edebilir (postherpetik nevralji). Nadiren de olsa, zona virüsü yüz felci, işitme kaybı veya beyin zarı iltihabı (menenjit) gibi daha ciddi komplikasyonlara da neden olabilir. İşte bu ağrılı ve potansiyel olarak tehlikeli sonuçları nedeniyle, özellikle 60 yaş üstü bireylere zona aşısı yaptırmaları önerilmektedir.

Zona aşısının demans riskini azaltıp azaltmadığını kesin olarak anlamak, bilimsel araştırmalar için zorlu bir konuydu. Çünkü genellikle aşı yaptıran kişiler, yaptırmayanlara göre sağlıklarına daha fazla dikkat eden, daha bilinçli bireyler olabiliyor ve bu durum sonuçları yanıltabiliyordu. Ancak Galler’de (Wales) uygulanan bir aşı programı, araştırmacılara bu zorluğu aşmak için eşsiz bir fırsat sundu.

Bu “doğal deney” olarak adlandırılan durum şöyle gelişti: 1 Eylül 2013 tarihinde Galler’de bir zona aşısı programı başlatıldı. Ancak o dönemde kullanılan canlı (zayıflatılmış virüs içeren) zona aşısı yeterli miktarda bulunmuyordu ve bir kıtlık söz konusuydu. Bu nedenle yetkililer, aşıyı sadece belirli bir yaş grubuna uygulama kararı aldı: Aşı, yalnızca 1 Eylül 2013 tarihi itibarıyla henüz 80 yaşını doldurmamış kişilere yapılacaktı.

Bu kararın kritik sonucu şuydu: Örneğin, 2 Eylül’de 80 yaşına basacak olan, yani o an 79 yaşında olan bir kişi aşı olmaya hak kazanırken, sadece bir gün önce, yani 31 Ağustos’ta 80 yaşına girmiş olan bir kişi bu haktan mahrum kalıyordu. Araştırmanın baş yazarı Markus Eyting, Pascal Geldsetzer ve ekibi, tam da bu durumu kullanarak zekice bir karşılaştırma yaptı. 1 Eylül tarihinden hemen önceki hafta 80 yaşını dolduran ve bu nedenle aşı olamayan kişilerin sağlık verilerini, 1 Eylül’den hemen sonraki hafta 80 yaşını dolduran ve aşı olma hakkı kazanan (ve büyük olasılıkla olan) kişilerin verileriyle karşılaştırdılar.

Bu iki grup arasında sadece birkaç günlük veya haftalık bir yaş farkı vardı ve teorik olarak her iki grupta da aşı olmak isteyen veya istemeyen benzer oranlarda insan bulunuyordu. Ancak sadece bir grup aşı olabildiği için, bu durum “aşı olma eğilimi” gibi kafa karıştırıcı faktörlerin etkisini en aza indirdi. Geldsetzer’in de belirttiği gibi, “Bu iki grup, o küçücük yaş farkı dışında birbirlerine çok benziyorlardı.” Araştırmacılar, bu iki grubu takip eden yedi yıl boyunca izleyerek, demans görülme oranları açısından aralarında bir fark olup olmadığını incelediler.

Ve sonuçlar gerçekten de çok çarpıcıydı! Beklendiği gibi, aşı olan grupta zona hastalığı daha az görüldü. Ancak daha da önemlisi, aşı olan grubun, aşı olmayan ve sadece bir hafta kadar daha yaşlı olan kontrol grubuna kıyasla demansa yakalanma olasılığının belirgin şekilde daha düşük olduğuydu. Araştırmacılar, aşı yaptıranlarda demans riskinin yaklaşık %20 oranında azaldığını hesapladılar. Bu istatistiksel olarak anlamlı fark, yaş, cinsiyet, sosyoekonomik durum ve diğer kronik hastalıklar gibi demans riskini etkileyebilecek diğer faktörler hesaba katıldığında bile varlığını korudu.

Geldsetzer, “Bu gerçekten dikkat çekici bir bulguydu,” diyor. “Verilere hangi açıdan bakarsak bakalım, bu güçlü koruyucu etki oradaydı.” Araştırma ekibi, bulgularını sağlamlaştırmak için Galler’deki sonuçları, benzer yaş kısıtlamalı aşı programları uygulayan diğer ülkelerdeki (İngiltere, Avustralya, Yeni Zelanda ve Kanada gibi) milyonlarca insanın sağlık verileriyle de karşılaştırdı. Bu analizler de benzer bir tabloyu ortaya koydu: Zona aşısının demansa karşı koruyucu bir etkisi olduğu diğer ülkelerde de gözlemlendi.

Analizler ilginç bir ayrıntıyı daha ortaya çıkardı: Zona aşısının demansa karşı koruyucu etkisi kadınlarda erkeklere göre daha güçlüydü. Bunun kesin nedeni henüz bilinmiyor. Ancak bilim insanları, bu durumun kadın ve erkeklerin bağışıklık sistemleri arasındaki bilinen yapısal ve işlevsel farklarla ilişkili olabileceğini düşünüyor. Genellikle kadınların bağışıklık sistemi, enfeksiyonlara ve aşılara karşı daha fazla antikor (koruyucu protein) üreterek daha güçlü bir yanıt verir. Ancak aynı zamanda kadınlar, bağışıklık sisteminin yanlışlıkla kendi vücut dokularına saldırdığı otoimmün hastalıklara da erkeklere göre daha yatkındır. Bu farklılıkların, aşının demans üzerindeki etkisini nasıl değiştirdiği gelecekteki araştırmalarla daha net anlaşılacaktır.

Sonuç olarak, Galler’deki bu “doğal deney”, daha önceki küçük çaplı çalışmalarda görülen ipuçlarını çok daha güçlü bir şekilde doğruluyor: Zona aşısı, yaşlı bireyleri demansa karşı koruyabilir veya en azından bu yıkıcı hastalığın başlangıcını önemli ölçüde geciktirebilir.

Geldsetzer ve meslektaşları, bulgularının önemini şu sözlerle vurguluyor: “Eğer bu bulgular nedensel bir ilişkiyi gösteriyorsa (yani aşı gerçekten demansı önlüyorsa), o zaman Varisella-Zoster aşısı, demansı önlemeye yönelik şu anda mevcut olan tüm ilaç tedavilerinden veya diğer farmasötik önleyici tedbirlerden çok daha etkili ve maliyet açısından çok daha verimli bir yöntem olabilir.”

Bu çalışmaya katılmayan ancak alanında uzman olan diğer nörobilim uzmanları da sonuçlardan oldukça etkilenmiş durumda. Örneğin, Braunschweig’daki Helmholtz Enfeksiyon Araştırmaları Merkezi’nden Prof. Martin Korte, “Burada sunulan analiz, bir virüs enfeksiyonu ile artan demans riski arasındaki bağlantı üzerine şimdiye kadar yayınlanmış en iyi ve en ikna edici çalışmadır,” şeklinde yorum yapıyor. “Bu çalışma, zona aşısının neden sadece çok ağrılı bir hastalıktan korumakla kalmayıp, aynı zamanda demans riskini de önemli ölçüde azalttığına dair çok güçlü kanıtlar sunuyor.”

Zona aşısının beyin sağlığını nasıl koruduğu sorusu hala gizemini koruyor. Varisella-Zoster virüsünün demans gelişiminde nasıl bir rol oynadığı ve aşının bu süreci nasıl engellediği konusunda birkaç farklı teori öne sürülüyor:

  1. Otoimmün Tetikleme: Bir olasılık, VZV’nin kendisinin veya yeniden aktifleşmesinin, bağışıklık sisteminin yanlışlıkla sinir hücrelerine veya beyin dokusuna saldırmasına neden olan bir otoimmün reaksiyonu tetiklemesi. Aşı, bu virüs aktivitesini baskılayarak veya bağışıklık yanıtını farklı bir yöne çekerek bu zararlı reaksiyonu engelliyor olabilir.
  2. Kronik İnflamasyon (İltihaplanma): Diğer bir teori, vücutta uyur halde bulunan VZV’nin, sürekli olarak düşük seviyeli, kronik bir iltihaplanmaya neden olmasıdır. Bu tür uzun süreli iltihaplanmanın, beyindeki hücrelere zarar veren ve Alzheimer gibi nörodejeneratif hastalıkların gelişimini kolaylaştıran süreçleri tetiklediği düşünülüyor. Aşı, virüsü kontrol altında tutarak bu kronik iltihabı azaltıyor olabilir.
  3. Genel Bağışıklık Güçlenmesi: Son olarak, aşının spesifik olarak VZV’ye karşı koruma sağlamanın ötesinde, genel olarak bağışıklık sistemini “eğiterek” veya uyararak, beyinde demansa yol açan anormal protein birikimleri (amiloid plakları gibi) veya diğer zararlı süreçlerle daha etkili bir şekilde savaşmasına yardımcı olması da mümkün.

Bu teorilerden hangisinin doğru olduğunu veya belki de birden fazla mekanizmanın birlikte rol oynayıp oynamadığını anlamak için daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak mevcut kanıtlar bile, zona aşısının sadece zonanın neden olduğu ağrı ve rahatsızlıktan korunmak için değil, aynı zamanda uzun vadeli beyin sağlığını desteklemek ve potansiyel olarak demans gibi ciddi bir tehdide karşı ek bir savunma hattı oluşturmak için de değerli bir araç olabileceğini güçlü bir şekilde göstermektedir. Bu bulgular, yaşlılık döneminde aşılamanın önemini bir kez daha vurgulamaktadır.

Kaynak: https://www.nature.com/articles/s41586-025-08800-x

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Konuşmamızın Sırrı Tek Bir Gende Saklı Olabilir!

Bilim insanları, biz insanların neden bu kadar karmaşık dillerle konuşabildiğine dair heyecan verici bir keşif yaptılar. Cevap, NOVA1 adında bir gende yatıyor olabilir.

  • Sorun Neydi? İnsanlar, hayvanlar aleminde eşi benzeri olmayan bir konuşma yeteneğine sahip. En yakın akrabalarımız olan maymunlar bile bizim gibi konuşamıyor. Peki, bizi farklı kılan ne? Daha önce FOXP2 adlı bir genin önemli olduğu düşünülse de, bu genin bizimkine benzer hali eski insan türlerinde (Neandertaller gibi) de bulunduğu için tek başına yeterli bir açıklama değildi.
  • Yeni Keşif: Araştırmacılar, tüm memelilerde bulunan ve beyin gelişimi ile sinir-kas kontrolü için hayati önem taşıyan NOVA1 genine odaklandılar. Fark ettiler ki, insanlardaki NOVA1 geninde, diğer tüm memelilerden ve hatta Neandertaller gibi eski insan türlerinden farklı olarak minicik bir değişiklik var. Genin ürettiği proteinin yapı taşlarından sadece bir tanesi farklı!
  • Fare Deneyi: Bu minicik farkın etkisini anlamak için bilim insanları, laboratuvardaki farelere insanlardaki bu farklı NOVA1 genini verdiler. Sonuç çok ilginçti: Bu fareler, normal farelere göre daha karmaşık ve çeşitli sesler çıkarmaya başladılar. Sanki gen, farelerin “konuşmasını” değiştirmişti.
  • Evrimsel Önemi: Bu gen değişikliğinin sadece modern insanlarda (Homo sapiens) bulunması, Neandertallerde bile olmaması çok önemli. Muhtemelen bu değişiklik, Afrika’daki ilk atalarımızda ortaya çıktı ve onlara iletişimde büyük bir avantaj sağladı. Daha iyi iletişim kurabilenler daha başarılı olduğu için, bu gen hızla yayıldı ve bugün neredeyse tüm insanlarda bulunuyor.
  • “Konuşma Geni” mi? Araştırmacılara göre, NOVA1 genindeki bu küçücük değişiklik, bizim karmaşık konuşma yeteneğimizin gelişmesinde kilit bir rol oynamış olabilir. Tek başına olmasa da, NOVA1 gerçek bir “konuşma geni” adayı olarak görülüyor.
  • Özetle: Tek bir genimizdeki ufacık bir fark, bizi diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden biri olan konuşma yeteneğimizin temelini atmış olabilir. Bu geni daha iyi anlamak, gelecekte beynimizin dili nasıl işlediğini ve konuşma bozukluklarının nedenlerini çözmemize yardımcı olabilir.

Kaynak: https://www.nature.com/articles/s41467-025-56579-2

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kromozomal hatalar kanser tedavisinde bir fırsat olabilir

Sağlıklı bir hücrede, hücre bölünmesi katı kurallara göre gerçekleşir. Her yeni bölünmede kromozomlar yeni hücrelerin içerisine ikişer adet olacak şekilde dağılırlar. Bu sağlıklı bir dağılımdır. Ancak kanserli hücrelerde ve Down sendromu gibi bazı genetik hastalıklarda bu katı kurala tam olarak uyulmaz. Bu kromozomal istikrarsızlık kanser hücrelerinin tipik özelliğidir.

Anöploidi hücreler 

Hücre dejenerasyonu genellikle hücreler içindeki kromozomların yapısal ve sayısal durumunda farklılıklar şeklinde kendini gösterir.

Kanserli hücreler bölünme esnasında bazen bir veya iki kromozom kaybeder bazen de sayılarını istedikleri gibi artırırlar. Bu nedenle kanser hücreleri ilerleyen zamanda farklı kromozomal değişiklikler gösterirler ki, bu durum hem tümörü daha agresif hale getirir hem de tedaviye karşı daha dirençli yapar. İşte vücutta kromozom dengesinin bozulmasına sebep olan ve anormal sayıda kromozom içeren bu tür hücrelere Anöploidi hücreler denir.

Aslında Anöploidilerin kanserdeki yaygınlığı yüzyılı aşkın süredir bilinmesine rağmen, anöploidilerin tümör gelişimindeki rolü tartışmalı olmaya devam etmektedir. Hücre içerisinde normalden fazla bulunan kromozomlar, kansere sebep olan genlerin dozajını arttırarak tümörü teşvik ettiği ileri sürülmüştür ama bu tezin kanıtları oldukça eksiktir.

Bu konuda bir başka tez ise ilerlemiş kötü huylu tümörlerde (malignite) sıklıkla meydana gelen kontrol noktası kaybının (loss checkpoint control) bir sonucu olarak anöploidi lerin ortaya çıkabileceği öne sürülmüştür. Gerçekten de, 21. kromozomun üç kopyası bulunan Down sendromlularda ağır kansere yakalanma riski önemli ölçüde azdır. Bu da bazı durumlarda anöploidinin tümör baskılayıcı özelliklere sahip olabileceğini düşündürmektedir.

Dev kanser hücreleri (polyploid giant cancer cells)

Bir çok Anöploid hücre bir araya gelerek Anöploidi dev kanser hücrelerini oluştururlarBu hücrelerin kromozom sayıları normal tümör hücrelerinin kromozom sayılarından 4, 8 hatta 16 kat daha fazla olabilmektedir. Dev kanser hücreleri genellikle standart kemoterapi veya radyasyon tedavisine dirençlidirler. Bu nedenle kanserin metastaz yapmasında belirleyici bir katkı sağlarlar. Tedaviye dirençli üçlü negatif meme kanseri, bazı prostat kanseri türleri ile bazı yumurtalık kanseri türleri dev kanser hücrelerinden oluşurlar.

Poliploid dev hücrelerin hücre yapılarında özellikle çok sayıda aktin lif bulunur ve bu lifler kanserli hücrelerin hareket etmelerine yardımcı olurlar. Dev kanser hücreleri bu lifler sayesinde daha yavaş ama daha uzağa göç etme kabiliyetine sahiptirler. Bu da metastazın daha uzak bölgelerde görülmesine sebep olur.

Ekstra kromozomlar kanserli tümörleri neden daha agresif hale getiriyor ?

Bu sorunun yanıtı 23.500’den fazla kanser hastasının verileri incelenerek yapıldı. Yapılan araştırmanın sonuçları, kromozomların veya onlara ait bazı parçaların extra fazladan kopyasının bulunduğu tümör hücrelerinin diğer normal kanser tümörlerinden daha hızlı büyüdüğünü gösterdi.

Açıklama: Bir tümör hücresi içerisinde, 1. kromozomun q kolu da dahil olmak üzere bazı DNA bölümleri normalden daha fazla kopya halinde bulunuyorsa, bu, birçok kanser türünde tümör büyümesini destekler. Bu veri, çeşitli kanser türlerinin hücre kültürleri ile yapılan testlerde doğrulandı. Yapılan testlerde CRISPR tekniği kullanılarak 1. kromozomun q kolunun fazladan üçüncü kopyası tümörlü hücrelerden çıkarılarak tümörlü hücrenin kromozom sayısı normalleştirildi.

Sonuç: Normalleştirilmiş kopya sayısına sahip tümörlü hücreler daha küçük tümörler üretti, hatta bazen hiç yeni tümör oluşturmadı.

Not: Bu araştırmada, meme kanseri gibi bazı agresif tümörlerinde gelişen 1. kromozom q kolu anormallikleri ele alınmıştır. Diğer kanser türlerinde gelişen başka kromozom anormallikler araştırılmamıştır ancak diğer kanser türlerinde de mekanizmanın aynı olduğu tahmin edilmektedir.

Extra kromozom artışının sebebi bazen kanserli hücrenin bizzat kendisi de olabiliyor

İki kromozoma sahip normal meme kanseri hücreleri kimi zaman kanserin ilerleyen safhalarında 1. kromozomun q kolunu ekstra kopyalayabiliyorlar. Bu da bize Anöploidi’in yani çoklu kromozomun sadece kanser büyümesi için gerekli olmadığını, aksine büyüyen tümörlerin de bizzat kedisinin bu oluşumu teşvik ettiğini gösteriyor. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse; Eğer bir kanser tümörü 1. kromozomun q kolunun 3. kopyasına sahipse bunu mümkün olduğunca korumaya özen göstermektedir. Bu durum hücre kültürü deneylerin ile de sabitlenmiştir.

Extra kromozom artışı kanseri neden teşvik ediyor

Bu soruya gen ekspresyonu analizleriyle cevap arandı. Bunun için 1. kromozomdaki onkogenlerin faaliyetleri incelendi.

MDM4 gibi kanseri teşvik eden bazı genler, kanser hücrelerinde üç kopya halinde 1. kromozomun q32.1 kolunda yer almaktadır. Kanserli hücrelerde bulunan extra fazladan kromozomlar her hücre bölünmesinde sayılarını arttırır iken aynı zamanda üzerinde bulunan bu onkogenlerin sayısını da arttırdılar. Gen ekspresyonu analizleri, onkogenlerin sayısının artması ile gen ekspresyonu sonucu ortaya çıkan proteinlerin de arttığını gösterdi. Sonuç olarak artan onkogen proteinlerine paralel olarak tümörlerin hem daha hızlı, hem de daha büyük olduğu tespit edildi.

Onkogenlerin artan aktivitesi aynı zamanda 17. kromozomda bulunan TP53 geninin sentezledigi ve tümör baskılayıcı görevi olan p53 proteinin de çalışmasını engelledi. Bu da vücudun kanserle mücadelesini zayıflatan bir faktördür.

Özetleyecek olursak; Kanserli hücrelerde yer alan fazladan her kromozom (anöploidi), aynı zamanda fazladan onkogenleri de bulundurmaktadır. Onkogenlerinin sayı olarak fazla olması tümörlerin çok çabuk ve hacim olarak çok daha büyük olmasına sebep olmaktadır ki, bu da kanserin şiddetini artıran bir faktördür. Araştırmacılar, bu mekanizmanın diğer onkogen bulunduran kromozomlarda da devreye girerek tümör büyümesini teşvik edebileceğinden şüpheleniyorlar.

Risk ve fırsat aynı anda

Yukarıda belirtildiği gibi birçok kanser hücresinde gereğinden fazla kromozomun olması kanseri daha agresif hale getirmektedir. Ancak Science dergisinde yayınlanan bu çalışmanın sonuçları gereğinden fazla kromozom kopyalarının kanserle savaşta yeni bir umut olabileceğini de gösteriyor. Çünkü her fazlada kromozom kopyası sadece kanseri teşvik eden genlerin değil aynı zamanda kansere karşı koruyucu genlerin sayısını ve onların aktivitesini de artırmaktadır. Bu da kanser hücrelerini, tedavide kullanılan aktif maddelere karşı daha duyarlı hale getirebilmektedir. Örneğin artan gen aktivitesi daha fazla membran pompası, protein veya enzim üretilirse, bu kemoterapide kullanılan ilaçların alımını kolaylaştırarak etkisini artırabilir. Bu durum, 1q anöploid kanserli hücreler ile yapılan araştırmada doğrulandı. Araştırmada kanser önleyici bir enzim olan UCK2‘nin miktarı kanserli hücrelerde çok fazla miktarda üretildiği görüldü. Ayrıca yapılan araştırmada iki kemoterapötik ajanın daha miktarının artığı görüldü.

Bu araştırma anöploidinin kanser terapileri için potansiyel bir hedef sunulabileceğini gösteriyor. Eğer extra fazla kromozoma sahip kanserli hücrelere özel, hedef odaklı kemoterapik ajanlar geliştirilir ise sağlıklı dokulara zarar vermeden kanser ile mücadele daha etkin bir şekilde yapılabilecek. Burada belirleyici olan, kanserli hücre içerisinde fazldan kopyalanan kromozomlarda bu oluşumları teşvik eden genlerin bulunup bulunmaması. Zira her kromozomda farklı genler bulunmaktadır.


Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Y kromozomu kaybı erkeklerde kanseri daha agresif yapıyor

Y kromozomu nedir

Y kromozomu erkeklerde bulunan bir cinsiyet kromozomudur ve erkek fenotipinin oluşmasına neden olur. Y kromozomu, evrimsel süreçte genetik materyalinin neredeyse yüzde 90’ini kaybetmiş oldukça küçük bir kromozomdur. Y kromozomu dişi muadili X kromozomunun yalnızca üçte biri kadardır ve mevcut bilgilere göre, neredeyse sadece sperm üretimi ve cinsiyet gelişimini düzenlemede görev almaktadır.

Y kromozomunun bu iki ana işlevin dışında kalan işlevleri pek iyi bilinmese de yapılan her yeni araştırmayla bu konuda yeni yeni bilgilere ulaşıyoruz.

Y kromozomu kaybı hastalıkları teşvik ediyor

Yapılan araştırmalar Y kromozomunun üremenin ötesinde sağlıkta da önemli rol oynadığını gösteriyor. Buna göre erkeklerde yaş ilerledikçe birçok hücre Y kromozomlarını kısmen ya da tamamen kaybetmektedir ve bu da ciddi sağlık sorunlarına sebep olmaktadır. Örneğin 2022’de yapılan bir araştırma, yaşa bağlı Y kromozomu kaybının kardiyovasküler hastalıklar, Alzheimer ve yaşa bağlı diğer hastalık risklerini artırdığını gösteriyor (1).

Y kromozomu kaybı ve kanser

Y kromozomu kaybının sebep olduğu hastalıklar listesine ciddi bir hastalık olan o kanser de eklendi. Erkeklerde mesane kanseri ile ilgili yapılan bir araştırmada bazı kanserli tümörlerin Y kromozomu içermediği keşfedildi. Bu önemli bulgu dan yola çıkan Los Angeles’taki Cedars-Sınai Tıp Merkezi’nden Hany Abdel-Hafız liderliğindeki bir ekip Y kromozomu kaybı ile kanser arasındaki ilişkiyi araştırdı.

Ekip bunun için önce 1.100’den fazla erkek mesane kanseri hastasından alınan doku örneklerinde Y kromozomu kaybının derecesini belirledi. Ayrıca hem Y kromozomu kaybı, hem de Y kromozomu kaybı olmayan kanserli hastalardaki değerleri karşılaştırma bilmek için bir referans değere ihtiyaç vardı. Bunun için sağlıklı kişilerin Y kromozomunda bulunan 18 geninin aktivitesi referans değeri olarak kabul edildi. Hazırlıklar bittikten sonra karşılaştırmalar başladı ve karşılaştırmalarda hastalığın seyri ve hayatta kalmanın gibi konular öncelikli olarak ele alındı.

Sonuç: Tümörlü hücrelerin yüzde 10 ila 40’nın Y kromozomlarını kaybettiği ve bu durumun hastalığın daha şiddetli geçmesine ve hastanın hayatta kalma şansının düşmesine sebep olduğu bulundu. (Ayrıca farklı on iki kanser türünde de aynı sonuçlar elde edildi).

Not: Farelerde yapılan paralel bir çalışmada ise Y-negatif tümörlerin, Y pozitif tümörlerden iki kat daha hızlı büyüdüğü keşfedildi.

Sebep: T hücrelerinin azalması. (T hücrelerinin azalması bağışıklık sisteminin zayıfladığı anlamına gelmektedir ki, bu durum tümörler ile savaşı zorlaştırmaktadır.)

Biyolojik mekanizma nedir

Bunun arkasında hangi biyolojik mekanizmaların olduğunu bulmak için fareler ile bir başka deney daha yapıldı. Bunu için önce CRISPR/Cas9 tekniği kullanılarak mesane kanseri hücrelerinden bazılarının Y kromozomu çıkardı (Y-pozitif), bazılarının çıkarılmadı (Y-negatif). Daha sonra, tümörlerin hangi hızda  büyüdüğün görmek için Y-pozitif ve Y-negatif kanserli hücreleri farelere enjekte ettiler.

Deney sonunda Y-negatif tümörlerin, Y-pozitif tümörlerden yaklaşık iki katı hızlı büyüdüğü tespit edildi. Bu deney bağışıklık sistemi çalışan farelerle yapıldı. Deney bağışıklık sistemi bozulmuş farelerde tekrarlandığında bu farkın ortadan kalktığı görüldü. Yani bağışıklık sistemi çalışmayan farelerde Y kromozomu olan ve olmayan kanserli tümörler aynı oranda büyüdüler.

Özetle söylemek gerekirse; Eğer bağışıklık sistemi çalışıyorsa ve de hastanın tümörü Y-pozitif ise tümörün büyümesi yavaş oluyor. Eğer bağışıklık sistemi çalışmıyorsa, hasta ister Y-negatif, ister Y-pozitif olsun tümör hızla büyüyor.

Y kromozomu kaybı bağışıklık sisteminin bozuyor

T hücreleri, tümör hücreleri gibi patolojik değişikliklere uğramış hücreleri tanıma ve onlara saldırarak yok etme yeteneğine sahiptirler. Ancak farelerden alınan Y-negatif tümörlerde bol miktarda T hücresi bulunmasına rağmen çoğunun uykuda olduğu ve kanser hücrelerini yok etmek için harekete geçmedikleri görüldü. Yapılan ileri çalışmalar tümörlerde Y kromozomu kaybının tümörün mikro yapısını değiştirdiğini gösteriyor. Bu durum CD8 + T hücrelerini neden harekete geçmediğinin bir sebebi olabilir !

Kanser hücrelerinde Y kromozomu neden kayboluyor

Bu sorunun cevabı şimlidilik net olmamakla birlikte, kaybın bir adaptasyon sonucu ortaya çıktığından şüpheleniliyor. Zira bağışıklık sistemi kimi zaman kendi sağlıklı hücreleri de yabancı hücre gibi algılayarak zarar verebiliyor. Vücut bu olası saldırıdan kaçmak için Y Kromozomunu ortadan kaldırak, bağışıklık sisteminin saldırılarından kaçıyor olabilir !

İyi haber: İmmünoterapi başarılı

Bu araştırma bize ilk defa Y-negatif kanser hücrelerinin, T hücrelerini etkisiz hale getirdiğini gösterdi. Ancak bu olumsuz etki, kısmen immünoterapi ile tersine çevrildi. Bunun için daha önce bazı kanser türleri üzerinde test edilmiş olan Kontrol noktası inhibitörleri (Checkpoint-Inhibitor )* kullanıldı. Kontrol noktası inhibitörleri mesane kanseri hastalarda uyku halindeki T hücrelerinin yüzeyindeki inhibitör reseptörlere bağlanarak bunların tekrar aktif hale gelmesini ve kanserle savaşma yeteneğini kazanmasını sağladı.

Özetle söylemek gerekirse, kontrol noktası inhibitörleri agresif ve hızlı büyüyen kanser tümörlerinin tedavisinde yeni bir yol açıyor olabilir ama kesin bir şey söylemek için ileri çalışmalara ihtiyaç var.

***

Kontrol noktası inhibitörleri*: Tümör hücrelerini hedef alan ancak aynı zamanda her türlü otoimmün süreci tetikleyebilen, T hücrelerini aktive eden bir antikor sınıfıdır.


Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler 


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar:

  1. Hematopoietic loss of Y chromosome leads to cardiac fibrosis and heart failure mortality
  2. Y chromosome loss in cancer drives growth by evasion of adaptive immunity

Beyin kanseri

Beyin kanseri nedir

Beyin tümörü, beyindeki hücrelerin anormal büyümesidir. Etkiledikleri beyin dokularına göre 120’den fazla beyin tümörü türü vardır. Her beyin tümörü beyin kanseri değildir ancak iyi huylu tümörler bile bazen boyutları veya konumları nedeniyle tehlikeli olabilirler.

Beynin anatomisi birçok farklı sinir sisteminden ve farklı bölümlerden oluşan çok karmaşık yapıdır. Beyin tümörleri, beynin koruyucu zarından başlayarak, beyin sapı, sinüsler ve beynin birçok farklı alanında gelişebilir.

Birincil ve ikincil beyin tümörleri

Birincil beyin tümörleri beyinde başlar ve genellikle başka yere sıçramaz. ikincil beyin tümörleri ise vücudun başka bir yerinde başlar beyne sıçrar. Birincil ve ikincil beyin tümörleri arasındaki farkı bilmek önemlidir. Bunun nedeni, tedavinin kanserin nerede başladığına bağlı olarak değişmesidir.

1- Birincil beyin tümörleri

Birincil beyin tümörleri beynin veya omuriliğin herhangi bir yerinde başlayabilir. Yetişkinlerdeki kötü huylu beyin tümörlerinin çoğu beynin serebrum (ön beyin) adı verilen bölümünde başlar.

Ayrıca, birincil beyin tümörleri beynin başka bölümlerinde de başlayabilirler. Örneğin;

  • Beyni koruyan doku (menenjiyom / beyin zarları)
  • Omurilik
  • Hipofiz veya epifiz bezleri

Erişkinlerdeki iyi huylu beyin tümörlerinin çoğu menenjiyomda / beyin zarında başlar. Bunlara menenjiyom denir.

2- İkincil beyin tümörleri

Vücudun başka bir yerinden başlayan ve daha sonra beyne sıçrayan kanserlere ikincil beyin tümörleri veya beyin metastazları denir.

Metastatik beyin tümörleri, hızla büyüme ve çoğalma kabiliyetine sahiptirler ve yakınlarındaki beyin dokusunu istila ederler. İkincil beyin kanserleri, birincil kanserle aynı tip hücrelerden yapılır, yani, kanser akciğerlerde başladıysa, beyindeki kanserli alanlardaki hücreler de akciğer kanseri hücrelerinden oluşur.

Her türlü kanser beyne yayılabilir. Ancak en yaygın türleri şunlardır:

  • Akciğer kanseri
  • Meme kanseri
  • Böbrek kanseri
  • Melanom (cilt kanseri)
  • Bağırsak kanseri (kolorektal)

Metastazın nedeni, kanser hücrelerinin birincil kanserden ayrılabilmesi ve kan dolaşımı yoluyla beyne gidebilmesidir.

İyi ve kötü huylu olmak üzere iki farklı tümör çeşidi vardır

A- İyi huylu tümörler (benign): İyi huylu tümörler yavaş büyür ve yayılma olasılığı düşüktür.

Yaygın tipleri; 

  • Kordomalar: İyi huylu, yavaş büyüyen tümörlerdir. 50 ila 60 yaşları arasında görülür.
  • Kraniyofarenjiyomlar: Tipik olarak iyi huyludur, ancak beynin derinlerindeki kritik yapılara yakın yerleşimleri nedeniyle çıkarılması zor tümörlerdir.
  • Gangliositomalar: Gangliomalar ve anaplastik gangliogliomalar, nispeten iyi diferansiye olan (ayırt edilen) genellikle genç erişkinlerde görülen nadir tümörlerdir.
  • Glomus jugulare: Sık olarak iyi huyludur ve tipik olarak juguler venin tepesinde, kafa tabanının hemen altında bulunur.
  • Menenjiyomlar: Tüm beyin neoplazmalarının (kontrolsüz büyüyen hücreler) yüzde 10 ila 15’ini oluşturan en yaygın iyi huylu tümörlerdir, ancak çok küçük bir yüzdesi kötü huyludur.
  • Pineositomalar: Epifiz hücrelerinden köken alan, çoğunlukla erişkinlerde görülen genellikle iyi huylu lezyonlardır.
  • Hipofiz adenomları: Gliomalar, menenjiyomlar ve schwannomlardan sonra en sık görülen tümör türüdür. Hipofiz adenomlarının büyük çoğunluğu iyi huyludur ve oldukça yavaş büyür.
  • Schwannomalar: Sıklıkla erişkinlerde görülen iyi huylu tümördür. Normalde sinir hücreleri için “elektrik yalıtımı” sağlayan schwann kılıf boyunca ortaya çıkarlar.

B- Kötü huylu tömörler (malign): Beynin veya omuriliğin bölümlerine yayılabilir. Hızla büyürler ve çevredeki sağlıklı beyin yapılarını istila ederler. Bu yüzden hayatı tehdit edici olabilirler.

  • Gliomalar: Malign beyin tümörlerinin yüzde 78’ini oluşturan en yaygın yetişkin beyin tümörü türüdür. Beynin glia adı verilen destek hücrelerinden kaynaklanırlar.
  • Astrositomlar: Tüm birincil beyin ve omurilik tümörlerinin yaklaşık yarısını oluşturan en yaygın glioma dır. Astrositomlar, beynin destekleyici dokusunun bir parçası olan astrositler adı verilen yıldız şeklindeki glial hücrelerden gelişir. Beynin birçok yerinde ortaya çıkabilirler, ancak en yaygın olarak serebrumda ortaya çıkarlar.
  • Ependimomlar: Ventriküler sistemi kaplayan ependimal hücrelerin neoplastik dönüşümünden türetilir ve tüm beyin tümörlerinin yüzde iki ila üçünü oluşturur.
  • Glioblastoma multiforme (GBM): Glial tümörün en invaziv (zarar verici) tipidir. Bu tümörler hızla büyümeye, diğer dokulara yayılmaya ve kötü prognoza sahip olma eğilimindedir.
  • Medulloblastomlar: Genellikle serebellumda ve de en sık çocuklarda ortaya çıkar. Yüksek dereceli tümörlerdir, ancak genellikle radyasyon ve kemoterapiye yanıt verirler.
  • Oligodendrogliomalar: Beynin sinir hücrelerinin yalıtımını sağlayan miyelin den türetilir.

Beyin tümörünün görülme sıklığı ve tehlikeleri

Türkiye’de beyin ve sinir sistemi tümörleri, 100.000 yetişkinden yaklaşık 15-20’sini etkiler. Beyin tümörleri tehlikelidir, beynin sağlıklı bölgelerine baskı yapabilir veya bu bölgelere yayılabilirler. Bazı beyin tümörleri, beynin etrafındaki sıvı akışını engelleyerek kafatası içindeki basıncın artmasına neden olabilir. Bazı beyin tümörleri ise omurilik sıvısı yoluyla beynin veya omurganın uzak bölgelerine yayılabilir.

Bir tümörün beyin lezyonundan farkı nedir

Lezyonlar, bir hastalık nedeni ile doku ve organlarda meydana gelen malformasyonlar dır. Beyin tümörü, spesifik bir beyin lezyonu türüdür. Tüm tümörler lezyondur ancak her lezyon tümör değildir. İnme, yaralanma, ensefalit ve arteriyovenöz beyinde lezyonlara sebep olabilir ama bunlar kanser değildir.

Beyin kanserinin belirtileri

Baş ağrısı genellikle bir beyin tümörünün ilk belirtisidir. Baş ağrıları gelip geçici olabileceği gibi kalıcı da olabilmektedir. Baş ağrıları hafiften şiddetliye kadar değişen skalada olabilmektedir. Her baş ağrısı beyin tümörü olduğu anlamına gelmez. Ancak endişelerin giderilmesi açısından doktor ile görüşülmesi tavsiye edilir.

Beynin farklı bölümleri farklı işlevleri kontrol eder bu nedenle beyin tümörü belirtileri tümörün nerede olduğuna bağlı olarak değişir. Örneğin başın arka tarafındaki beyincikte bulunan bir tümör yürüme ve dengede sorunlara neden olabilir. Eğer tümör beynin görmeden sorumlu olan bölgesinde ise görmede sorunlar meydana gelebilir. Ayrıca tümörün büyüklüğü ve büyüme hızı semptomları etkiler.

En yaygın semptomları:

  • Baş ağrısı
  • Mide bulantısı ve kusma
  • Nöbetler veya konvülsiyonlar
  • Düşünme, konuşma veya kelimeleri bulmada zorluk
  • Kişilik veya davranış değişiklikleri
  • Vücudun bir kısmında veya bir tarafında zayıflık, uyuşma veya felç
  • Denge kaybı, baş dönmesi
  • Görme, işitme, koku veya tat almada bozulma
  • Karışıklık ve oryantasyon bozukluğu
  • Hafıza kaybı

Beyin kanserinin nedenleri

  • Yaş: Beyin tümörleri, çocuklarda ve yaşlı erişkinlerde daha yaygındır, ancak her yaşta beyin tümörü gelişebilir.
  • Cinsiyet: Genel olarak, erkeklerin beyin tümörü geliştirme olasılığı kadınlardan daha fazladır. Bununla birlikte, meningioma gibi bazı spesifik beyin tümörleri kadınlarda daha sık görülür.
  • Kimyasallar: Böcek ilaçlarına, petrol ürünlerine, solventlere, kauçuğa veya vinil klorüre maruz kalmak beyin tümörü gelişme riskini artırabilir. Ancak bu olası bağlantıyı destekleyen bilimsel bir kanıt henüz yok.
  • Aile öyküsü: Beyin tümörlerinin yaklaşık %5’i, Li-Fraumeni sendromu, Nörofibromatozis, Nevoid bazal hücreli karsinom sendromu, Tuberöse skleros, Turcot sendromu ve von Hippel-Lindau hastalığı dahil olmak üzere kalıtsal genetik faktörler veya durumlarla bağlantılı olabilir.
  • Enfeksiyonlar: Virüslere ve alerjenlere maruz kalma. Epstein-Barr virüsü (EBV) ile enfekte olmak, merkezi sinir sistemi kanseri (CNS lenfoma) riskini artırır. Not : EBV daha yaygın olarak mononükleoza (öpüşme hastalığı) neden olan virüs olarak bilinir. Bazı araştırmalarda, beyin tümörü dokusunda sitomegalovirüs (CMV) adı verilen yaygın bir virüsün yüksek seviyeleri bulunmuştur. Çalışmalar, alerji öyküsü veya cilt rahatsızlıkları olan hastaların glioma riskinin daha düşük olduğunu göstermektedir.
  • Elektromanyetik alanlar: Şu ana kadar yapılan araştırmalarda, elektrik hatları veya cep telefonu kullanımından kaynaklanan elektromanyetik dalgaların, yetişkinlerde beyin tümörüne sebep olduğunu gösteren hiçbir bağlantı bulunamadı. Çocuklardaki riskle ilgili çelişkili bilgiler nedeniyle, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) cep telefonu kullanımının sınırlandırılmasını tavsiye ediyor ve hem yetişkinler hem de çocukların kulaklık kullanmasını tavsiye ediyor.
  • Irk ve etnik köken: Amerika Birleşik Devletleri’nde, beyazlarda siyahlara göre glioma olasılığı daha yüksektir, ancak meningioma daha düşüktür. Ayrıca, kuzey Avrupalılarda beyin tümörü olasılığı Japonlara göre iki kattan daha fazladır.
  • İyonlaştırıcı radyasyon: Çeşitli araştırmalar tedavi amacı ile beyne veya kafaya yapılan X-ışınlar ve iyonlaştırıcı radyasyon uygulaması beyin tümörü için bir risk faktörü olduğu gösterilmiştir.
  • Kafa travması ve nöbetler: Ciddi kafa travmasının beyin tümörleriyle ilişkisi uzun süredir araştırılmaktadır. Bazı çalışmalar kafa travması ile menenjiyom arasında bir bağlantı olduğunu ancak kafa travması ile glioma arasında bir bağlantı olmadığını göstermiştir. Nöbet öyküsü de beyin tümörleriyle ilişkilendirilmiştir.
  • N-nitroso bileşikleri: Diyet ve vitamin takviyesi ile ilgili bazı çalışmalar, diyetteki N-nitroso bileşiklerinin hem çocukluk hem de yetişkin beyin tümörü riskini artırabileceğini gösteriyor gibi görünmektedir ! Nitrit ile işlenmiş hava, su ve gıda ürünlerinde düşük seviyelerde N-nitroso bileşikleri bulunabilir. Bu tür gıda ürünleri arasında peynirler, balıklar, domuz pastırması ve tütsülenmiş etler bulunmaktadır. N-nitroso bileşikleri ayrıca tütün dumanı, çiğneme tütünü ve birada da bulunur.

Beyin tümörleri nasıl teşhis edilir

Bir beyin tümörünün teşhisi, fiziki muayene ve tıbbi geçmişe bakılarak başlar. Fiziki muayene çok detaylı bir nörolojik muayeneyi içerir. Bu muayenelerde refleksler, kasların gücü, denge, koordinasyon, sıcak ve soğuk ayırt etme, matematiksel hesaplamalar yapabilme kabiliyeti gibi konuların normal olup olmadığı test edilir. Ayrıca kafatası içerisinde tümör nedeniyle oluşan basınçtan kaynaklı optik sinirlerdeki şişmeler oftalmoskop görüntüleme kullanılarak tespit edilir. Bunun dışında göz bebeklerinin ışığa tepkisi de ölçülür

Beyin kanseri teşhisi için ana testler şunlardır

  • CT (bilgisayarlı tomografi) taraması: X-ışınları kullanılarak vücudun iç kısmının birden fazla fotoğrafı çekilir.
  • MRI (manyetik rezonans görüntüleme) taraması: Bilgisayar ve güçlü bir mıknatıs yardımı ile vücudun enine kesit resimleri ç
  • MRS (manyetik rezonans spektroskopisi) taraması: Beynin kimyasal yapısındaki değişiklikleri aranır. MRI ile aynı anda yapılabilir.
  • PET (pozitron emisyon tomografisi) taraması: Vücuda az miktardaki radyoaktif solüsyon enjekte edilir ve solüsyonu normal hücrelerden daha hızlı emen kanserli hücrelerin resimleri ç
  • SPECT (tek proton emisyonlu bilgisayarlı tomografi)
  • Tek foton emisyonlu BT (SPECT) taraması: Beyindeki kan akışının üç boyutlu görüntüleri alınır. Tümör gibi daha yüksek kan akışına sahip alanlar taramada daha parlak görünür.
  • Lomber ponksiyon (omurilik musluğu olarak da bilinir): Kanserli hücreleri test etmek için omurilik sıvısından bir iğne yardımı ile sıvı çekilmesi.

Beyin kanseri teşhisi konulduktan sonra yapılanlar

Beyin kanseri teşhisi konduktan sonra, multidisipliner bir ekip tarafından kanserin türü, boyutu, yeri ve genetik yapısı, hastanın yaşı ve genel sağlık durumu gibi çeşitli faktörler göz önünde bulundurularak uygulanacak tedavinin planlaması yapılır. Öncelikle MRI, CT taramaları ve diğer testlerin sonuçlarına göre kanserin evresi belirlenir. Evreleme, kanserin büyüklüğünü ve beyinde ne kadar yayıldığını açıklar.

Not: Beyin tümörleri, ne kadar hızlı büyüdüklerine ve yakındaki dokuyu istila etme yeteneklerine bağlı olarak genellikle 1 ila 4 arasında derecelendirilir: 1. ve 2. dereceli tümörler en yavaş büyüyenlerdir ve düşük dereceli tümörler olarak adlandırılırlar. 4. derece tümörler en hızlı büyüyen tümör türleridir.

Bir beyin tümörü tedavisi şunlara bağlıdır:

  • Tümörün tipi
  • Tümörün boyutu
  • Tümörün yeri
  • Genel sağlık durumu

Kötü huylu beyin tümörlerinin en yaygın tedavisi cerrahi müdahaledir. Cerrahi müdahale ile beynin sağlıklı bölgelerine zarar vermeden mümkün olduğu kadar çok kanseri bölge çıkarılır. Bazı tümörlerin konumu güvenli bir şekilde çıkarılmasına izin verirken, bazılarına izin vermez ama tümörün kısmen çıkarılması bile faydalı olabilir. Her beyin cerrahisinin enfeksiyon kapma ve kanama gibi risklerinin olduğu da unutulmamalıdır. Ayrıca bulunduğu konum bakımından tehlikeli bir yerde bulunan iyi huylu tümörlerde cerrahi müdahale ile çıkarılırlar.

Metastatik beyin tümörleri, orijinal kanser tipine yönelik kılavuzlara göre tedavi edilir. Ayrıca hastaya cerrahi müdahaleye ilaveten, radyasyon tedavisi ve kemoterapi gibi diğer tedaviler de yapılır. Duruma göre cerrahi müdahaleden sonra hastaya fizik tedavi ve konuşma terapisi de uygulanabilir.

Tedaviye bağlı olarak, tedavi ekibi birkaç farklı sağlık uzmanından oluşabilir. Örneğin;

  • Ev doktoru: Genel sağlıkla ilgilenir ve tedaviyi koordine etmek için uzmanlarla birlikte çalışır.
  • Nörolog: Beyin ve sinir sistemi hastalıklarını teşhis ve tedavi eder.
  • Beyin cerrahi: Tümör ameliyatını yapar.
  • Kanser hemşiresi: Tedaviye yardımcı olur ve tedavi boyunca hastaya bilgi ve destek sağlar.
  • Tıbbi onkolog: Kemoterapiyi koordine eder ve kemoterapinin seyrini belirler.
  • Radyasyon onkologu: Radyasyon tedavisini koordine eder ve seyrini belirler.

Beyin tümörü tedavisi

Kanser, tıptaki en büyük zorluklardan biridir. Her yıl dünya çapında yaklaşık on milyon insan kötü huylu tümörlerden ölmektedir. Avrupa’da ve diğer sanayileşmiş ülkelerde artık her 20 kişiden biri kanserle yaşıyor ve bu eğilim giderek artıyor. Günümüzde gelişmiş teşhis ve tedavi yöntemleri sayesinde artık birçok kanser türü tedavi edilse de halâ en korkulan hastalıklar arasında ilk sırayı almaktadır. Cerrahi müdahale, kemoterapi, radyoterapi gibi yaygın klasik tedaviler, genellikle agresif kanser türlerinin ileri evrelerinde ve metastazlarda pek etkili olmayabiliyor.

İmmünoterapi, umut veriyor

Tüm kanser vakalarının yaklaşık yarısı halâ ölümcüldür. Bu nedenle tüm dünyada bilim insanları tümörler ve metastazlar ile savaşmak için yeni yöntemler arıyorlar. Bu yöntemler arasında vücudun kendi bağışıklık sistemini kullanarak yapılan immünoterapiler öne çıkıyor.

Beyin, patojenleri ve diğer yabancı maddeleri dışarıda tutmak için bariyerler ile donatılmış bir tür kale gibidir. Beyinin kendini tehlikelerden korumak için geliştirdiği bu sisteme „Kan beyin bariyeri (BBB)“ denir. Bu doğal koruyucu sistem beyne girecek olan zararlı veya yabancı maddelerin geçişini engelleyerek bizi hastalıklardan korur.

Kan beyin bariyerinin bu koruyucu fonksiyonun bir de kötü yanı vardır ki, bizi hastalıklarla mücadelede korumasız bırakır. Şöyle ki, kan beyin bariyeri, kanser ve diğer hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçları, antikorları veya diğer etken maddeleri yabancı madde olarak algılar ve onların girişine de izin vermez. Bu da tedaviyi zorlaştıran bir durumdur. Bilim şimdi tedavide engel çıkaran bu sistemi alt etmeyi başardı. Bu başarı, beyin tümörleri ile mücadelede immünoterapiyi mümkün kılıyor.

Tedavide büyüme faktörü VEGF-C etkisi: Hücresel atıkları beyinden atmanın doğrudan bir yolu yoktur ancak bu atıklar lenfatik sistem yoluyla dolaylı olarak atılırlar ve lenfatik sistem büyüme faktörü VEGF-C tarafından regüle edilir.

Metot: VEGF-C ve Checkpoint-İnhibitorü (bağışıklık kontrol noktalarını engelleyen kontrol noktası modülatörleri grubundan ilaçlardır.) birlikte kanserli farelerin beyin omurilik sıvısına verildi ve daha sonra yapılan laboratuvar ölçümlerinde tümörlü hücreler ile savaşan T hücrelerinin sayısının arttığı, farelerin hayatta kalma sürelerinin uzadığı bulundu. Başka bir ifade ile VEGF-C’nin immünoterapi ilaçlarıyla birlikte verilmesi, beyin kanseriyle savaşta başarılı oldu. Farelerde başarı olan bu metodun insanlarda da başarılı olması bekleniyor ama bunun için bir dizi klinik çalışmaya ihtiyaç var


Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler 


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. Understanding Brain Tumours
  2. VEGF-C-driven lymphatic drainage enables immunosurveillance of brain tumours
  3. De-novo and acquired resistance to immune checkpoint targeting
  4. Non-cancerous Breast Conditions
  5. Benign brain tumour (non-cancerous)
  6. Environmental risk factors of primary brain tumors: A review
  7. https://www.aans.org/
  8. https://www.cancer.org.au/
  9. https://www.hopkinsmedicine.org/health
  10. https://www.healthline.com/
  11. https://www.cancer.net/
  12. https://miamineurosciencecenter.com/en/conditions/brain-tumors/types/
  13. https://www.cancer.gov/rare-brain-spine-tumor/

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Bazı kanser türlerinde erkeklerdeki X Kromozomu devre dışı bırakılıyor

Kadınların vücut hücrelerinde iki  adet „X“ kromozomu, erkeklerin vücut hücrelerinde ise bir adet „X“ kromozomu ve oldukça küçük bir adet „Y“ kromozomu bulunur. Buna göre kadın cinsiyet kromozom seti „XX“, erkek cinsiyet kromozom seti „XY“ dir. Bu kombinasyon, sadece cinsiyeti belirlemek kalmayıp aynı zamanda hücre metabolizması ve hücre sağlığı gibi konularda da belirleyici rol oynuyor.

Kadınlarda iki X kromozomundan biri devre dışı

Kadınların normal gelişimi sırasında genlerin ifadesini dengelemek için X kromozomunun bir kopyası rastgele inaktive edilir. Zira iki kromozomun aynı anda çalışması fazladan protein üretilerek protein dengesinin bozulmasına, dolayısı ile istenmeyen bir çok hastalığın ortaya çıkması sebep olur.

Sağlıklı erkeklerde ise zaten bir adet X kromozomu olduğu için böyle bir şey söz konusu değildir. Özetle söylemek gerekirse, sağlıklı bir kadının sağlıklı kalması için iki kromozomdan birinin aktif diğerinin suskun, sağlıklı bir erkeğin sağlıklı kalabilmesi için ise tek X kromozomun aktif olması gerekir.

XIST geninin* önemi

Yukarıda belirtildiği gibi kadınlarda normal şartlarda iki X kromozomundan biri büyük ölçüde bloke durumdadır. Bu bloke işlemini, X kromozomu üzerinde bulunan XIST geni yapmaktadır. Bu gen kadınlarda gelişiminin erken dönemlerinde iki X kromozomdan birini epigenetik olarak susturan uzun bir RNA kodlar. Bu RNA, kromozomlardan birinin çalışmasını kısmen durdurarak muhtemel bir hücresel kaos oluşumunu önler. Zira her bir X kromozomu üzerinde bulunan 858‘şer genin aynı anda çalışması genin fazla protein üreterek protein dengesinin bozulmasına neden olur ki, bu istenmeyen bir durumdur. İşte bu olumsuz durumun oluşmaması için XIST geni devreye girerek X kromozomlarından birini kısmen susturur.

XIST geninin kanserle ilişiki

XIST genini aktivitesi ile ilgili daha önce  yapılan araştırmalarda, bu genin erkeklerde testis kanserinin yanı sıra kadınlarda bazı kanser türleri ile ilişkili olduğu bulunmuştu (1) (2). 9 Kasım’da Cell Systems dergisinde yayınlanan bir çalışmada XIST geni nin erkeklerin çeşitli somatik dokularındaki kanserlerle ilişkisi olduğu bulundu.

Normalde sadece kadınlarda aktif olan ve ikinci X kromozomunu bloke etmekle görevli bu genin, erkeklerde de aktif olması ve bu aktivitenin kansere sebep olması oldukça şaşırtıcı keşif oldu.

XIST geni, erkeklerde çeşitli kanser türlerinde aktif

Araştırma ekibi, dünyanın dört bir yanındaki kanser hastalarından alınan binlerce DNA örneğini içeren ve halka açık The Cancer Genome Atlas Program (TCGA) veritabanında XIST RNA nın transkriptom bilgilerini inceledi. Çalışmada, erkek ve kadınlardan alınan 4.800 doku örneğinde 33 farklı kanser türü analiz edildi.

Şaşırtıcı sonuç: Kanserli hücre örneklerinin 194’ü erkeklerden alındı ve bu örneklerin yaklaşık %4’ünün X kromozomu XIST geni tarafından kısmen ya da tamamen bloke edildiği bulundu. Kanserin türü blokajin kısmen veya tamamen olmasını etkili oldu. Tanımlanan bu %4’ünün %74’ü testis kanseri gibi daha önce bilinen üreme ile ilgili kanser türleri idi. Ancak  geri kalan %26’lik kısmının akciğer, böbrek, kalp, beyin, tiroid ve karaciğer dokularında bulunması oldukça şaşırtıcıydı.

XIST geni*: X kromozomundaki genleri bloke etmekten sorumlu bir gen.

Dejenerasyonun sebebi ne olabilir

Bu konuda muhtemel iki görüş var.

  1. X kromozomunun hatalı bir şekilde bloke edilmesi, X kromozomu üzerinde bulunan ve kanseri önleyen genlerin kapatmasına yol açıyor olabilir. Böyle bir durumda hücre kansere karşı savunmasız kalıyor olabilir
  2. Muhtemel bir başka açıklama ise kanser hücrelerinin anöploidisi** olması. Bu dejenere hücreler genellikle yanlış bölünür, bu da ortaya çıkan yeni hücrelerin, çoklu kromozom setine sahip olduğu anlamına gelir.

Anöploid**: Hücre içerisinde herhangi bir kromozomun 1 ya da 2 den fazla kromozom kopyasının bulunması. Tek kopya bulunması durumuna monozomik, üç kopya bulunmasına trizomik.

Daha fazla araştırma ihtiyaç var

Bu iki açıklamalardan hangisinin doğru olduğu ve XIST aktivasyonunun tümör büyümesini etkileyip etkilemediği ve nasıl etkilediği henüz net değil. Araştırmanın baş yazarı Viswanathan, “Bunu gelecekteki çalışmalarda daha ayrıntılı olarak araştıracağız” diyor ve bu bulguların gelecekte kanserle mücadele ve tedavide yol gösterici olabileceğini öne sürüyorlar (3)

Özet:

Mekanizma tam olarak bilinmese de bu araştırmadan özetle şunu anlıyoruz:

  1. XIST geni normalde sadece sağlıklı kadınlarda iki X kromozomundan birini dışı bırakıyor..
  2. Sebebi tam olarak anlaşılamayan bir faktör, XIST genini erkeklerde aktif hale geçirerek X kromozomunu devre dışı bırakıyor.
  3. X kromozomunun devre dışı kalması ile X kromozomu üzerinde bulunan ve görevi kanseri önlemek olan genleri devre dışı bırakıyor ve erkeklerde akciğer, böbrek, kalp, beyin, tiroid ve karaciğer kanserinin sebebi oluyor.

Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler 

Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar

  1. X inactivation in human testicular tumors. XIST expression and androgen receptor methylation status.
  2. XIST lost induces ovarian cancer stem cells to acquire taxol resistance via a KMT2C-dependent way
  3. Somatic XIST activation and features of X chromosome inactivation in male human cancers

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Orgazm nedir ve orgazm sırasında neler oluyor

Son Güncelleme: 11.05.2025

Orgazm… Adı bile dudaklarımızda gizemli bir gülümseme oluşturuyor, değil mi? Cinsel uyarılmanın doruk noktası, bazen sadece birkaç saniye süren ama tüm evreni unutturan o eşsiz haz patlaması! Vücudumuzun ulaşabileceği en yoğun, en sarsıcı anlardan biri. Düşünsenize, hayatımızda hiçbir şeyi orgazm kadar güçlü bir şekilde hissetmeyiz.

Peki, ister bir partnerle, ister kendi başımıza ulaştığımız bu “zirve anı”, bilimsel olarak ne anlama geliyor? Herkesin hayatının bir döneminde deneyimlediği bu gizemli olay, sadece toplumda değil, bilim dünyasında da hala tam olarak çözülememiş bir sır perdesiyle çevrili. Orgazm anında zihnimiz adeta devreden çıkmış gibi hissetsek de, gerçekte beyinde ve vücutta yaşananlar tahmin ettiğimizden çok daha karmaşık!

Bu yazıda, o inanılmaz saniyelerde vücudumuzda tam olarak ne olduğunu, orgazmın biyolojik amacını (varsa!), erkek ve kadın orgazmları arasındaki şaşırtıcı farkları ve bu büyüleyici konu hakkındaki en çarpıcı bilimsel bulguları derinlemesine inceleyeceğiz. Orgazmın sırlarını aralamaya hazır mısınız?

Orgazm, sadece zihinsel bir deneyim değil; vücutta da belirgin ve güçlü fiziksel işaretleri var. En bariz olanı, cinsel organlarda ve tüm bedende yayılan o yoğun, akıl almaz zevk hissi! Bununla birlikte, vajina, penis ve anüs kaslarında saniyede 5 ila 8 kez meydana gelen o ritmik, güçlü kasılmalar… Kalp atışınız ve solunumunuz hızlanıyor, sanki bir maraton koşuyormuş gibi!

Erkeklerde bu doruk anı genellikle boşalma (ejakülasyon) ile taçlanıyor; penisten fışkırarak çıkan 1-2 yemek kaşığı sperm… Ancak ilginçtir ki, boşalma olmadan da orgazm olmak mümkün, tıpkı orgazm olmadan boşalmanın mümkün olduğu gibi.

Kadınlarda ise durum biraz daha değişken. Vajinanın orgazm öncesinde ve sırasında ıslanması oldukça yaygın. Ama bazı kadınlarda görülen o meşhur “squirting” (fışkırma) durumu var ki, bu kesinlikle idrar değil! Vulvadan gelen bu farklı sıvı, her kadında olmasa da, bazıları için orgazm deneyiminin bir parçası.

Unutmayın, her orgazm aynı yoğunlukta değildir. Bazen sarsıcı derecede güçlü, bazen hafif bir dalgalanma, bazen de ikisinin arasında bir yerdedir. Bu tamamen o an ne kadar rahat hissettiğinize, ne kadar heyecanlı olduğunuza ve orgazma ne kadar “aç” olduğunuza bağlı değişir.

Yıllardır bilim insanlarının kafasını meşgul eden sorular var: Orgazm neden var? O kısacık anda beynimizde ve vücudumuzda hangi senaryo oynanıyor? Erkek ve kadın orgazmları arasındaki o büyük fark neden? Kadın ve erkekte orgazmın biyolojik bir işlevi var mı? İşte bu sorular, orgazmın hala tam bir muamma olmasının başlıca nedenleri!

Kadın ve erkek orgazmları fiziksel olarak farklı görünse de, beyindeki temel algı ve işleyiş şaşırtıcı derecede benzer. Yeterince güçlü bir tetikleyici uyarı aldığınızda, sinir ve endokrin sistemleriniz adeta bir turbo gibi devreye giriyor! Beynin orkestra şefi olan hipotalamus, hormonları kontrol etmek için hazır bekliyor. Ama duygular zirveye ulaşmadan önce sahneye çıkanlar var: Cinsel organı uyaran genital duyu korteksi aktive oluyor. Hatta korteksin farklı bölgeleri aynı anda birden çok erojen bölgeyi uyararak o inanılmaz yoğun duyguyu katlayabiliyor!

İşte doruk noktası geldiğinde, hipotalamus birdenbire oksitosin (nam-ı diğer “bağlanma hormonu”) salgılayarak sizi o sarhoş edici orgazm hissine ulaştırıyor. Oksitosin sadece kalp atışını ve tansiyonu yükseltmekle kalmıyor, orgazm sonrası partnere karşı güven ve bağlanma duygusunu da körüklüyor. Yetmezmiş gibi, orgazm sırasında salgılanan dopamin (mutluluk hormonu) sizi adeta bir mutluluk sarhoşluğuna sürüklüyor! Bu kimyasal partiye bir de serotonin ekleniyor ki, bu da ağrıya duyarlılığınızı azaltırken, seksten sonraki o tatmin ve rahatlama hissine büyük katkı sağlıyor.

Cinsel birliktelik sona erdiğinde, hipotalamus’un aktivitesi yavaşça azalır ve hipofiz bezi, dopaminin o coşkulu etkisini dizginlemek için prolaktin hormonunu salgılar. Prolaktin, orgazm sonrası o müthiş mutluluk hissinin etkisini hafifleterek yerini doyuma ve sakinliğe bırakır.

(İlginç bir not: Prolaktin normalde hamilelik ve emzirme döneminde meme büyümesi ve süt üretiminden sorumlu olsa da, orgazm sonrası sakinleştirici bir etkisi vardır!)

Orgazm, o birkaç saniye süren büyük final, aslında karmaşık bir sürecin doruk noktasıdır. Vücudumuzdaki birçok organ bu etkileşimde rol alır.

  1. Uyarılma Evresi: Dokunma, hayal gücü veya bilinçaltınızın tetiklemesiyle başlar. Her iki cinste de cinsel organlar kanla dolarak şişer. Kadınlarda klitoris, vajina duvarları ve meme uçları erekte olurken, vajina nemlenmeye başlar. Erkeklerde ise kan damarları genişleyerek penise hücum eden kan, dışarı çıkamayarak penisin sertleşmesine yol açar.
  2. Plato Evresi: Uyarılmanın zirveye yaklaştığı, yüksek düzeyde hazzın dalgalı olarak yaşandığı evredir. Bu noktada, erkekler boşalmanın kaçınılmazlığını hissetmeye başlar. Spermler, sperm kanalından prostata pompalanır ve saniyeler içinde idrar yoluna yönlendirilir.
  3. Orgazm: İşte o an! Erkeklerde doruğa ulaşan kasılmalarla sperm saatte yaklaşık 17 kilometre hızla penisten dışarı fırlatılırken, mesaneye giden yol kapanır. Erkek orgazmı ortalama 12 saniye sürer. Kadınlarda ise orgazm çok daha karmaşık ve değişken bir yapıya sahiptir. Vajina ve rahim çevresindeki kaslar yaklaşık 0.8 saniyelik ritimlerle kasılır ve gevşer. Kadın orgazmı erkeklere göre daha uzun sürebilir, ortalama 13 ila 51 saniye arasında değişir. Bu aşamada bazı kadınlar, erkek boşalmasına benzer bir sıvı çıkışı olan o meşhur Squirting’i (fışkırma) deneyimler. Squirting’in, yoğun zevkle ilişkili olduğu ve “kadın prostatı” olarak bilinen Skene bezleri ile bağlantılı olduğu artık biliniyor. Ancak her kadında olup olmadığı hala araştırma konusu. Bilimsel olarak squirting’in G-noktası veya G-bölgesinin uyarılmasıyla ortaya çıktığı düşünülüyor. Nisan 2022’de yapılan bir araştırma, orgazm sırasında farklı sıvıların salgılandığını ve Kadın Boşalması (Female Ejaculation – FE) ile Squirting (SQ) arasında bir ayrım yapılması gerektiğini öne sürüyor. Buna göre FE, Skene bezlerinden gelen, prostata özgü antijen içeren yapışkan bir sıvıdır ve idrara benzer ama idrar değildir. (1).
  4. Çözülme Evresi (Refrakter Faz): Doruk noktasından sonra haz duygusunun hızla azaldığı ve kaybolduğu evredir. Bu durum genellikle erkekler için daha belirgindir; çoğu erkek bir süre sonra tekrar uyarılana kadar yeni bir orgazm yaşayamaz. Ancak kadınlar için durum farklıdır; bazıları bu evrede daha ileri plato evreleri yaşayarak art arda birden fazla orgazm deneyimleyebilir! Orgazm anında hem kadınlarda hem de erkeklerde solunum ve nabız tavan yapar, kaslara ve organlara daha fazla kan akışıyla oksijen taşınır.

Üzülerek belirtmek gerekir ki, pek çok raporda kadınların heteroseksüel bir ilişki sırasında orgazm olmamalarına rağmen rol yaptıkları ortaya çıkıyor. Bu durum, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konu!

ABD’de yapılan ve 50.000’den fazla kişinin katıldığı devasa bir araştırmanın sonuçları bu durumu çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor: Erkeklerin yaklaşık yüzde 95’i heteroseksüel ilişki yoluyla orgazma ulaşırken, kadınlarda bu oran sadece yüzde 65! Araştırmaya göre, kadınların neredeyse üçte biri, yani hatırı sayılır bir kısmı, erkeklerle seks yaparken orgazm olamıyor! Bu farkın nedenleri neler?

Kadınların heteroseksüel ilişkide erkeklere göre daha az orgazm olmasının temelinde, kadın orgazmının genellikle daha karmaşık ve çok yönlü olması yatıyor. Vücutlarında birçok farklı erojen bölge ve dolayısıyla sayısız tercih var. Sadece fiziksel uyarılma yetmeyebiliyor; psikolojik baskı, performans kaygısı gibi faktörler de orgazmı olumsuz etkileyebiliyor. Bu yüzden, bir kadının orgazma ulaşması için partneriyle güçlü bir iletişimi olması, ona tam anlamıyla güvenmesi ve en önemlisi partnerinin kadın bedenini, onun neye nasıl tepki verdiğini iyi tanıması büyük önem taşıyor.

Uzun yıllar boyunca hem toplumda hem de ne yazık ki bilim dünyasında, Sigmund Freud’un “vajinal orgazm” teorisi bir dogma gibi kabul gördü. Bu teoriye göre klitoris, dışarıdan görünen o minik “boncuk” şeklindeki kısımdan (klitoral glans) ibaretti. Bu yanlış bakış açısı, klitorisin gerçek öneminin uzun süre göz ardı edilmesine neden oldu. Ancak daha sonra yapılan araştırmalar, gerçeğin hiç de böyle olmadığını kanıtladı!

Kadın orgazmı nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin, ister vajinal uyarılmayla ister başka yollarla, Klitoris tartışmasız en kritik role sahip! Yani durum, Freud’un teorisinin tam tersi! Anatomik olarak klitoral glans, erkek penisin baş kısmına (glans) çok benzer. Ancak aradaki fark dudak uçuklatıcı: Klitoriste sinir uçları çok daha küçük bir alana sıkışmış durumda, bu da onu uyarılara karşı yaklaşık 50 kat daha hassas hale getiriyor! Buna karşılık vajina ve iç duvarları, klitorisin glansına göre çok daha az hassastır. İşte bu yüzden, birçok kadın için tek başına vajinal seks orgazma ulaşmak için yeterli olmayabilir.

Erkek orgazmının neden var olduğu ve ne işe yaradığı oldukça net: Üreme için boşalma şart. Yani erkek orgazmı ve boşalma, spermin kadın üreme yoluna ulaşmasını sağlıyor. Fonksiyonel bir amacı var.

Peki ya kadın orgazmı? İşte asıl gizem burada başlıyor! Kadın orgazmı, üremede doğrudan bir rol oynamıyor. Bir kadının seks yapmadan veya orgazm olmadan da döllenmesi, yani hamile kalması gayet mümkün. O halde kadında orgazm neden var? Bu soru, hem kökeni hem de işlevi açısından hala bilimsel bir sır perdesini aralayamadı. Ancak bilim dünyasında bu konuda çeşitli teoriler mevcut:

1- Evrimsel Kalıntı Teorisi:Bu teoriye göre, kadın orgazmı günümüzde belirgin bir üreme işlevine sahip olmasa da, evrimsel geçmişte farklı bir rol oynamıştır ve erkek orgazmının evrimsel bir “yan ürünü” veya kalıntısıdır.

Teorinin temel aldığı nokta, memeliler ve kemirgenler gibi birçok hayvan türünde dişi cinsel uyarılmasının ve orgazm benzeri reflekslerin doğrudan yumurtlamayı tetiklemesidir. Bu durum “kopulasyonla indüklenen yumurtlama” olarak bilinir. Örneğin, tavşanlarda cinsel ilişki sırasındaki uyarılma, yumurtlamayı sağlayan hormonal bir salınımı tetikler. Bu mekanizma, üreme başarısı için kritik öneme sahiptir.

Evrimsel Kalıntı Teorisi, insanlardaki kadın orgazmının da başlangıçta benzer bir üreme işlevine sahip olduğunu öne sürer. Ancak evrimsel süreçte, insanlarda ve bazı diğer memelilerde yumurtlama, cinsel ilişkiden bağımsız hale gelmiş ve düzenli bir döngüsel süreç (spontan yumurtlama) evrilmiştir. Bu değişimle birlikte, kadın orgazmının doğrudan yumurtlamayı tetikleme işlevi ortadan kalkmıştır.

Peki, eğer işlevi kalmadıysa neden hala var? Teoriye göre, kadın ve erkek üreme sistemlerinin embriyonik gelişim sırasında ortak kökenlere sahip olması bu durumu açıklar. Erkeklerde orgazm, boşalma ve dolayısıyla üreme için hayati öneme sahiptir. Bu güçlü seçilim baskısı, orgazm mekanizmasının korunmasını sağlamıştır. Kadınlarda da benzer gelişimsel yolaklar nedeniyle orgazm kapasitesi varlığını sürdürmüştür, ancak doğrudan üreme bağlantısı kopmuştur. Bunu, erkeklerde işlevsel olmayan meme uçlarının varlığına benzetebiliriz; meme uçları dişilerde emzirme için adaptifken, erkeklerde aynı gelişimsel süreçlerin bir sonucu olarak bulunur ve birincil bir işlevi yoktur.

Teoriyi destekleyen bazı bulgular şunlardır:

  • Hormonal Salınım: Kadın orgazmı sırasında yüksek düzeyde prolaktin ve oksitosin gibi hormonlar salgılanır. Bu hormonların fareler gibi bazı memelilerde adet döngüsü ve üreme üzerinde etkileri olduğu bilinmektedir. Bu hormonal yanıtın, evrimsel geçmişteki kopulasyonla indüklenen yumurtlama mekanizmasının bir kalıntısı olabileceği düşünülmektedir.
  • Klitorisin Pozisyonu: İnsanlarda klitorisin vajinal kanaldan nispeten uzakta olması, penetrasyon yoluyla orgazm olmayı bazı kadınlar için daha zor hale getirebilir. Bu durum, yumurtlamanın klitoral uyarılmadan bağımsız hale gelmesiyle paralel olabilir. Yani, klitorisin pozisyonundaki değişim, spontan yumurtlamanın evrimiyle ilişkili olabilir ve orgazmın artık doğrudan üremeye hizmet etmediğini gösterebilir.

2- Gelişimsel Yan Ürün Teorisi: Bu teori işin nasıl kısmına odaklanıyor diyebiliriz. Yani kadınlar neden orgazm olabilme potansiyeline sahip? Cevabı embriyonik (anne karnındaki erken) gelişimimizde yatıyor olabilir.

Şöyle düşünün: Başlangıçta, hepimiz anne karnında gelişirken, dişi ve erkek bebeklerin cinsel organları aynı temel yapıdan oluşmaya başlar. Penis ve klitoris aslında aynı hamurdan yoğrulmuş gibi! İkisi de aynı dokulardan, aynı sinir liflerinden ve damar yapılarından gelişir. Bu yüzden klitoris de tıpkı penis gibi uyarıldığında kanla dolar, hassastır ve beyne yoğun sinyaller gönderir. Anatomik olarak bu kadar benzer olmaları, uyarılara verdikleri tepkilerin de benzer olmasını sağlıyor.

Gelişimsel Yan Ürün Teorisi diyor ki: Erkeklerde orgazm, üreme yani neslin devamı için hayati bir işlev görüyor. Bu yüzden erkeklerde orgazmı sağlayan bu gelişimsel yolak (yani o sinirlerin, damarların ve dokuların o şekilde gelişmesi) evrimsel süreçte çok güçlü bir şekilde desteklenmiş, seçilimin favorisi olmuş.

E, madem dişi ve erkek embriyolar aynı temelden gelişiyor ve bu “orgazm olabilme” altyapısını sağlayan gelişimsel yolak erkeklerde çok önemli, o zaman kadınlarda da bu yolak çalışmaya devam ediyor. Sonuçta aynı genetik kodları ve gelişimsel süreçleri bir yere kadar paylaşıyoruz.

İşte “yan ürün” kısmı burası: Kadınlarda orgazm, erkeklerdeki üreme başarısı için seçilmiş ve korunmuş olan o gelişimsel sürecin bir “ikincil sonucu”, bir “fazladan özelliği” gibi ortaya çıkmış olabilir. Erkek için bu özellik (orgazm) olmazsa olmazken, kadın için doğrudan üreme başarısını etkilemiyor. Ama ortak gelişim nedeniyle kadınlarda da bu potansiyel mevcut hale geliyor. Tıpkı erkeklerde meme ucu olması gibi. Meme uçları dişilerde emzirme için gelişir, ancak erkeklerde de aynı gelişimsel başlangıç nedeniyle bulunur, birincil bir işlevi olmasa da.

Toparlarsak: Bu teori, kadın orgazmını bir “tesadüf” olarak görmüyor, ama doğrudan kadın üremesi için özel olarak evrimleşmiş bir özellik olarak da görmüyor. Daha çok, erkek üremesi için çok önemli olan bir gelişimsel altyapının, dişi bireylerde de ortak gelişim nedeniyle ortaya çıkan bir kapasitesi olarak açıklıyor. Klitoris ve penisin şaşırtıcı anatomik benzerliği de bu teorinin en güçlü kanıtlarından biri olarak sunuluyor.

3- Sperm Taşınması Teorisi:

Bu teori aslında akla oldukça yatkın görünen bir fikre dayanıyor. Şöyle ki: Orgazm sırasında kadın vücudunda, özellikle vajina ve rahim çevresindeki kaslarda ritmik kasılmalar meydana gelir. Bu teoriye göre, bu kasılmalar bir tür pompalama veya emme etkisi yaratarak meninin ve dolayısıyla spermlerin rahim ağzından rahme doğru hareketini kolaylaştırabilir. Yani orgazm, spermlerin yumurtaya doğru yapacakları yolculukta onlara bir nevi “yardımcı rüzgar” sağlayarak döllenme şansını artırıyor olabilir.

Teorinin mantığı şu: Üreme başarısı için spermlerin dişi üreme yolunda hızla ve etkili bir şekilde ilerlemesi önemli. Erkek orgazmı spermleri vajinaya bırakıyor, kadın orgazmının yarattığı kasılmalar da bu spermlerin daha yukarı, yani döllenmenin gerçekleşeceği fallop tüplerine doğru ilerlemesine katkı sağlayabilir. Bu kasılmaların orgazm sırasında salgılanan oksitosin gibi hormonlarla ilişkili olduğu da düşünülmüş, çünkü oksitosinin rahim kasları üzerinde etkisi olduğu biliniyor.

Peki neden hala yeterli kanıt yok ve bu teori tartışmalı?

İşte işin bu kısmı biraz daha karmaşık ve bilimsel araştırmaların tam olarak netleştiremediği nokta burası. Bu teoriyi desteklemek için yapılan bazı eski çalışmalar olsa da, daha yeni ve kapsamlı araştırmalar ve bu alandaki uzmanların analizleri bu “sperm taşıma” işlevinin insanlarda kadın orgazmının birincil veya önemli bir rolü olduğunu kesin olarak göstermiyor.

Yorum: Teori kulağa mantıklı gelse de, insan üreme fizyolojisi oldukça karmaşık. Spermlerin rahme ve fallop tüplerine ulaşması sadece kasılmalara bağlı değil; spermlerin kendi hareketliliği (motilite), rahim ağzındaki mukusun durumu, rahim içindeki sıvılar ve hatta bağışıklık sistemi gibi birçok faktör rol oynuyor. Belki orgazm kasılmaları hafif bir etki yaratıyor olabilir, ancak bu etkinin üreme başarısını anlamlı ölçüde artırdığına dair güçlü, tutarlı ve şüpheye yer bırakmayan bilimsel kanıtlar henüz elimizde değil. Bazı araştırmalar hatta, çok hızlı sperm taşınmasının döllenme için uygun olmayan spermlerin yumurtaya ulaşmasına neden olabileceğini bile öne sürmüştür.

Özetle, Sperm Taşınması Teorisi kadın orgazmının olası bir üreme işlevi olabileceği fikrini ortaya atar: orgazm sırasındaki kasılmaların spermlerin hareketine yardımcı olması. Ancak mevcut bilimsel veriler, bu mekanizmanın insanlarda üreme başarısı açısından kritik veya belirgin bir rol oynadığını kesin olarak desteklememektedir. Bu hala araştırılan ve tam olarak aydınlatılamamış bir alandır.

4- Psikolojik Bağlanma Teorisi:

Tamam, kadın orgazmının üreme için doğrudan, fiziksel bir işlevi olmayabilir (en azından Sperm Taşınması Teorisi’ndeki gibi net bir kanıt yok). Ama belki de işlevi daha farklı bir düzeydedir: Partnerler arasındaki bağı güçlendirmek.

Şöyle düşünelim: Orgazm sırasında beyinde ve vücutta çeşitli hormonlar salgılanır. Bunların arasında özellikle dopamin (ödül, zevk ve motivasyonla ilgili) ve oksitosin (genellikle “aşk hormonu” veya “bağlanma hormonu” olarak bilinen) bulunur. Bu hormonlar, orgazm sonrası yoğun bir mutluluk, rahatlama ve partnere karşı yakınlık, güven ve bağlılık hissi yaratabilir.

Teoriye göre, bu olumlu duygusal deneyim çok önemli. Çünkü bu, bireylerin o partnerle tekrar cinsel ilişkiye girmek istemesini sağlar. Sürekli aynı partnerle cinsel ilişki yaşamak da, uzun süreli çift bağlarının oluşmasına ve güçlenmesine yardımcı olabilir.

Peki bunun evrimle ne alakası var? İnsan yavrusu oldukça muhtaçtır ve uzun süreli bakım gerektirir. Eğer anne ve baba arasında güçlü bir bağ varsa, bu durum yavrunun hayatta kalma ve büyüme şansını artırır. Psikolojik Bağlanma Teorisi, kadın orgazmının yarattığı o keyifli deneyim ve ardından gelen hormonal salınımın teşvik ettiği çift bağının, dolaylı yoldan üreme başarısını artırdığını öne sürer. Yani orgazm, doğrudan döllenmeye yardım etmek yerine, döllenme ve sonrasındaki çocuk yetiştirme süreci için daha stabil ve destekleyici bir ortamın oluşmasına katkı sağlar. Bir nevi, “beraber iyi hissedersek, beraber kalırız ve çocuklarımıza daha iyi bakarız” gibi bir mekanizma.

Yorum: Bu teori, kadın orgazmını sadece fiziksel bir boşalma olarak değil, aynı zamanda psikolojik ve sosyal bir araç olarak görüyor. Odak noktası, orgazmın kimyasal etkilerinin (hormonlar) partnerler arasında duygusal bir köprü kurarak, ilişkinin devamlılığını teşvik etmesi ve bunun da uzun vadede türün üreme başarısına hizmet etmesidir. Kanıtlar mı? Hormonların bağlanmadaki rolü biliniyor ve cinsel aktivitenin çiftler arasındaki bağı güçlendirebildiği yaygın kabul görüyor. Ancak kadın orgazmının bu bağ üzerindeki kesin ve belirgin etkisini ölçmek, diğer faktörlerden ayırmak ve bunun doğrudan bir evrimsel adaptasyon olup olmadığını kanıtlamak hala zorlu bir bilimsel süreç. Yine de, kadın orgazmının sadece bir “yan ürün” olmak yerine, ilişkinin dinamikleri ve dolaylı üreme stratejileri açısından bir işlevi olabileceği fikri oldukça ilgi çekici. (2)


Benzer konularda hazırlanmış diğer makaleler 


Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynak

  1. Female ejaculation and squirting as similar but completely different phenomena: A narrative review of current research
  2. Differences in Orgasm Frequency Between Gay, Lesbian, Bisexual, and Heterosexual Men and Women in a U.S. National Sample
  3. What the Evolution of Female Orgasm Teaches Us
  4. The Evolutionary Origin of Female Orgasm
  5. An experimental test of the ovulatory homolog model of female orgasm

Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.